26 Eylül 2009 Cumartesi

Geri Zekalı Bencillik Sendromu

Öyle dalmışız ki rüyasına hayatın; kalkmak bir türlü işimize gelmiyor. Uyandırılalım da istemiyoruz. Başımızda durup bir yandan dürten ve diğer yandan da kalkmamız için seslenen herkesi itiyoruz bir kenara. Yalan uykumuz hoşumuza bekçi. Onun gittiği her yerde biz de varız. Gerçeğimizden ırak ve insanlı ezip geçercesine.

Öyle ya; hepimiz kusurlu yaratılmışız. Birimizin fazlalığı diğerimizin eksiği, çaresizliği, zaafı… Bir başkasının rahatça karşı koyduğuna biz asla itiraz dahi edememişiz. Farklı yaşamışız bu yüzden. Bizi biz yapan diğerlerinden farklı olanlarımızmış meğer. Ama neden farkları kabullenememişiz bir türlü anlamam. Kendimiz gibileri yaşamışız, hep aynı pencereden bakmışız dünyaya bizler gibi olanlarla. Doğrular zaten sorun ihtiva etmez de, yanlışı gören başkaları neden hep bize ters gelmiş? Başkasının penceresine oturup empati çiçeklerini koklamamışız hiç. Gün gelmiş, yanlış sandıklarımızla dolmuş dünyamız. Neye göre, kime göre yanlışlar? Yanlışlar yanlış mı daha kestiremeden hayatımızı daraltmışız. En bariz hata buradadır ki; daralttığımız hayat yine süregelen hayatımızmış meğer…

Doğruyu görmeyi neden sevmez insan? Şeytan dediğimiz bu kadar mı sarmış içimizi ki; yanlışlarımızı –ki onlardan da emin değiliz hani- doğru bilmişiz. Kalıplar oluşmuş kimi zaman. Önce kanırtan gerçekler gibi, ama sahte, sonra ise kabuk bağlamış kalıplar. Ne içeri sokuyoruz bir tutam gerçek, ne de dışına çıkarıyoruz bir gram isyan. Çünkü bizler dünyanın en yanlışlarıyız. Hataların kulu, köpeği! Gerçeği bağırana değil de bizim gibi hissedene dönmüş yüzümüz. Allah aşkına bizim gibi olanın bize verebileceği ne olabilir?

Kendimiz gibi olana sardık ya kendimizi kurtarsın diye: Bok kurtarır o bizi!

Aynı yoldan gelen iki araba nasıl olur da yolda yan yana ilerleyebilir ki? O kadar mı çift şerit benliğimiz, ya da içimizdeki otoban o kadar mı geniş? Mümkün olsa bile bunlar aynı yolun yolcuları birbirine ne verebilir aynı yolun getirdiklerinden başka?

Gerçeği haykırana kulağımız hep tıkalı. Aslında söyledikleri şeyler çok basit! Hata hatadır! Geçmiştir! Gereken dersler alınmışsa yeniden başlamamak için hiçbir neden yoktur! Hayatın olduğu her yerde umut vardır!

Yok biz salağız! Bu kesin! Kulağımız tıkalı doğru olana. Bakın işimize gelmedi duymadık yine! Üstelik sıkılmaya da başladık bu feryattan, yardın etme isteğinden. Üstelik karşılıksız da bu inat. Ama yok! Biz kendi bitmişliğimizi tercih ediyoruz! Biz insanlar acık çekmeye gönüllüyüz zira… Bencilce kendi acılarımız bile paylaşmaya ihtiyacımız yok. Aynı hataların içinde yuvarlanmak bizim sığlığımız olmuş…

Sıkıldım ben, Başımdan gitmeli bu hak sahibi! Mazeretim de yok kahretsin ki! O zaman soğutmalıyım kendimden. Uzaklaşsın bizden. Yokmuş gibi davranayım, araya set çekeyim, duvar düşeyim, olmadı okyanus aşırı gideyim. Sonra çare terbiyesizliği ele alıp tersleyeyim! Biz ne zaman görüşecektik? Ben bir mazeret uydurarak gitmeyeyim mesela? Evet evet… Böyle başlasın her şey. Nasılsa bende yanlış atadan gelme. Varsın bu seferde hata benim olsun. Zaten kimse mutlu edemez beni, bir daha döndüremez yüzümü güzel olana. Benim benden başka dostum yok. Bu Doğrucu Davut ta kim oluyor ki!...



