31 Ekim 2008 Cuma

İstenilen Düzey

Bölüm 3: Merak Hortlaması

Tedavisi olmayan bir hastalık gibi gelir yalnızlık insana ve hatta insan hasreti çekene. Anlaşılmaz nefes darlıkları, sürekli olarak kendini tekrarlayan kalp kasıntıları –ki, biz öyle sanmaktayızdır- ve televizyonda boy gösteren her saçma dizideki duygusal sahnelerin ardından dolan gözler fizyolojik belirtiler olarak vücuda oturur. Dikkat dağınıklıkları, saçma şeylere duyulan meraklar, yol çizgilerinin ve elektrik direklerinin adım başı sayılması, cama çerçeveye takılan isimler ve herkesin en aşina olduğu çizgilere basmadan yürümek de davranışlara yansıyan yan etkilerdir. Zamanla bu davranış bozuklukları internet ortamından arkadaş yapmak ve onlar ile anlamsız ilişkilere girmek gibi ileri seviyelere ulaşır. Furkan, ileri seviyelere ulaşmak için ilk adımları atmak üzereydi ve henüz bir alternatif çözüm yolu üretememişti kendi kazdığı çukurdan kurtulmaya.

Son numarası pes etmek niteliğindeydi aslında. Gizem adamı olmaktan uzakta, sosyolojik yaşam alanlarının bir kenarında pusuya yatarak, yakaladığı ilk kurbana cümleler kuracaktı. Bunu bile planladı Furkan. Her şey yavaş yavaş gerçekleşecekti. Bir defa da üstüne çullanmak kişiyi korkutabilirdi ve akabinde Furkan başladığı yere yine ve yine geri dönebilirdi. Öncelikle kendine bir kurban seçti. Mesai ortamından bir erkekti gözüne kestirdiği. Yaşı yaşına, boyu boyuna göreceliğinde olan bu kişi Furkan için büyük bir kafa dengi potansiyeli taşımakta idi. Avına yaklaşan bir bengay kaplanı gibiydi Furkan. Önce birkaç cümle, havadan sudan açılmaya zorlanan konular ve peşi sıra gelen özel hayata ve fikirlere dair kelamlar ile avını köşeye sıkıştırdı bir hafta içerisinde. Ne yazık ki, gerçekten mesai arkadaşını bir av olarak görüyordu ve bunu arkadaşına da belli etti istemeden. Sürekli konuştu içini onun üzerine boşaltırcasına. Bunca paragraf dolusu cümle ağır geldi ona ve uzaklaşmak istedi Furkan’dan. En son yapılan iş dışında görüşme teklifine mırın kırın eden fakat manidar bir red cevabı ile kaçmayı başardı genç adam. Furkan ise yine ve yeniden, hatta tekrardan bir başına kaldı.

Tek başına kalmak yeniden belki de en az hasarlı sonuç olabilirdi Furkan için. Nefsini köreltemeyip döktüğü içini artık koridorlardan, köşe başlarından ve tüm daire personelinin ağzının içinden toplamaktaydı. Sustuklarının yaptığı parça tesirli patlama en çok onu zararlı çıkarmıştı. Herkes en azından bir cümlelik bilgiye sahipti Furkan hakkında. Zaten bu tek cümle de insanlara sayfalar dolusu anlatacak hikayeler yaratmaya yeterdi. Ne kadar sakin yaklaştığını düşünse de, bir erkeğe kendinden durmaksızın bahseden başka bir erkek sevimsizlik ve bıkkınlık yaratırdı. Hesap edemediği bu durum şimdi insanların ağzında geviş malzemesi bir başı eğik olmasına sebep olmuştu. Şu saatten sonra kiminle konuşsa ayrı bir dalga konusu, farklı bir espri malzemesi ve bazıları sayesinde fıkralara malzeme olacaktı.

