23 Haziran 2010 Çarşamba

Renkler Giyili

Önce sen beni gördün. Öyle söyledin. Bunu asla ikimiz de bilemeyeceğiz, kabul etmedin.

Sana gittik; sen, ben, bir de biz. Karanlıktı oda, odalar ve ev; Açmadık ışığı. Işığa duyarlıydık. İçimizdeki bitkinin fotosentez yapmasından korkuyorduk. Birbirimizi bu kadar arzularken, birbirimizden bağımsız olarak bir yaşam enerjisi sağlamak ikimizin de içinden gelmiyordu. Bağımlıydık ve bu yüzden bağlanmalıydık.

Önce siyahlarımızı çıkardık, ki bu zordu. Çok fazla siyahımız vardı. Oda karanlıktı, her şey siyahtı ya da biz öyle düşünüyorduk. Her şey siyaha gidiyordu, bunu samıyorduk. Bundan emindik: sen, ben, bir de biz.

Üç kişiydik. Üçümüzde siyahlarımızı çıkarıyorduk. Biz siyahlarımızı çıkardıkça oda aydınlanıyordu. Karanlık geçici bir durum gibiydi ama biliyorduk ki bağlantımız koptuktan sonra yine siyahları giyecek ve odayı yine siyaha boyayacaktık: sen, ben, bir de biz.

Sıra senin kırmızına, benim turuncuma geldi. Çıkarılmaları kolaydı. Herkes kendi rengini odanın, odaların bir kenarına çıkarıp çıkarıp koyuyordu. Benim turuncum senin kırmızından daha kolay açıktığı için kırmızından geri kalanı çıkarırken seni izliyordum, sen kırmızını çıkardıkça aydınlanan odada, odalarda.

Bir oda vardı, çok oda vardı. Duvarlar saydamdı. Varlıklarından emin değildik. Sen yıllardık kaldığın bu evin odalarının duvarları olmadığını, o yüzden yalnızca bir odanın var olduğu konusunda ısrar etmiyordun. Tek ısrarın bir sonraki rengi çıkarmamdan yanaydı. Çıkartacaktım.

Sıra beyazlarımıza gelmişti. Beyazlarımızı çıkarması keyifliydi. İkimizde de eşit miktarda beyaz olması seni üzmüştü çünkü sen de beni, ben beyazlarımı çıkarırken izlemek istiyordun. İzledin de. Benim beyazlarım bittikten sonra senin beyazlarını çıkarmanı bekledim. Sen beyazlarını çıkardıkça oda, odalar daha da aydınlık hâle geliyordu, geliyorlardı.

Aydınlık gözlerimizi alıyordu ve geri vermiyordu. Ama biz gözlerimizi geri istiyorduk çünkü birbirimizi görmeye ihtiyacımız vardı. Gözlerimiz bize lâzımdı. Ellerimiz de öyle. Bir de...

Artık çıkaracak renklerimiz kalmamıştı. Odayı, odaları rengârenk yapmıştık. Gökkuşağına dönüşmüştü ev, oda, odalar. Gözlerimizi aldığı için birbirimize bağlanamıyorduk. Bu işte bir yanlışlık vardı, ya da yanlışlık bizdeydi. Bir hesap hatası vardı, var olmalıydı.

Önce renklerimiz gitti, sonra gözlerimiz. Gözlerimiz gitmiş olmasına rağmen renklerimizi görüyorduk Nasıl oluyordu, bilmiyorduk. Saydam duvarlara çarpıyorduk. Bu çarpmalardan sonra senin de duvarların var olduğuna inanacağını düşündüm bir ân.

O ândan sonra bütün renkleri tekrar giyindik, gözlerimiz geri gelmişti, ha kezâ ellerimiz de. Uzaklaştık ve fotosentez yapmak için ışıkları açtık.

Jazz

O geceyi hatırlıyorum.

İçtiğimizin rengi sarıydı ama portakal suyu değildi. Ama yine de suyuydu. Tadı fena değildi, ama pahalıydı. İçtikçe içesimiz geliyor ve kafayı bulmak için aynı zamanda müziğe ihtiyaç duyuyorduk. Sarı içkimiz midemizi doyuruyordu ama müzik ruhumuzu değil.
Başka açlıklarımız da vardı. Ben, birkaç gün sonra bulduğunu sandın.

