15 Ocak 2013 Salı

mithat'ın kendinden büyük hayali

"... çünkü hep böyle zamanlarda geliyor benim aklıma ölüm. bir çeşit ölçü birimi olsa gerek kafamda bu olgu. o anda olduğum yerde bakışlarım sabitleniyor ve hayal ediyorum ölümü. senin ölümünü. bana öyle kızgın bakıyorsun ama söylediklerim aslında kötü şeyler değil. ben ne zaman ki hayal ettim öldüğünü, o zaman anladım seni ne kadar çok sevdiğimi."

mithat kendi tabiriyle kötü bir şey anlatmıyordu, yine de gözleri doldu. karşısındaki şaşkın ve gözleri dolu surata baktı kısa bir süre. duygularını törpülemeliydi ağlamamak için. zihninin ufkundan daha öte bir hayal kurmuştu ilk, belkide son defa. ufak bir yutkunmanın ardından yeniden başladı konuşmaya;

"o gün sabahın köründe zar zor kalkmışım. akşamdan kalmayız, önceki geceyi sorsan bana halay meyal hatırlıyorum derim. zaten beraberken hatırlamanın ne önemi var ki senden başkasını? atölyeye atıyorum kendimi güç bela. kapıyı açar açmaz burnumun direkleri sızlıyor tahta cilasının keskin kokusundan. midem bulanıyor. ben her zaman olduğu gibi kusamıyorum tabi. yetişmesi gereken eski usul bir sallanan sandalye var sipariş. bir babanın çocuğuna alabileceği en orjinal doğum günü hediyesi bu olsa gerek..."

gülümsedi mithat. konuyu aynı tonlamalarla ve üzerine bir kaç tane daha espri katarak anlatmayı düşündü bir ara. bahsetmek istemidi ölümden. ancak laf ağızdan çıkmış ya bir kere, el mahkum devam etmeli anlatmaya. kendi gerçeğini kendi içinde de doğruladı mithat ve sesi kalınlaşıp ciddileşti bir anda;

"telefonum çalıyor. siparişler için arıyorlar sanıyorum... hayır değil. arayan funda..."

bir insan tasvir edin. küçük bir dünyası olmayan birini. bildiğiniz herhangi bir normal yaşatıya sahip olmayan, herhangi birinden daha renkli bir hayatı olan biri olsun bu. böyle biri kendini hayallerine böylesine teslim eder mi? kaç hayalperest kendi kafasında tasarladığı bir kurguya kendini inandırır? üstelik sonunda dehşet verici bir ölüm olan hayale? iki ihtimal, ya insanlar böylesi hayallerden uzak dururlar, ya da eli kalem tutanlar yazarak anlatmak için düşerler böylesine hayallerin peşine. ancak kimse sonunda kendini hüsrana gark edecek bir hayalin esiri olmaz. bu insan en hayalperest olanlarınız içerisinde olsa bile...

"o söyleyince hatırladım. gece sen evine kendin gitmek istedin, ben ise kabul ettim. çünkü ben hiç bir zaman karşı gelmedim senin isteklerine. bunun cezası mıdır nedir o arabanın altında can vermişsin..."

derin bir yutkunma daha geçiyor mithat'ın boğazından.oturduğu masanın başında duran sudan bir kaç yudum alıyor hızlı hızlı;

"sokağa atıyorum kendimi zar zor. nefesim kesiliyor, bir duvar dibine oturuyorum. kalbimin hiç bu kadar sızladığını hissetmemiştim. fark edenler başıma üşüşüyorlar. el yordamıyla iyi olduğumu anlamaya çalışıyorlar. ben itiyorum onları başımdan. durun diyorum, biraz bekleyin de size anlatayım ne olduğunu...