İnsanların meraklarını köreltmek tehlikelidir. Zaman içinde unutulan ve hortlarmışçasına gün yüzüne çıkan tüm merak konuları nedeni bilinmez bir hırs küpünü de beraberinde getirir. Geçmişte öğrenilemeyen şey her ne ise sonradan öğrenildiğinde daha da merak uyandırıcı olur. Bu kez daha derin incelenme gereksinimi duyar insan. Sürekli araştırır ve bir sonuca varma yolu arar. Bulamadığı yolları ise kendisi yaratır. Çünkü, meraksal sabrının sonunda olan insan kendi merakını yine kendi yöntemlerince dindirmek istemektedir. Bu bir çeşit ruhsal tatmindir. Özellikle iş yeri gibi sosyal ortamlarda, Furkan gibi birinin yeniden uyandırdığı meraklar, o insanlara göre ele verilmiş kozlar niteliğindedir. Furkan’ı çıkmak istediği yere ulaşmaması için elinden geleni yaptıracak, kin tabanlı kozlardır bunlar.

Furkan kendi başına açtığı sorunların henüz farkında değildi. Şu an için sadece dedikoduların vardığı noktaları ve ağzından tam olarak neleri kaçırdığını çözmeye çalışıyordu. Konuşurken şuursuzlaştığının farkına varması geç ancak olumlu bir adımdı. İçten içe seviniyordu bir yandan da. Kafasını yalnızlığından başka kurcalayan, merak ettiren ve farkında olmasa da insanları kendisine yaklaştıran şeyler oluyordu artık. Sonunda iyi kötü diyalogların kurulacağı zamanlara adım atmıştı nihayet…

17 Ekim 2008 Cuma

İstenilen Düzey

Bölüm 2: Orijinal Yalnızlık

İyi bir çalışan olmanın ilk koşullarındandır susmak. Görmek ve unutmak da peşinden gelir aslında. Bu iki mühim gereksinime rağmen susmak birincil niteliktedir. Herkesin müptelası olduğu gizemi beraberinde getirir çünkü. Gizem insanları çeken yegâne olgu olduğundan. Susmak her zaman iyi bir sivrilme ve parmakla gösterilme sebebidir. Tek sorun söylenmeyenlerin giderek bütün vücudu şişme bir balon gibi kaplamasıdır. Zaman içerisinde bolun şişer ve en olmadık zaman diliminde patlar. Meziyet, balonun patlama anını iyi hesaplayıp yanlış yerde olmayı engellemektir.

Kamu personeli sınavı ile kazanılan yaşam hakkının izinden gidiyordu Furkan. Bu kazanımını sonuna dek ve tüketene kadar kullanmak istiyordu. Devlet memurluğuna uyumlu bilincinin frekansını doğru yönlendirmeye çalışıyordu. Bu sayede adaptasyon süreci az sıkıntılı ve vasatın altında zarar ile kapatılabilirdi. Standart insan profilinden çıkması gerekiyordu. İnsanoğlunun iktisadi emelleri doğrultusunda ha bire yeme refleksi gereği aklındaki ilk plan yükselmek ve üst pozisyonlarda yer edinmekti. Bunu yapmak için acele etmemeliydi nitekim. Nabızlar yoklanmalı, şerbetler buna göre şekerlendirilmeliydi. Daha da önemlisi her zaman iyi bir intiba bırakılmalıydı. Kendi için oldukça zor da olsa Furkan, sükut denizinde dalış derslerine başlaması gerekiyordu. Diğer çömezlerden farklı olarak Furkan, babasının da direktifleri doğrultusunda başarılı olmanın birincil gereksinimini kendisine hedef bilmişti.

Sınavı kazanıp devlet memuru çıktığı ilk gün babası seri nasihatler ile beynini doldurmaya başlamıştı Furkan’ın. Diğer tüm boş öğütlerin içinden cımbızla ayıkladığı bir tanesi karakterine ters düşen susmak gereksinimi idi. Babasına göre ne kadar susarsa o kadar iyiydi Furkan için. Bir kurumda, hele ki devlet dairelerinde susmak fiilini yerine getiren insan fark edilmek hususunda diğerlerinden bir adım öne geçmiş demektir. Çünkü susmak insanların merakını çeler. Sadece iş yaparak zamanını geçiren ve nezaketen insanlara selam veren bir çalışan gizemli ve dolayısı ile dikkat çekici olur. Bu sayede yalnızca işi ile hatırlanır ve buna göre muamele görür… İmkânsız olan Furkan için susmaktı ve nasıl olduysa benimsemişti bu öğüdü. Sonuç olarak eline geçen bu sınav zaferi Furkan için son kurşun idi.