Sen bulamadığımı ve bulamayacığımı biliyordum. Sen bulunamazı arzulamıştım hep. Bulmak sana göre değildi. Senin amacım daha ziyade aramaktı. Sen aramaya inanıyordum ama bulmaya değil.

Ayaklarımız çıplaktı, çünkü öyle istemiştik. İstemiştik ama beraber istemedik. Herkes kendisi istedi. Ama kimse için değil, kendisi için bile değil... Sadece istedi. Bu isteklerin tümü "İstedik." oldu.

Başka şeyler de istedik sanıyorum. Kırmızı bir ruj olabilir meselâ... Ya da kırmızı bir krampon. Belki de siyah hasır bir şapka. Kimi zaman da yalnızca siyah bir rimel.

Elde edilenler genelde siyah birer damla gözyaşı...

Siyahın bu kadar net görülmesinin nedeni gözlerimizin ışığa duyarsız olması. Bakamıyoruz ışığa. ışığa değil, ışıkla bakmaya bile bakamıyoruz. Ben senin baktığım yerde olmuyorsun. Benim baktığın hiçbir yer beni göstermiyor sana. Çünkü sen bir tek yere bakamıyorum. Sen hep her yere bakıyorum. Sen hep her yerden yara alıyorum. Hep alıyorum yara, hep arıyorum ama ne?!

Üşüyorum ama seni değil.

Özlüyorum da seni kimi zaman. Herhangi bir umudum olmamasına rağmen. Karanlığımı daha da karart istiyorum. Ama sen varken karanlıklar çok aydınlık. Bakamıyorum, göremiyorum ki bakayım. Hem nasıl? 

Gözlerim yok ki benim.

18 Haziran 2010 Cuma

sarhoş

yaz sıcağında üşütmüş bir bedenin kalbiyim ben
dişlerim sızlıyor her nefes alıp verişimde
ağzımda günler öncesinden kalma içki, sigara, haşlanmış yumurta kokusu
her adım atışımda sızlaması başımın
anne ağzı. çok can sıkıcı.
her adım atışında sızlaması...
herkes otursun yerinde!
en çok da sen oturmalısın..
öğrenin artık
3 asal bir sayıdır
ve titreşim mide bulandırır
asal sayılı sensiz gecelerde.





16 Haziran 2010 Çarşamba

DÜŞ GÖRÜSEL AĞITLAR

Betül Erenler aracılığı ile Samet Karaçul'un kaleminden...

Bir alveol boşluğuyla başlamıştı tüm hikâye. Kirli havanın içine girmesiyle daha da büyüdü ve evrildi tüm yapı. Artık geri dönüşlerin hükümsüz kaldığı arkaya bakılmaksızın ilerlenecek bir patika belirdi önümüzde. Yelkovanlar, akreplerden kaçışmaya devam ederken yük katarı pis dumanını havaya boşalttı ve harekete koyuldu. Tüm zırhlar kuşanılmıştı, sadece bilinçaltı bir patlamanın vurduğu acı kırbaçla yolculuk başladı. Seher vakitlerinin tatlı soğuk meltemleriyle, gün batımlarının hüzün verici kızıllıkları arasında bazen geniz yakan doruk soğuklarının acı duyumları bazense devasa volkanların akıl almaz sıcak lavlarıydık değdiği yerleri kavuran. Bir taraftan değişimler- dönüşümler diğer yandan eriyişler - azalışlar düelloya tutuşuyorlardı küstahça aralarında hâlbuki galibi olmayacak boş bir savaşımın değersiz kurşun askerleriydiler. Bilinçsizce, umarsızca karanlıklara mermi sıktılar ama her seferinde kaybettiler. Peki, nedendir bu kadar uğraşı ve bir varoluşu ayakları üzerinde Truva atı gibi taşıma güdüsü?

