22 Aralık 2008 Pazartesi

Kavramlar Arasında

“Doğruluklarının ızdırabı ile yanan ruhlar ebedi miraslarına kavuşacaklar…”

Bu sözü bir Anime’den arakladım. Hatta kendime sorsam bunu buraya neden yazığımı bile bilmiyorum. Birkaç gün önceydi. O gün fark ettim ki; benim hayatımın dönüm noktalarının birçoğu Pazar gününe denk gelmiş. O gün kendini bilmez, haddi cümleler içinde sınırlı biriydim. Ders veren adamdım yine. Aşırı mantıklı ve bir o kadar doğrucu Davut günümdeydim. Hesaplayamamışım, bunca söylenen doğru hem benim, hem karşımdakinin acılarını dürtükleyecek…

“Sen hayatında hiç geri plana itilmemiş, hiç reddedilmemiş, kendi bildiğini doğru olarak yorumlamış ve bu haliyle bilinçaltına kazımış, başkalarının senin yaptıklarına yanlış demesine dahi tahammül edemeyen, kendi doğrularınla yaşayan, ezilmenin, acı çekmenin yontulmuş haline erişememiş, benim gözümde halen daha çocuk olan birisin…”

Böylesine uzun bir cümleyi tam olarak hatırlamış olmak hakikaten gurur verici. Böyle bir cümleyi muhatabına onu kırmadan söylemek ise büyük bir yetenek ve zarafet gerektiriyor sanırım. Böyle bir insan da olmadığına göre, bu durum için imkânsız demek de pek tabi mümkündür. Samimiyete sarılmaya çalışan ve sürekli ışığın üzerine çevrilmesini isteyen bir ruha böyle şeyler söylemek gayet gerekli aslında. Anlamadığım şey; neden pişmanmışım gibi hissettiğim…

“Bahsettiğin dostluk kavramının içini boşaltmıyor kimse. Herkes kendi dostluk kavramını yaşıyor. Kavramlar insan gözünde görecelidir. Dostluğun bilmem kaç tane farklı tanımı vardır. Sen beşincisini benimsemişsindir, ben kırk üçüncüsünü. Fakat diğer insanlar da bu dünya içinde nefes alıyor ve geri kalan tanımları yaşatıyorlar. Zihninde kalıplaştırdığın doğrularının etkisi bütün bunlar…”

Çok felsefi ve bir o kadar sıcakkanlı olmam gerekiyordu o anda. Karşımdaki her an patlamaya hazır bir volkan gibiydi çünkü. Bir o kadar sevimli ve kendine has… Yine de birileri bir takım yanlışları ortaya dökmek zorundaydı. Ve biliyordum ki; bu söylediklerim bir başkasının ağzından dökülse o kişi için çok üzülürdüm. Böylesine bir muharebeden en az hasarla çıkacak kişi bendim zira. Konuşurken ellerimi ovuşturuyordum. Avuçlarım terliyordu. İncitmekten ne kadar da korkuyordum. Hâlbuki incitmemek imkansızdı…

“Kimse senin yaptığın yanlışları yüzüne vurmamış. Sende yaptıklarını ve düşündüklerini doğru görmüşsün bu yüzden sürekli. Şimdi ise, bunca zamandır olmayan şey olmuş. Senin doğrunun yanlış olduğu uygulamalı anlatımlar ile ispatlanmış. Sen ise karşılık olarak kabullenmek yerine çemkirmeyi, reddetmeyi tercih etmişsin. Üstüne savunma mekanizman devreye girmiş ve senden beklenmeyen çıkışlar yapmışsın…”

Bunları söylerken bile halen dikenlerinin ucu bana dönüktü. “İşte yine yapıyorsun farkında olmadan” diye kaç defa söylediğimi unuttum. Kabullenmezlikler içindeki bir karakterin içten içe kendine sorgulamaya meylinin portresiydi artık karşımda duran. Cümlelerime karşılık vermeyen, esprilerime gülmeyen ve alık bir çehreye bürünen bir siluetti şimdi o hırçın kız. Ayrılırken bile isteksizdi sarılmak hususunda. Kırılmıştı besbelli. Suratı düşüktü ve bu beni yaralamaya yetti. Fazla mı üstüne gittim veya bunları hiç mi konuşmasaydım diye kendimi yedim ayrıldıktan sonra. Ancak bir yerlere toslamadan frenlerin boşaldığını söylemesi lazımdı birilerinin…

O günden sonra üç gün daha görüşemedik. Telefonlarıma cevap vermiyordu. Kendi iç hesaplaşmasını yapıyordu sanırım. Bunca söylenenler alarm sinyallerini devreye sokmuştu. Bu yaptıkları bir yanlış değildi. Benim düşüncem; herkes hayatında bir defa zor olanı yaşamalı idi. Kolaylıklar sabitlikler yaratırdı. Ona olanlar ise yaşamamışlık kaynaklı bir takım eksikliklerdi. Bir gün telefon çaldı. O vardı hatta. İki üç cümle sonra anlamak kavramı hakkında yenilikler yapmak gerektiğini düşündüm. Karşımdaki ses bana sadece tek bir cümle söyledi bunu düşünebilmem için:

“Dostluk kavramının içini boşalttınız siz!..”