'biz aslında toplasanız yedi kişi filanız. ama birbirinden ayrılmaz cinsten değil. birbirinden ayrılır ancak zamanı geldiğinde aynı yerde toplanmayı bilir cinsten. hep beraber çilingir masamızı kurar gülüşürüz birbirimize mutlu mesut. herkes kıvamını da bilir üstelik. bir ayten tutturamaz ayarını. hatta bir seferinde o haliyle bizi gondola bindirmişti de telef olmuşuk hep beraber. ben aynı anda bu kadar çok insanın bir arada kustuğunu görmedim. ve aynı anda bu kadar çok insanın aynı anda tek seferde lunaparktan çıkarıldığını da... böyle durumlarda başımıza ne gelirse ayten yüzünden gelirdi. ay canını sevdiğim, eline ne de güzel yakışır rakı bardağı. bir de içmese o kadar çok. sadece bir kere uyardım onu. yapmamasını söyledim. o kadar güzel reddetti ki beni haspam, insana kızmadan ona öğüt vermekten vazgeçmekte varmış bunu fark ettim sayesinde. o da keşke fark etseydi böylesine içmemesi gerektiğini...

ben ayten'i çok seviyorum a dostlar. az önce anladım ben ona aşıkmışım meğer. anladım anlamasına da ne alemi vardı şimdi ölmenin, ya da ne alemi vardı şimdi benim bunu fark etmem için ayten'in ölmesinin? allah rızası için biri bana söylesin bunu? kim, ne için geç kaldı?.. ben dünyanın en güzel kadınına aşığım. ne tuhaf, dünyanın en güzel kadını... ölü...'

kimi delirdiğimi sanıyor. her durumda herkes aynı anda tutup kaldırmaya yelteniyor beni. zar zor geliyorum hastaneye. derken günler dönüyor ve mezarlıktayım. ben o günden sonra hep mezarının başındayım. hiç gitmek istemyorum. yanıbaşında saça sakala karışmışım sessizce vusatı bekliyorum..."

içinden koca bir varil zehir boşaltmışcasına rahatladı mithat. bir insana sevdiğini söylemek ancak bu kadar eziyet verici olabilirdi. hem kendisi hem de karşı taraf için. bir anda konuşmayı bitirdi mithat. hayalini anlatmak tüm gücünü tüketmiş gibi susturdu bedenini. öylece boş boş baktı karşısında duran aynaya. ardından yatağına yürüdü ve yine her zamanki iki büklüm uyku haline bürünüp kapattı gözlerini başka bir hayalin ardına düşmek için...

Gebelik Çemberi



—"Ben hamileyim." diyesim geldi.
—Ben de "Parmağından mı?" diye sorarım o vakit.
—Hamilelik bi' an süren bir durum değil biliyorsun ki. Meselâ 3 aylık hamileysem işler değişir.
—Demek istediğim, hamile olmana sebep olan ben değilsem belki de parmağındır. Hem sorun değil, senin hamileliğin benim hamileliğim. Aynı şey. Ben senin yerine âdetten falan da kesilebilirim meselâ. Bak bu konuda deneyimliyim de. 25 yıldır bir kere bile gelmedi bu olay başıma. Âdetten kesilmek ne demek, en iyi ben bilirim bence.
—Peki, hiç yaşamadığın bir şeyden kesilmek mümkün mü sence?
—Neden olmasın ki? Hem belki de ben kesik doğmuşumdur. Peygamber sünneti gibi, bu da Peygamber regli. Bence çok mantıklı.
—Gülüyorum sadece. Dalga geçiyorum anlamında değil. Çok mantıksız bir şeyi mantıklı hale getirdiğin için.
—Bence bütün problem kadın bir peygamber olmayışından ileri geliyor. Arada bir geri gelse kadın peygamber de olurdu ve biz bunları konuşmuyor olurduk. Bu durumda bizim bunları konuşabilmemiz için bir kadının peygamber olmayışının ileri gelmesi gerekiyor ki bu ileri-geri muhabbeti bana seksteki misyoner pozisyonunu anımsattı. Buradan da misyoner-peygamber bağlantısı kurunca gebelik çemberi tamamlanmış oldu bence.
—Misyoner pozisyonu nedir, bilmiyorum.
—Kadının sırt üstü yattığı, erkeğinse kadının üzerine yüz üstü yattığı pozisyon. Bence bu pozisyon bariz ofsayt ama ofsayttan gol atmanın da tadı başka.
—Hiç ofsayttan gol atmadım, tadını anlayamıyorum bu yüzden.
—Ben de resmi maçlara çıkmadığım, gayri resmi maçlarda da ofsayt uygulanmadığı için hemkaderiz bu konuda.
—Keşke mahalle maçlarında ofsayt olsaydı o zaman.
—Kimse yan hakem olmayı kabul etmezdi ki.
—Düşünüyorum da bizim mahalle maçlarında gördüğüm kadarıyla hakem bile yoktu.
—Bizimkilerde de yoktu. Zaten olmasının da mahalle maçı ruhuna aykırı olduğunu düşünüyorum.