Önceleri çamurdan bir su testisiydi şekil alması kolay soğumasıyla misyonunun dışına çıkamayacak kadardı. Kızgın güneşleri gördü, nemli sıcakların gırtlak sıkan bunaltıcılığında terledi. Pek de bir şeyler anlayamadı sadece seyretti dış dünyayı. Etrafında Himalayaları kıskandıran yükseltiler belki de onun beynine kazınmış sıradağlardı ve Kafdağı hep o beyaz zirvelerin arkasında kalan idealizmin sonsuz düzlükleriydi. Düşler neredeydi peki bu yük katarı yoluna nasıl devam edecekti? Düşler, ayaklarındaki tunç'tan yapılma prangaların zincirlerine takılmaktan yürüyemezken nasıl olurda düş görülerinin sonsuz tarlarının tasvirini gölgeli, ruhsuz boşluklarla bir hiç uğruna takas etmeyi aklına getirir olmuştu. Olması gereken bu değildi ve adil olması çok büyük mucizelere gereksinmiyordu. Sığ sularda kıpırdamaktan, kirli sularda parıldamaktan ötesi de olmalıydı. Sis perdeleri usulca kalkmaya, yollarını çığların kapladığı patikaların karları erimeye namzetti artık. Kulaklarımızda asil konçertoların benliğimizi şahlandırışları, zihnimizde epik şiirlerin gözlerimizin maviliklerini yolumuza yansıtması..
Pranga zincirlerini erimeye mahkûmdu artık; bu erime destanlarında dağları eritenlere bile nazireler yapmaktaydı. Değişimler, amansız savaşımda azalışların göğsüne bir kılıç darbesi indirmişti. Şuursuz bilinç, sistem anlamsızlığıyla işlerken med cezirleriyle köhne bedenleri yırtılmış paçavra yelkenlere çevirmekteydi. Azalımlar, aldığı derin yaralara inat hortlamaya devam ediyordu. Böyle bir ucube bir savaştı, anlamsızdı ve yok olmaya hüküm giymişti.

Savaşımlar aralarında tezler üretip durdular, çatıştılar yeniden ürettiler sürekli savaştılar. Bu akış içerisinde bu köhne bedenler delirmiş kaplanlar gibi kimi zaman pençeleriyle etrafını dağıttı kimi zamanda derin yaralarla nefes nefese köşesinde oturdu. Mağlup zamanlarında, tecavüz edilmiş zihninde yola koyuluş anlarını çağırmaya çalıştı. Oradaki ikindi serinliklerini, sevgilerin nefes olup ciğerlerini doldurup sürreal gezilere götürdüğü anlarını .. Geri dönülmez evrim burayı da zapt etmişti. Bir varlık yok mu idi bu fakir varoluşu özünün özgürlüğüne kavuşturacağı yerlere üfleyecek. Onlarda yitirilmişti ya da yok olmuşlardı. Bu andan sonra yok olmaları ile yitirilmeleri, farklı suçlar işleseler de ancak ikisi de yoklardı. Aforizmalarını Diyojen in feneri gibi kullananlar, soyut duvarlarına taparken hayatının özünü kaçıran paganlar, birer kuyruklu yıldız olup beynimizin çorak tarlalarına düşüp gömülen masum yıldızlar, karşıya geçerken bırakılan eller ...

Sadece yok oldular birer nefes gibi atmosferde. Ortada bir et yığınından dışarı boşaltılan irinler gibi egotramblenler, boş inanışlar, ıslak düşler kalmıştı ve kendilerini kemirecek fareleri beklemekteydiler artık. Ucube savaşımlar nereye ulaştılar, düş katarları hangi istasyonları gördüler bilinmez fakat bu köhne varoluşlar yok oluşlarına, anlamsız dünyalarının sevgilerini bağlayıp sonsuzluğuna gömülmekten başka çaresi kalmadığına inanıp yeraltına çekilmeye mahkum edilmişlerdi...