Kendini şanslı hissedebilirdi aslında Furkan. Sinop’ta zaten insanların sıcakkanlılıkları kalmamıştı. Kalmamıştı da, kaidenin altında ezilen istisnai insanları birçoğu sabah mesailerine gelen devlet memurları ve şehir içinde gündüz vakitleri çalışan, küçük esnaf hariç neredeyse herkesti. İnsanların sadece çalışırken duyarlı olabiliyorlardı. Furkan başka bir şehirden gelmiş, farklı biriydi. Onu tanımak ve çözmek gerekmekteydi de, bu sefer konuşmayan Furkan’dı. Öğrenmeye çalışıyorlardı Furkan’ın geçmişini. Furkan ise basit olan cevaplar veriyordu her defasında. Doğum tarihi, mezun olduğu okulu, memleketi, ailevi yapısı gibi. Kati suretle detaya girmiyordu hiçbir zaman. Böylesine sürüp giden sohbetler Furkan’a ilave puan yazıyordu. Sustukça merak ediliyor ve üzerine daha da düşülüyordu. Zaten bünyesinde ilgiye dayalı bir şımarıklık mevcuttu. Şımarıklığın verdiği gaz sayesinde de sabrını kullanmadan susmayı öğreniyordu.

Günler sabır taşı sertliğinde ve yontulmaya müsaitliğinde geçiyordu. Furkan mesai saatlerinde susuyordu. Ancak geri kalan zaman diliminde kimse ile konuşamıyordu da. İnsanlar iticiliklerini her akşam giymeyi ihmal etmiyorlardı üzerlerine. Artık mevsim de son bahardı. Zaten boşalmaya müsait tüm sokaklar, caddeler saat 7 gibi derin bir sessizliğe gömülüyordu. O saatten sonra tüm insancıl sosyal alanlar, bu şehrin kutsalı köpeklere kalıyordu.

Değişik bir zevkti susmaktan haz duymak. İnsanların böylece üstüne düşmesi ve en azından gündüzleri yüzüne gülen birilerinin olması rahatlatıyordu Furkan’ı. Tabi ki, insanların unutmak ve sıkılmak gibi özelliklerinin de olması Furkan’ın hesaba katmadığı bir durumdu. Sinop’a ilk geldiği günlerden bu yana içinde yer etmiş olan ilgisizlik hastalığının böylesine basit bir yöntem ile yenilmeye çalışılması adeta gerçekleri göz ardı etmeye yarayan bir bağımlılık gibiydi. Tam da Furkan’a uygun bir istemdi gerçekleri göz ardı etmek ve bu sayede tüm can sıkıntılarından sıyrılmak. Ders almaktan nasibini yeterliliğin altında almış bir bünye olan Furkan, zaman içerisinde mesai arkadaşlarının kendisinden sıkılacağını hiç düşünmemişti. Gerçek olan insanların değişen fikirleri ve uzanamadıkları ciğere mundar demelerinden ibaretti.

Teker teker etrafında iki cümle için pervane olan insanlar azalmaya başladılar. Hepsinden önce herkesin yapacak işi gücü vardı ve bir defasında bazı çalışanlar Furkan ile konuşmaya çalışmaktan daha mühim ileri olduğu konusunda uyarılmışlardı. Gerçek olanın önündeki sis perdesi yavaşça aralanıyor ve Furkan’ın uyanmasına neden oluyordu. Sessizliği sayesinde bulduğu çıkış yolu yine sessizliği yüzünden geri tepiyordu. Asıl şimdi sabrı ile susması gerekmekteydi ya, bunu nasıl yapacağını bilmiyordu Furkan. İnsanların kendisine dair bir anda azalan ilgileri başladığı yere geri getirmişti Furkan’ı.