Kaç zaman geçti aradan* ben neden hatalardan utanılacak bir haldeyim! Biz niye böyleyiz? Hep aynıyız? Hani sen bana yardım edecektin? Benim gibi olduğun için en iyi sen anlardın beni? Sende beni mutlu edemedin işte!..

Sesimi duyan var mı?





Not: Bu yazıda anlatılanlar gerçek hayat ile bağdaştırılamaz! Bu yazıda anlatılanlar, yazar kişinin hayal ürünlerinden öte gitmeyen olaylardan türetilmiştir! İnsanların doğru olan yollarını kendileri çiztikleri günümüz dünyasında yazıda aktıralanların hepsi kişilerin bireysel seçeneklerine haksızlık içerir nitelikte olduğundan dikkate alınmaması tavsiye edilir.

Dip not: Bu yazı rüştünü inkar için 5 gün bir kenarda beklemiştir. Ancak bu mümkün olmamıştır...

25 Eylül 2009 Cuma

İstenilen Düzey

Bölüm 5: Bir Beyaz Koridor

Uyku dolu gözlerle ne kadar zor ise bakmak yeni güne doğan güneşe, aynı gözlerle yollar aşıp hastane koridorlarında fink atmak daha da zordur. Sabahın bilinmeyen bir saatinde uyanılmıştır ve güneş ne hikmetse yeni doğmaktadır. Yüz yıkanmaz, zira hastane psikolojisi taa yatağından başlar insanın beynini kemirmeye. Tahlil yapılır düşüncesi ile kahvaltı yapılmadan tüm mide sıvılarının yatakta dürtükleyen psikolojinin etkisi ile boğaza kadar çıkışıyla ekşi tatlar hissedilir dilin iç kısımlarında. İsteksiz, bitkin ve uykusuz yola konulur. Soğuk bir günün başlangıcı ile caddelere ve toplu taşıma araçlarına en az gün kadar soğuk bir selam verilir. Yol üstünde kalabalık tek güzergah hastaneninkidir. Şehrin tamamı bugün hastalanmış gibi hissedip dünyanın en cüzamlı topluluğu içinde olmanın verdiği hayattan beziş duygusu ile hastaneye varılır. O büyük kalabalık ile hastalığa çare getireceği inanılan poliklinik için sıra talep edilir hasta kabulden. Gerekli işlemler büyük bir kaos içinde, bağırışlar ve aşırı hareketliliklerle yapılır. Böylesine hayattan bezdiren bir ortamda poliklinik sırası almak gibi ulvi bir başarıyı elinde barındırmak, bu başarının bile rahatça gölgesinde kestirebileceği sabır testi bir beklemenin havasız ve beyaz bir koridor içinde kendini göstermesi ile çabucak gözden düşecektir. Sinir harbinin birinci perdesi olan muayene olabilmek için hastaneye kendini kabul ettirme evresi, ikinci perde olan doktor insan ilişkisi ile kendini devam ettiren üç perdelik bir trajedinin sadece başlangıcıdır…

Ağır bir koku yayıldı koridora. Yeterince birikmiş karbondioksit bu ağır kokunun yayılması için müthiş bir katalizör durumundaydı. Herkes burnunu tutuyor, içten içe kokunun bilinmeyen kaynağına sövüyordu. Burası cehenneme girişin bekleme salonu olmalıydı diye marjinal fikirlere kapıldı Furkan. Yalnızca başlayan mesainin ilk bir saati için tertemiz olan bu beyaz ve daracık koridorda acayip olan her şeyi düşünmek mümkündü. Mesela görüş alanı içine girmiş şu kızıl saçlı güzel kızın türbanlı olma ihtimalini düşünmek gibi. Kendini dünyaya karşı tesettürleseydi eğer kim fark edebilirdi ki bu güzelliği. Kendini saklamak ne kadar da yakışıksız olurdu o kız için. Baksa bu tarafa, bir gülse… Bunu beceremediği anda hayaller devreye girse… Lanet olasıca bu yerde beynini düze çıkartmak için her türlü hayale açıktı Furkan’ın beyni o anda.