09/01/2010


13 Haziran 2010 Pazar

Yanımdaki Çirkin

Bölüm 2: Hayat Pembe Bir Elbise

Bugün her zamankinden daha yorgun ve her zamankinden daha alaka bekler bir halde girişti mutfak temizliğine. Hayat onu duygusal ve insaniyetliği sanarak evlendiği bir adamın pençesinde günlerini geçirmesi için Adnan’ın lokantasında kimi zaman garson, kimi zaman bulaşıkçı ve çoğu zaman temizlikçi yapmıştı. Kendisi ise bütün bunları olabilmek için sadece sunulan fırsatları tepti. Ortalama bir eğitim ve bunun doğrultusunda daha makul bir iş, şimdikinden daha sağlam karakterli bir koca sahibi olabilirdi pek tabi. Ancak o önceleri ne sattığı meçhul bir ticaret işi ile uğraşan, heyecanı ve tatlı kaçamakları seven bir lümpen ile evlenip, gün geçtikçe beyninde yarattığı hayat standartlarından uzaklaşan, kocasının apartman kapıcısı olabilecek kadar elindekileri kaybettiği ve sadece madden değil duygusal açıdan da çöküntülerle dolu bir hayatı seçti. Şimdi sağ elinde bir bez, sol elinde püskürtmeli bir temizlik malzemesi ile tezgah temizliyordu. Düşüncelerinin, isteklerinin ve niyet ettiklerinin tam aksinde, umutlarının tükendiği her anı göz altı torbası yapıp güzelliğine yazık ediyordu.

Hiçbir şey düşünmeden uzaklara dalabilen nadir insanlardandı. Bu yüzden mutfak kapısının açılıp ta ”Müjgan abla!” diye bağıran sesten korkmaması içten bile değildi. Adnan’ın yenilikçi kızı kapıdan seslenmişti. Yerinden zıpladı ve kapıya döndü yünü. “Allah belanı vermesin İclal! Ödümü kopardın.” dedi.

Yüzünde güller açıyordu İclal’in. Birkaç adımda Müjgan ile aralarındaki mesafeyi tüketip özür dilemek babında sarıldı. “Kusura bakma ablacığım ya! Korkutmak istemedim.” dedi.

Bu kadarcık ilgi bile Müjgan’ın mutlu olmasını tetiklemeye yetti. “Dur deli kız. Temizlik yapıyorum deterjan bulaşmasın üzerine.” diyerek uzaklaştırdı İclal’i. Aralarındaki mesafe az da olsa açılınca Müjgan İclal’in giydiği pembe elbiseyi fark etti. Evlenmeden önce Müjgan’da böyle elbiseler ile giderdi sevgilisine. Hafif kısa giyinirdi ki oynaşması kolay olsun. Daha çok o papatya desenli kolsuz elbisesi ile çıkardı karşısına sevgilisinin. “Her sevişmemizde hep o elbiseyi çıkarmak isterdi benden. O elbisem üzerindeyken şair olur şiirler döktürürdü adıma. Ne kadar sevecendi evlenmeden önce…” diye geçirdi içinden. Elbiseye alıcı gözü ile bakıp gülümsedi. “Ne kadar güzel bu elbise. Hayırdır akşam bir randevun mu var?” diye sordu.

Utanır gibi oldu İclal. Gülümseyerek “Evet!” dedi.

O anda anladı Müjgan biri ile randevusu olduğunu. Öyle ki; İclal’in kullandığı parfüm en kadınsı ve içine sıvı şehvet doldurulmuş olanındandı. Kokladıkça hatırlıyordu. “Bana doğum günümde bir parfüm almıştı. Ertesi gün sıkındım. Kendime özen göstermediğim halde o gün kaç kişi laf atmıştı bana. Çok kıskanmıştı beni. Sadece onun için sıkmamı istedi benden parfümü. Bu zamana kadar en azından hiç kaba olmadı. Hiç bağırıp çağırmadı. Fiske dahi vurmayı denemedi. Ama ruhu buna rağmen öldü. Birazcık ilgi için dayak bile yiyebilir miyim acaba ondan?” diye düşündü. Suskunluklarının arasının giderek açıldığını fark etti. “Bu gülümsemeyi ben biliyorum. Kiminle buluşacaksın kız çabuk söyle!”

Ağzı kulaklarına vardı İclal’in. Hani var ya…” derken kapının sesi duyuldu. Açılan kapıdan içeri Adnan girdi. Konuyu değiştirir gibi “Baba. Sana baktım az evvel neredeydin?” diye sordu ve yanına gidip sarıldı.