11 Ocak 2013 Cuma

Diyorcek

10.01.13

Metronun kapısına yaslanmış duruyordu. Önünde duran koltuğun arkasına sağ omzunu vermiş dikilmekte olan bir genç, kulaklarındaki kulaklıklara rağmen dışarıdan duyulabilen bir gürültüyle müzik dinliyordu. Şarkı tanıdıktı: Teoman - Rapsodi Istanbul. O an duyduğu kısım ise şarkının en beğendiği kısım idi: "Bitene kadar bitmez hayat, bitti mi de biter ama!" Kendini şarkının ritmine kaptırmış olan genç adamın kafa sallayışlarından gözlerini alamıyordu. O an içinde onu daha yakından tanıma arzusu uyandıydı ki metronun hoparlöründen bir sonraki durak duyruldu: "Bir sonraki istasyon: Stadyum." Bu, genç kadının ineceği duraktı.

Duyuruyu duyan genç adamın sese hafifçe dönmesi sonucu birdenbire göz göze geldiler. Adam, bir şeyler olması gerektiğini hissetmişçesine gözlerini büyük kahverengi gözlere kilitlemişti. Metronun yavaşlaması için makinistin frene yüklenmesiyle adamın gözleri, kadının gözlerinden saçlarına doğru daldı ve bir süre orada boğulu kaldı. Burnundan solumaya çalıştığında duyumsadığı, ilkokul zamanlarında annesinin onu sekmene oturtup sırtını iliflerken duyumsadığını anımsatıyordu. Adam ağzını açtı ve "Söylemen gereken bir şey varsa, söylemen gerekir." cümlesini kadının kulak yoluna yerleştirdi, boylu boyunca.

Kadın yutkundu.
Metro durdu.
Kapı açıldı.
Kadın indi.

Metro hoparlöründen yeni bir duyuru duyuldu: "Sayın yolcularımız; teknik bir aksaklıktan dolayı bir süre bekleme yapacağız. Anlayışınız için teşekkür ederiz." Açık kalmış kapıdan gelen soğuk hava ile, yıkanışının sonuna geldiğini anladı. Kulaklıktan gelen bir sonraki şarkının sözlerine hak vermekte gecikmedi: "Yıllar önceydi, çok da güzeldi, şimdi düşününce."

8 Ocak 2013 Salı

üst kat komşum

ulaşmayı istediğim her şey elimi uzattığım mesafenin sadece bir karış ötesinde. sanılmasın bunun için cesaretim yok. bunun için haddiden fazla yürekliyim ama o bir karış mesafe hakikaten çok uzak. tembel olduğumu kabul ederim. doğrudur, miskinler benim yan apartmandan frp arkadaşlarım. ama burada anlatılan şey mesafenin hakikaten de uzun olduğu. yanına zıplamaya imkan yok, herhangi bir destek ile erişmek mümkün görünmüyor. aslında tüm deynekçiler bizim sitenin otopark işinde ama yine de hiçbiri bu mesafe için bana deynek olamıyorlar... (burada gireecek ergen cümleye dikkat) ben ise, avucumu sonuna kadar açmış, o bir karışlık mesafe yok olsun diye umut içinde bekliyorum.