O kızdan ümidi kesip ne zaman fiziksel kusurları olan insanları izlemeye koyuldu Furkan ve içindeki huzursuzluk bir kat daha arttı, işte o sırada bir patırtı duyuldu. Bir hasta ailenin korunması kanununa aykırı ne kadar küfür varsa savurarak çıkıyordu Furkan’ın da bir umutla sıra numarasının okunmasını beklediği odadan. Güvenlik görevlileri bitti kapının ağzında ve sakinleştirmek için buldukları en saçma yöntem eşliğinde kolundan tutup çekmeye başladılar hastayı. Hasta bu müthiş ilgi karşısında nankörlük edercesine feryadını daha içten dile getirdi ve bozulan ağzının yaylarını biraz daha gevşetti. Orta zamanlı bir arbedenin sonunda hasta hastalığının etkisi ve kollukların kol kuvvetlerinin altında kalması ile muayene odasından uzaklaştırıldı. Herkes olanları en tükenmiş ve anlam veremez tavırlar içerisinde izlerken muayene odasından çıkan görevli Furkan’ın umuda giden, o günlük uğurlu olan numarasını Bağırdı koridora.

“Otuz iki!”

Kalabalığı yarıp otuz üçün yankılarını duymadan daldı odaya Furkan. Odadaki iki masadan doktor olmadığı her halinden belli gevşek tavırlı bir kız canlısına sağlık karnesini ve sevkini teslim etti. Aynı anda selam verirken lafı ağzına tıkarcasına “Şikayetin nedir?” dedi doktor.

Kendini kazık soran bir bilgi yarışmasında hissetti Furkan. Küçük bir tıkanıklığın ardından elini karaciğerinin üstüne götürerek “Şuramda bir ağrı var. Sanırım karaciğer.” dedi.

Hiç istifini bozmayan doktor masasındaki kağıtlardan iki tanesini aldı üzerine anlamsız işaretler koydu. “Bununla önce kan tahlilini yaptır, bununla da röntgen çektir. Sonuçları alınca getir göster” dedi işaretlediği kağıtları yüzüne bile bakmadığı Furkan’a uzatırken.

Gördüğü yoğun ilgi şaşkına döndürdü Furkan’ı. Eline sıkıştırılmış iki parça kağıt ve sekreter kızdan aldığı sağlık karnesi ile odadan çıktı usulca. En nihayetinde tıpkı diğerleri gibi olmayı başarmıştı. Beyni durmak üzereye yakın, elindeki kağıtlarla nefes almadan ilerlerken kalabalığın içinden duvarlardaki yol gösteren levhaları okumadan kuvvetsizleşen hisleri ile ilgili tahlilleri yapacak yerleri arıyordu. Az biraz halsizleştiği bir anda koridorlarda ortamın huzuru için değil de sanki insanlara koca bir kas yığının sanatsal sergisini sunmak için dolaşan güvenlik görevlisinin uyarısı ile uyarı yazılarını okuyarak yolunu daha kolay bulabileceğini hatırladı. İçinde bir dirhem beyninin olmadığını düşündüğü o adam Furkan’ı utançlara boğdu. Bitmeye meyilli enerjisini utancına aktararak sıkıntısını bir kat daha arttırdı sonunda ve olası cinnete daha da çok yaklaştı.

Neden verildiğini anlamadığı röntgen tahlilini yaptırdı ilk ve kan vermek için sıraya girdi. Umduğundan daha hızlı ilerliyordu sıra ve yine ön saflardan bir feryat ile uyumaya yazan bilinci kendine geldi. Doktor sırası beklerken gülümsemesi için dualar ettiği kızıl saçlı güzellik “Biraz daha yavaş olabilirdiniz! İnsanız biz nihayetinde! Koluma saplamanız gerekmezdi iğneyi!” diye bağırarak hızlı adımlarla geçip gitti Furkan’ın yanından. Yüzünde masumane bir öfke ile yine güzellikler saçıyordu Furkan’ın kapalı şuuruna.