“Babam bana hep iyi kötü bir eğitim alıp daha düzgün bir hayat sürmemi söylerdi. O zamanlar daha düzgün hayatın ne olduğunu bilmiyordum ben. Düzgün hayat babamın bana verdiklerinden ibaretti zaten. Onun elinden çıkanlar ile bir sevgilim vardı, her ikisi beni yeterince mutlu ediyordu. İlerisi için hiç kafa yormadım ki ben…”

“Dışarıda işim vardı kızım.” dedi Adnan. Kapıdan girdiği andan itibaren gözü kızının giydiği o pembe elbisedeydi. “Bu akşam neden bu kadar iddialı bir kıyafet var üzerinizde küçük hanım?” diye sordu.

Tereddütsüz “Bu akşam okulun mezunlarından bu şehirde yaşayanlar bir araya geleceğiz de ondan.” dedi tek nefeste İclal.

“Böyle bir buluşmaya neden baloya gider gibi gidiyorsun peki?”

“Çünkü babacığım bu buluşma hani şu Aksoylar balık Lokantası var ya işte orada olacak.”

Gülümsedi Adnan. “Senin orada yemek yiyecek kadar paran var mı peki?”

“Daha iyisi var… Bana istediğimde nakit yardımı sağlayabilecek bir baba.”

Gönlünü çaldırmıştı kızına Adnan. “Sen sakın bir kızın olursa ona ne işletme okut, ne de böyle pahalı yerlere gitmeyi isteyeceği kadar iyi davran.” dedi Müjgan’a dönüp.

Bir şey söylemedi Müjgan. “Babamı çok kolay kandırırdım. Her seferinde ona gittiğimi anlamazdı. O zamanlar evlenmemize neden karşı çıktı anlamadım. Biz kötü bir şey yapmamıştık. Anlamıştı bu hale geleceğimizi. Bu güne kadar ona hiç kötü davranmadı. Beceriksizliğini hiç hatırlatmadı benim hatırıma. Babam benim! Her karşılaştığımızda üzgün bakar bana. Eğer istesem geri dönmek acaba kabul eder mi beni?..” diye geçiriyordu aklından mutfaktan çıkan Adnan ve İclal’i izlerken.

Yeteri kadar mutlu aile tablosu izlemiş olacaktı ki, kendini yeniden kadınsal isteklerinin pençesine bıraktı. Birkaç yıl önce kocasının rafa kaldırdığı romantizmi hatırladı. Ay ışıkları, yakamozlar, araba kaçamakları ve daha niceleri. Kocasıyla alakalı tüm geçmişi zihninde parlayıverdi bir anda. Sevgi dolu bakışları ve sıcak gülümsemeleri bir daha nasıl elde edebileceğini düşündü. Hayatının bu denli sıradan ve bu sıradanlığın artışı ile gittikçe çığırından çıkan bir hal alışını durdurabilmenin bir yolu olmalıydı.

“İclal’in n kadar güzel bir elbisesi vardı. Beni o pembeler içinde görse ne yapardı acaba? Şarabı severdi o. Hala içmek ister ama paradan dem vurur. Eve giderken şarap alsam, çaktırmadan girsem eve, pratik bir iki parça yemek hazırlasam, hatta buradan götürsem. Öyle ya, Adnan bey israftan hoşlanmaz, burada bozulacağına evinizde meze olsun der. Soğuk mezelerden alsam. üstüne de şarap! Sonra giyinsem onun için. Dekoltemi bol tutsam mesela. Eve gidince kesin uyuyakalır o televizyonun başında. Ama zorla da olsa uyandıracağım onu. Hayattan bezmiş hallerinden sıyrılmalı birazcık canım! Sofraya otursak. Yemeğimizi yesek. Eski günlerdeki gibi. Kollarımı masanın üstünde birleştirip göğüslerimi üstüne dayasam. Göğüslerime bayılırdı o. Bekli o iktidarsız hallerinden kurtulur. Ne olur bu gece sevişse benimle! Artık bir şey için herhangi bir tepki verse! Susmasa, korkuyor gibi bir tarafa çekilmese. Ne olur ya beni bir kere olsun görse üç yılın ardından!..”

Büyüdükçe hayalleri feryatlar savruluyordu sanki her yana o hayallerin içinden. Bir saate yakın kurdukça kurdu beyninde. Emin olmadığı için hiçbir şeyden aramak istedi kocasını. Telefonu açan yine aynı bezgin adamdı ve “Ne var!” dedi sanki azarlar gibi.