zaman parmaklarımı körelten bir paslı eldiven sanki. ne garip, altı numarada oturan yazar arkadaş o kadar da gazlamıştı halbuki beni. buna rağmen ben ki diğerlerinden az aciz, parmaklarımı konuşturmak yerine beynime aşırı hayal yüklediğimi fark ettim. kafamın içinde en kötü ihtimalleri döndürdüm durdum. kazalar, ölümler, yaralanmalar, hastalıklar... sonra tek tek kimlerin kalbimi yaktığını saydım, sonuç iki çıktı. ve sonra yine o iki kişi de aynı benim gibi üzülsünler istedim benim için. üzülürler bence orada bir sorun yok. burada tek sorun bende gelişen ve kafamda yer etmek için elinden geleni ardına koymayan bencillik hissiyatı. ama öyle demeyin a dostlar, bencillik benim gündelikçim ve çok iyi ütü yapar haspam.

şimdilerde sayıca azım evet. toplasan bir, çarpsan bir, bölsen keza yine... eldenin azlığından mıdır nedir, çok olanları gün be gün azaltıyorum kafamda. mesela günleri geri sayıyorum, cebimdekini fütursuzca sağa sola saçıyorum, hatta kimse bilmiyor ama çaktırmadan sevişiyorum da, ama artık daha da az... sonuç olarak benimle sabit bir tek aşk kalıyor. lan onu da ben çoğaltmayı beceremiyorum. malum bünye çoktan aza indirgemeye ayarlanmış son altı aydır ve bir türlü üretim faaliyetlerini yerine getiremiyor. aklıma bir şüphe düşüyor derken. beceriksizleşiyorum besbelli. beceriksizliğin benimle ev arkadaşı olma isteği var bu aralar ama ben tek başıma mutluyum. öyle de olsa üzerime sindirdiği kokusu beni uzak kılıyor bir türlü olamayan herşeye.

yoğun bir iş temposuna salmışım kendimi. sabah evrak, öğlen toplantı, akşam seminer, bazı bazı teftiş... ama hep iş. asosyal bir yan komşum var, onun dinlediği şarkılar hep bunlara sebep. üç beş gülen yüz görmeyi başaramasam rahatça söyleyebilirim ki ben tükenmşim! mutlu olmalıyım şu anda aslında. çünkü üçü beşi nasıl sayabildiğimi keşfettim fark etmeden. bunun için o üç beş gülen yüzün hayrına mum dikeceğim dilimin köreldiği ve elimin boşluk da olsa uzandığı son noktaya.

hayvanlığımı fazla uzağa kaçmasın diye üst katıma yerleştirdim. evinin manzarası benimkinden güzel ve ne güzelliktir ki yine, evinin kirasını ben ödüyorum keratanın. ara sıra yanımda gezdiriyor ve insanların benden tiksinmelerini sağlamak için yardımını alıyorum. artık o kadarcık da yardım edecek bana. sonra bazı sabahlar uyanıyorum gecelerini hatırlamadığım, gelip bana anlatıyor neler olup bittiğini. ne yalan söyleyeyim, kendimi bir tek sarhoşken seviyorum. çünkü bazıları var ki beni hep sarhoşken seviyorlar...

ömrümün yirmi sekizinci basamağında tepinir dururken (bak bu da klişe oldu) daha öfkeli, daha hırçın, sabırsız, fütursuz ve ahlaksız oluyorum. bunları yapmaktaki tek amacım huysuz bir ihtiyar olarak defolup gitmek bu dünyadan...

ama yine de siz beni sevin.. ha bir de burayı takip edin çünkü yazmalar yeniden alevleniyor...