Adım adım ilerleyen kan verme sırasına ayak uydurmakta zorlanıyordu Furkan. Sıranın kendisine gelmesine az bir süre kaldığından kız koridorda bir bankta oturuyor Furkan ise kan verme odasına giriyordu. Hemşirenin kimseye kan alırken torpil yaparak acısız işlem uygulamadığını iğne koluna batar batmaz anladı Furkan. Erkekliğinden sebep bağırmadı, ses dahi çıkarmadı. Bol bol yutkundu sadece. İşlem bitince koluna koca pamuktan bir tampon koydu hemşire ve önündekini kovarcasına sıradakini çağırdı. Sallanarak çıktı Furkan odadan. Kan verme işlemi daha da yormuştu. Sallanarak yürüyordu beyaz koridorda. Dışarı çıkıp nihayet bir şeyler yemenin zamanı geldiğini düşünerek pozitif fikirlerden enerji üretimine başladı. Yeniden karşısına çıkan kız bu kez çok daha garip bir surat ifadesine bürünmüştü. Yüzü soluk haksizce oturduğu banka yığılmış bir haldeydi. Elinde tuttuğu kağıtlar usulca kayıp gitti mermer zemine. Vücudu da yere kapaklanacak gibi eğildi ardından. Durumu fark eden Furkan hemen yanına koştu kızın ve yerdeki kağıtları toplarken. “İyi misin?” diye sordu.

Kafası kaldırıp Furkan’ın yüzüne bakmaya bile hali olmayan kız “İyi değilim. Çok bitkin hissediyorum!” dedi sönük bir sesle.

Yardım etmek istiyordu Furkan. Az önce hayalini kurduğu gülümsemeler ve uzaktan kesişmeler yerini muhtaç bir insana duyulan acıma hissene dönük yardım etme isteğine bıraktı. “Tutun bana da kantine kadar gidelim. Orada bir şeyler yer ve kendine gelirsin.” dedi ve kızı yavaşça kaldırdı oturduğu banktan. Koluna girdi ve iki muhtaç kıvamında koridorlarda adım alıştılar kantine kadar beraber.

Meğerse, kendine gelmesi için bir lokma yiyecek yeterliymiş kızın. Bir lokma poça ve bir yudum kahve sonra dili çözüldü, bitmiş vücudu yeniden hareketlendi. Selen olan adını, hastaneden bulunuş amacını, hayata dair bir saat içinde kurulabilecek tüm cümleleri sarf ediverdi bir seferde. İlk kez suskunluğundan keyif alıyordu Furkan. Karşısındakinin komik konuşma tarzını takip etmek çok eğlenceliydi. Arada bir sohbetin yönünü belirleyen birkaç cümle kuruyordu o kadar. Hayatlarının en bunalım dolu gününde birbirleri sayesinde rahatlamayı başarmışlardı Selen ve Furkan.

Öğle tatilinin hemen ardından koşar adımlarla tahlil sonuçlarını aldılar beraberce. Çok anlıyormuş edası ile birbirlerinin kan değerlerinin olduğu tabloya bakıp espriler çıkardılar kısa bir zaman. Öğleden önce bitkin halde olan bu iki afacan koşarak gittiler doktorlarının polikliniklerine ve ilk sırayı kapmayı başardılar tahlil sonuçlarını gösterebilmek için. İçlerindeki haylaz tüm hastane zorluklarını ve uyumsuzluklarını yenmiş gibi neşe saçmaya çalışıyordu da etrafa, kimsenin bu neşeden gelen sıcaklığı fark edecek hali bile yoktu.