Alışkındı bu ses tonuna Müjgan. “Öylesine aramak istedim.” dedi çekingen.

“Madem aradın iyi oldu. Gelirken bana sigara getir.”

“Peki ya başka?” diye sordu Müjgan. Hayallerinin içine diliyordu o anda ve morali sorusuna alamadığı cevapla daha da bozuluyordu. “Vay Salih bey!” diye mırıldandığını duydu kocasının ve beklemeden “bana cevap vermeyecek misin?” dedi öfkesine kendisini kaptırarak.

“Pembe giyinmiş bir kadın Salih beyin ziline bastı.” dedi.

“Peki!” diyip kapattı telefonu Müjgan. Kocasında bir şekilde de olsa hayat belirtisi vardı şu anda. Bir başkasını beğenmişti evet ve bu onun hormonlarının hala ölmediğini gösteriyordu. Kıskanması gerektiği yerde sevinmesi ne kadar ilginçti. Bir anda hayalini kurduğu her şeyi yapmaya karar verdi. Önce içinden o pembe elbiseli kadına teşekkür etti ve sabahı vuracak gecesi için hazırlanmaya başladı.

9 Haziran 2010 Çarşamba

Deneme

iki dudağımın arasındaydı utancın.
Şimdi seni yücelten de benim, yerle yeksan edende...
Sen kalibresiz bir silahsın ellerimde ateşlenmeyen.
Mermin de benim, şarjörün de…
Kimsenin bakmadığı taraflardan aldın kattım seni dünyaya
Doğrun da benim, yanlışında...
Sen boğulup gitmek istedin insani yanının hatalarıyla,
Günden güne ben söküp aldım seni hayatın pençelerinden.
O günlerden sonra kininde bendim, suskunluğunda...
Bakma artık yüzüme,
Kırma fikirlerimi,
Düşme ruhumun üzerine daha fazla!
Çünkü sen gördükçe beni zahir aynanda
Ben çökertmediğim için seni
Kendimden utanıyorum!
Bundan kurtulmak içinse
Sırf seni yitirmek bile olsa sonu
Yine aynı cümleyi kuruyorum;
İki dudağımın arasında utancın
Ve kalk git artık dünyamın orta yerinden...

6 Haziran 2010 Pazar

Yanımdaki Çirkin

Bölüm 1: İddia Hakemi Patron

Bugün işler kesat. Kızının sürekli ve mızmızlanarak sunduğu yeni lezzetler fikri her müşteri kaybında daha da aklında yer ediyor sanki. “Artık sadece kebap ile olmuyor baba. Daha farklı, çabuk ve basit yiyecekler gerekli. Ne olur şu fast food işine de girsek. İki patates, bir hamburger derken sadece öğle yemeği için gelenlere değil, okul sonrası aç acıkan öğrencilere bile satış yaparız. Bu sayede satışımız inanmayacaksın ama ikiye katlanır.” Diye tekrarlıyordu her seferinde kızı ve her seferinde duyduğu bu cümleler yüzünden verdiği tek bir kararı vardı: küçük kızı işletme bölümünü kazanırsa asla göndermeyecekti.

Düşünüyordu. Okul çıkışı bir sürü kendini bilmez çocuk buraya doluşacaklar ve bir anda uğultulu bir karmaşa başlayacaktı. Kendinden başka, mekanının sabit müşterileri bile sırf bu yüzden gelmeyi bırakabilirdi. Birkaç lira daha fazlası için değer miydi bütün bunlara. Yağmasa bile gürleyen, kendi halinde bir lokanta idi burası. “On sekiz yılımı iki tane patatese kaybedemem!” diye geçirdi içinden. Üstelik sürekli müşterinin hoş sohbetini hiç bir şeye değişemezdi. Kim saat kaçta gelir, ne yemek ister ve hatta ne hakkında konuşur yemek yerken hepsini bilirdi. Kenetlenmiş, kendince kırılmayan bir döngü içerisinde kendi kendini ve on iki personelini rahatlıkla götürüyordu bu lokanta. Değişmenin ne alemi vardı?