Doktorun odaya girişinin hemen ardından arkasındaki koca kalabalığın itiş kakışları ile odaya girdi Furkan. Doktor yine yüzüne bakmıyordu. Tekrar şikayetini sordu Furkan’a. Furkan konuşurken duvara, duvar Furkan’ın elinden aldığı sonuçlara bakıyordu ve daha Furkan cümlelerini bitirmeden ilaçları yazmaya koyuldu. “Karaciğerinde ufak bir yağlanma var. Alkol alıyorsan azalt. Zaten bu ilaçlar yüzünden bir hafta içemeyeceksin. Bir hafta sonra şikayetlerin sürerse gel ilaçlı film alalım.” dedi Furkan sustuğu anda.

Doktorun söylediklerinin belki de duyabileceği en uzun konuşma olacağını düşündü ve ansızın sinirlendi. Böyle bir muamele ile karşılaştığı için içinde biriken öfkesini taşırmadan sağlık karnesini ve sevkini alıp koşar adım çıktı dışarı. Diğer tüm hastalar gibi olmuştu ya hani: İnsan sağlığı bu kadar mı ucuz! İlla özele mi gitmek lazım!“ tabanlı feryatlarını saydırarak çıktı koridora. Böyle ansızın gelen moral bozuklularının sarstığı bünyeler gibi küfür etmek ve bağırmak geldi içinden. Kendini eyleme dökecekti ki tam, Selen göründü bir anda tam karşısında Furkan’ın ve sinir harbinin üçüncü perdesinin başlamadan kapanmasını sağlayan bir gülümseme vardı suratında. “Ne dedi doktor?” diye sordu sıcak ve samimi.

Çaktırmadan sakinleştiriyordu kendini Furkan. “Yağlanma varmış. İlaç verdi işe… Ya sana ne dedi?”

Gülmemek için kendini zor tutuyordu Selen. “Gaz varmış bende.” dedi sırıtan Munzur dudaklarının içinden.

Furkan’da gülümsemeye başladı. “E yani?”

“Sıkı bir osuruk her şeyi çözermiş buyurdular kendileri!” dedi Selen patlattı kahkahayı.

İnsanları rahatsız eden bir gülüşme faslının ardından hastane çıkışına kadar birlikte yürüdüler. El sıkıştılar arkadaşça. Gün içinde karşılıklı birbirlerine yaşattıkları iyilikler ve güzellikler için teşekkür ettiler. Birkaç adım sonra birbirlerine son kez el salladılar ayrı yönlerde kendi yolarına ilerlediler…

20 Eylül 2009 Pazar

En Belirgin Cümleler

İşte şimdi bir şeyler yazmanın tam zamanı. Böylesine bir ayrımın içine düşmek istemezdim fakat, artık aklımdan geçenleri daha net ifade etmenin başka bir yolu kalmadı…

Varlığın ve yoklun ayrımını yaparak başlamalı söze. Elinde olanın tükettiği, olmayanın ürettiği gerçeğinden. Bu notada hep inanç devreye hep inanç girmiş. Olmayan inanmış, olan savurmuş. Çünkü varlıksız olan her daim tutunacak bir dal aramış. İnanma güdüsü ile koşturmuş duruş. Bu yüzden dünya üzerinde söz sahibi olan birçok insan geçmiş yaşantısında yokluklar içinde yaşamış ve sağlam adımları ile bulundukları noktalara gelmişler. Ve yine aynı dünya üzerinde varlık içinden gelenler ise belki varlıklarını sürdürmüşlerdir. Ancak gelin görün ki; ben bu ti insanların ne iyi hatırlandığını bilirim ne de kedilerine faydalarını.

Bu durum anlatmak istediklerime bir ölçüt teşkil etmez. Sadece kaba ir örnek yukarıda yazanlar. Tam da burada, bu kaba örneğin birkaç cümle sonrasında benim hikayem başlıyor. Benim kaba saba ve biçare hikayem…

Dedim ya elinde olan hep tüketmiş. Bunu maddi değerler ile ve bütün insanlık bazında ele almayalım. Aileden başlasın her şey. Çocukken sıkılası yanaklarımızdan öpücükleri ile içimize sevgi aşılayan geçmişimizin temelleri zaman geçtikçe bu tarz eylemlerini yerine getirmez hale gelirler. Eren oluruz ve zaten azalan bu sevgi toparcığının bir başka kaynaktan karşılanabileceğini fark ederiz. Şanslıysak eğer gördüğümüz ilgi ve sevgi, ilk başlarda içine düştüğümüz bu ilgisizlik hastalığından bizi kurtardı diye düşünürüz. Ama bu hiç de öyle olmaz. İlgisizlik hastalığının kaynağı mikrop aslında yok olmaz. Uygun zamanlarda kendini yeniden belli eder. İnsanın doyumsuzluğunun umutsuzluk ile flörtlerine denk gelir bu anlar genellikle. Daha ilk zamanlarda gösterilen aşırı ilginin kendini yavaşça devre dışı bırakması hastalığı tetikler. Önce kaybedilen ilgi geri kazanılır ve ardından doyumsuzluk kontrol edilemez bir hale gelerek söz konusu ilgiye olan açlığı arttırır. Bu saatten sonra her gülüşe, her söze ve iltifata yönelir insan. Bir çok kişi mutlu olurken, doğru oranındaki diğer birçok kişi mutsuzluğa demir atar. Sebebi ise sadece bir tek insanın ilgi problemidir. Bu sayede hastalık diyalog yolu ile diğer insanlara bulaşır her uygun anda doyum mekanizmasına saldırarak gün geçtikçe daha fazla hasar verir. Bu dönemde kişi geri dönülemez yollara girer ve ruhunda tamiri zor yaralar açar.

Bu durum bir karakter problemi değildir. Dünyanın en iyi insanı bile bu hastalık ile pençeleşiyor olabilir. Onun tek isteği biraz daha hatırlanmak gayet olabilir…

Sadece ilgi ile sınırlandırmamak gerekiyor bunu. Ruhumuzda içimizde düzeltemeyeceğimize inanmadığımız her ruhsal bozukluğun temel prensibidir bence bu anlattıklarım. Ve ne enteresandır ki; bu sorun sadece ve sadece varlık kavramından gelenlerde görülür. Bunları zihnimizde barınması için maddi anlamda zengin olmamıza gerek yoktur üstelik. Çünkü, insan beyni zaten içinde barındırdığını üretme ihtiyacı gütmez. Sürekli sevgi gören bir insan sevgiyi hoyratça kullanır. Dini baskılarla yetişmiş biri mensubu olduğu dini içinden taşırır ve dışarıya savurur. Hepimiz çocukluğumuzda aşırı yaşadıklarımızın hastalıkları ile mücadele ederiz bir ömür boyu.

Peki benim hikayeme ne oldu? Ben onu anlattım bile…

Ben yokluğumdan geldim. Sevgim kendim üretim ve dağıttım. Elimde olanı hep paylaştım. Bu yüzden hep gururla söyledim ben iyi bir insanım diye. Kendim için yaşamadım. Ve bugüne kadar hiç bu deli iddialı cümleler sarf etmedim. Ben bir köşede sessizce oturmuş güneşi seyrediyordum. Kısılmış gözlerimi açan çok güzel bir gölgeydi…

Şimdi, fişinizi çekin ve uykuya dalın. Uyandığınızda söylemek istediklerimi daha iyi anlarsınız. Şimdi de bana bunları yazamam için sebep olan bir kısım neden için kocaman bir alkış istiyorum…

Son söz olarak diyebilirim ki; sadece görmek yetmez, konuşmak kesin sonuç vermez. Bilmek için hissetmek, hissetmek için dokunmak gerekir…

16 Eylül 2009 Çarşamba

Biri

İstediğini ol bu gece.
Katil, maktul, tanık…
Kendine biçilmemiş kaftanlardan bir giysi yap.
Mazeretler süslesin parlak taşlar gibi kıyafetini.
Bir rol yarat ve oyna,
Bir ses duy ve bağır,
Bir uykuya dal, ama yalancı olsun…
Kendini haklı gösterecek her kılıfa uysun vücut ölçülerin.
Parmağının hizasında duranlar senin haksız şahitlerin.
Ez onları!..
Pestil olsunlar tek bir bilek hareketinle.
Beni de bırak hepsinin üstüne.
Al hayatını ve defol git hepimizden uzağa.
Sevenlerinin sevgisine aldırmadan koş diyarlarca öteye.
Git orada yalnız kal, biçare ol, sürün…
Sonra istediğin ol yine,
Katil, maktul, tanık…
Bir rol yarat ve yine oyna,
Bir ses duy ve bağır!
Bir başkasının ol ve asla utanma halinden.
Ama yeter ki uzak dur bizden…