Mesela şimdi saat 12:03. Birazdan Salih ve Musa gelirler. Daha kapıdan girerken koyu bir muhabbet üzerine tartışmaktadırlar. Musa çorba içmeden yemeğe başlayamaz, Salih ise yemek yerken sıvı tüketemez. Hesabı hep birbirlerine ödetmeye çalışan iki iyi arkadaştırlar. İlaç mümessili olmaları bugüne kadar çok yarar sağlamıştır.

Ve yine zamanı geldi. Önce kapıdan Salih girdi. “Pembe diyorum. Bu kadar da iddialıyım!” diyerek hızlıca yürüdü cam kenarındaki masalarına. Hemen peşinde Musa belirdi. “Bu kadar iddia bünyeye zarar bak kaybedeceksin!” dedi. Tek kusurlarının biraz gürültülü konuşmak olması dışında her şey yolundaydı. Sesli konuştuklarını fark etmiş olacak Musa mimikleri ile sessiz olmasını istedi Salih’ten. Musa kasaya baktı. “Adnan bey, buyurunda iki çift laf edelim.” dedi.

Patron Adnan tebessüm ile başını olur manasında salladı, elindeki işini kısa zamanda bitirdi. Sanki hayattan tek beklentisi samimi bir sohbetmişçesine hızlı adımlarla Musa ve Salih’in masasına yürüdü, selam verdi ve oturdu. Kısa süre sonra siparişler geldi. Sohbet yükünü almış ilerliyordu. “Siz yine neyin iddiasına girdiniz?” diye sordu Adnan.

Sessizlik oldu masada bir an. “Önemli değil Adnan Bey. Bildiğin şeyler işte.” dedi Salih soruyu geçiştirmek istercesine.

Musa girdi araya. “Bu adamın yine çapkınlık yapası gelmiş. Biri var, tavlarım diyor, tavlayamazsın diyorum. Yemeğine de iddiaya giriyoruz.” dedi. Söylediklerinden büyük keyif alıyor gibi bir hali vardı.

“Salih, sen sözlü değil misin zaten? Daha ne çapkınlığı?” diye sordu Adnan.

Zaten Musa’nın söylediklerine bozulan Salih Adnan’ın sorusu ile keyfini yitirdi. Samimi bir dile ve kendince açıklama yapmaya koyuldu. “Sandığın gibi değil be Adnan abi! Şimdi bu salak birini gösterdi durup dururken. Kız güzel evet. Dedi ki sen bu kızı tavlayamazsın durup dururken. Gaza getirdi beni. Bende değil tavlamak üç güne yatağa atarım dedim. İddia oldu işte.” dedi sıkıla sıkıla.

Adnan biraz bozuldu bu duruma. Ona göre ters bir durumdu bu anlatılan. “Şimdi sen bu kızla beraber olacak mısın yani?” dedi biraz sinirli.

Öfkeyi fark etti Salih. “Yok canım! Sadece yan yana bir resmimizi çekip bu mala göndereceğim!”

Biraz olsun duruldu Adnan. “İyi madem. Sen öyle diyorsan öyledir. Peki kaybeden ne yapacak?”

“Kaybeden hani senin bahsettiğin balık lokantası var ya, orada yemek ısmarlayacak.”

Olanları izlerken gayet keyifle lokmalarını yutuyordu Musa. “Hatta abi eğer ben kaybedersem seni de yemeğe götürürüm. Üçümüz böyle karşılıklı bir güzel rakı balık yaparız.” dedi.

Tereddütsüz kabul etti teklifi Adnan. Müşterileri ile sağlam bir dostluk kurmayı çok istiyordu. Musa’nın sırtaran ve Musa’nın buruşan suratlarına çaktırmadan bakıyor. Sanki yapayalnız bir adammışçasına kendince mutluluk çıkarıyordu. Yemeğin geri kalanını çoğu zaman sessiz, konuşulduğu zaman ise günlük sohbetler ile geçirdiler. Adnan her ikisine tatlı ikram etti ve yemek sonunda kapıya kadar eşil etti. Lokantadan çıktığında Musa ve Salih arkalarından bakıp kendini kızına karşı bir kez daha haklı çıkardı. Patates kahrolsundu. Yaşasındı kebapların gücü!