9 Eylül 2009 Çarşamba

İstenilen Düzey

Bölüm 4: Psikolojik ve Fiziksel Olarak…

Etrafta sessizce konuşan gözler gördüğünde o yerden uzaklaşmalı insan. Çünkü, hedefi olduğu o bakışlar anlamlarını çözdüğü anda canını yakabilir veya sinirlerini bozabilir. Sadece bakışlardan da anlaşılmaz dillere malzeme olmak. Birileri söz konusu kişiyi gördüğü anda duruşunu düzenler, boğazını temizler veya olmadı telaşla başka bir şey ile ilgilenir. Çoğu zaman anlaşılsa da bir dedikodu içinde sıfat olunduğu, anlamazlıktan gelinir. Dedikodu üzerine diretilerek sorular sorulduğu anda yalancı konumuna düşebilir insan, aslında hiç alakası bile yokken. Rol kesen ise müthiş bir oyunculuk sergilemişçesine kendini kutlar içten içe. Mevzu bahis olunan kişi ve olaylar oracıkta kısa süreliğine unutuluverilir ve insanların hepsi sahtekarlıklarına kaldıkları yerden devam ederler.

Öğle tatilleri, mesai başlangıçları veya çıkışları, işten başını kaldıramayacakken olmadık bir anda etrafı süzüp rahatlama isteklerinin tümünde her daim bir çift göz vardı Furkan’ın üzerinde. Konuşmasalar da ima ediyorlardı sanki bir şeyleri. Hayatı ile ilgili ne kadar çok konuşursa o kadar insan gözünü Furkan’a dikmekten alı koyamıyordu kimi zaman. Oysaki diğerleri gibiydi Furkan. Sıradan bir hayatı olmuştu. Diğer insanların yaşadıklarını yaşamış, güldüklerine gülmüş, bilinçsizce tepki göstermiş, beyninden çok güdüleri ile hareket etmişti. Yani standart bir insan prototipinde bulunan tüm belirtiler Furkan’da mevcuttu. Buna rağmen insanların bitmek bilmez merak ve hayal güçlerine dayalı abartma güdüleri hızla çalışmaya devam ediyordu. Karşılarında her an süzdükleri adamın duruşundan, yürüyüşünden ve hatta oturuşundan bile mana çıkarıp saatlerce bunları birbirlerine anlatabilirlerdi, etraftan duydukları Furkan merkezli hikayelerden destek alarak. Kimse susmak nedir bilmiyordu ve Furkan bundan hastalıklı bir zevk alıyordu kimi zaman.

Bir karşı cinsin yanı başında tesadüfen dursa çapkınlık ve evlilik, gün içerisinde biraz asabi görünse saygısız, mutlu ise kesinlikle hayatında yeni biri olan… ve daha bir çok duruştan vb. durumdan çeşitli anlam kombinasyonları oluşturabiliyordu insanlar. Hastalıklı zevkinin içinde saçma sapan bir sefa süren Furkan daha ne kadar durumdan memnun olabilirdi ki?

Günlerin hangisi olduğunun önemini yitirdiği bir gün, amirinin sekreteri ile iki defa sadece selamlaşmasına rağmen adının çıktığı ve önceki gün parmağının üstünde ustalıkla çevirdiği kalem sayesinde eski zamanlarda cebinde kesici alet taşıdığını ilk defa öğrendiği zamanlardan birinde, babasının dolandırıcılık yaptığını öğrendi Furkan. Geçmiş zamanda Çankırı’da babasının işlettiği bir bakkalın iflas edişi hikayesiydi bunun kaynağı, kooperatiften ev gelecek vaadiyle dolandırılan baba, mağdur olmuştu sadece ve Furkan aptallık edip bunu da diğer basit hikayeleri gibi üstün körü anlatmıştı insanlara. Dilden dile yayılan hikaye kendi anlatımını güncelleyerek bu hale gelerek Furkan’ın karşısına çıktı. Olanlara şaşırmak yetersizdi, öfkeden kudurmak ve hatta bunun sorumlusunu bulup olay çıkarmak da gerekirdi.

Kim olabilirdi bu dedikodunun asparagas sorumlusu? Çevresindeki memurlardan herhangi biri? Dışarıdaki esnaf? Diğer kurum memurları? Öfkelenmemek elde değildi. Üstelik soracak kimse de yoktu. Çünkü kimse sorsa kapı gibi bir “hayır!” cevabı karşısına dikilecekti. Dedikoduyu çıkaranı kimse bilmiyor, bilse dahi söylemeyeceklerini sürekli deklare ediyorlardı. Diğer taraftan herkes göz ucuyla Furkan’ı takip ediyordu. Böylesine sinir laçkalaştırıcı bir ortamda gözleri kime odaklansa Furkan’ın ya duruşunu düzeltiyor, ya ilgilenecek başka bir şey buluyor, ya da “öhöğm!” sesleriyle boğazını temizleyerek karşısındakine izlendiklerini ima eden bakışlar atıyordu. Rezalet zaman içerisinde doruk noktasına ulaşmıştı ve önceleri zevk aldığı bu malzemelik merak insanlığı iyice canını sıkmaya başlıyordu Furkan’ın. Herkesin başının altından çıkan binlerce söz kimse tarafından söylenmeyerek Furkan’ı yalnızlığına alışma konusunda daha da ikna etti.

Tek dostu mey, mekanı meyhanelerdi Furkan’ın. Bu şehirdeki insanların neden soğuk olduklarını, insanları kabullenmediklerini anlar gibiydi nihayet. Sıcakkanlı olmak da, soğuk durmak da bir şey ifade etmiyordu bu insanlar için. Şehre gelen ünlüler bile ilgisizlikten muzdaripti. Kaldı ki Furkan ne eylesindi. Kendisini atının terkisine atmış, yaban ellerde tek başına oradan oraya savrulur gibi her gece alkol oranı farklı bir içki denemek eylemine girişti. İstediğini elde edememek çarelerini 75 cc’lik şişeler hapsetmişti. Yine de işe zımba gibi gitmeyi, önceki gece hiç sarhoş olmamış gibi görünmeyi gayet güzel başarıyordu. Mesai arkadaşlarına sağlam görünmek içinde tahmin edilemez bir hırs ile bütünleşmişti. Sapasağlamdı her gün işe başlarken, tökezliyordu her gece feneri söndürürken… geceleri kimi zaman iskele civarında bir grup insan yığını gülüşerek dolanıyordu. Onların arasına katılmayı ne kadar da çok isterdi. Ancak korkuyordu…

Depresyonun eşiğinde ayaklarını sallandırıyordu boşluğa doğru Furkan. Hayatında hiç bu kadar ıssız kalmamıştı. İzin hakkı olmadığından memleketine gidemiyordu da üstelik. Hani bir doktor kandırıp rapor alsa, o bile ne sözlere gebe olacaktı kim bilir. Mutsuzdu, kendince dipteydi. Hayat felsefeleri türetti kendini anlatan bir süre saçma sapan. Şiir bile yazmayı denedi de bir türlü tek kelime dahi yazamadı. En iyi yaptığı şey rakı şişesinde balık olmaktı ve o bile artık karaciğeri üzerinde ağrılarla hükümdarlığa yürüyen bir savaş başlatmıştı. İlk ağrılarından hemen sonra artık dayanılmaz olan karaciğer istilası bir gece hastane acilinde kalçadan vurulan bir ağrı kesici iğne ile son buldu. Ertesi sabah poliklinik muayenesine gitmesini önerip az ilgi ile evine gönderdiler Furkan’ı. Her şey tammış gibi bir de doktor telaşı çıkmıştı başına. İsyan etmek için çok halsiz bile olsa gözlerini kısıp hayata seslenmek istedi:

“Daha kötü ne olabilir!...”