Garip bir korku içerisinde başladı mesaisine yine günlerden bir gün Furkan. Nasıl bir talihtir ki bu insanı bir başına bırakır diye düşündü. Cevaplar buldu kendince saçma sapan. Bulduğu cevaplarla biraz olsun ferahlamak istedi. İşe yaramadı. Böylesine orijinal bir yalnızlığın pençesinde kıvranmak kaçınılmazdı…

13 Ekim 2008 Pazartesi

fark etmek...

balkan müziği nidaları ile cümlelerime başlarken, kendimi yeşil mi yeşil bulgaristan topraklarımda kendi halinde ve sadece hayvancılık ile geçinen, örfü ve adeti osmanlı zamanından kalma, müslüman olduğunu unutmaya yüz tutmuş bir gurup zoraki rumen çingenesi içinde, topraklarının uzaklığına bir minibüsü ölçü alarak değer biçen ve böyle bir cehalet senfonisi dahilinde farklı bir tat olarak hissediyorum. matematiksel müzikte yeni tınılar arar gibiyim. buna bir çeşit çıkış yolu bulma veya saplantıları yenme isteği de diyebilirim aslında. günün bu öğlen saatinde, kahvaltısını tünaydın ışıması ile yapmış biri olarak söyleyebilirim ki; sanırım günün içindeki tüm hafıza silme faaliyetleri çok zor geçecek.

"bugün hiç olmadığı kadar gam dolu idi "iki gözüm". bugün hiç olmadığı kadar sessiz ve sinir bozucuydu şehir. ilk anda aradıklarımı bulamayacağımı sandım. sonra bir eksikle hazır olduğunu öğrendim kadronun. gittim, gördüm... anladım nihayetinde; bugün akışkandı iki gözün..."

evden çıkmamanın internette beyin çürütmekten daha başka diyetleri de olacağını az çok tahmin ediyordum. mütemadiyen ev işi yapmalıydım. gün boyu balkan ezgileri eşliğinde gemi batırmaca oynayamazdım. en azından annem buna pek müsamma göstermeyecekti. zaten benim odamda öyle kara kuru insan çaresizliğinde oturuşumun ona batacak bir anı olacaktı. ev işi yapmam hususunda semra teyze tonlaması ile uyarıldım. tüm bunları hayra yormak gerek. bugün ben bir garip çingeneyim. cahilim ve henüz ölçü birimlerinin temelinde metrenin olduğunu fark edememişim. hatta sanırım karnım aç ve ben yemek için çalışmak zorıundayım. isteğim ise, bugün diğerlerinden farklı bir sahada çalışmak. bunun için yüce patron anneme mecburum. derken müzik değişiyor. annemin şefkatine kendimi bırakışım ile gerçek dünyanın arabesk tonları çarpıyor kulağıma. orhan baba bir yandan söylüyor, ben diğer taraftan itaat ediyorum. inanmak istiyorum annemim beni anlamasa da anladığın farz edip beni uyaladığına.

"iki bira söyledim. iki arpa suyu eşliğinde önce gözyaşlarının dinmesini bekledim. sonra geride kalan insanlar için ağlayışını izledim. o anlarda ne hikmetse sustum. içimden gelmedi ne teselli etmek, ne de umuda dair cümleler kurmak. öyle ya, sen bir çok şeyi biliyordu.n insanlar söylemeden farkına varıp direk kendin kuruyordun cümleleri. rahat kelime oyunları yapmak yasak gibiydi senin yanında. sen biranı içiyordun, her yudumda bir damla yaş karışıyordu kenarı çatlak bardağına. sen konuşuyordun, sen konuştukça ben sabır küpüme sığdırabileceklerimi hesap ediyordum. tepki vermeye ihtiyacım vardı. veremiyordum..."

artık bundan eminim ki; elektrik süpürgelerinden nefret ediyorum. bu gürlütüde müzik sesi duyulmuyor. uzun zamandır yere eğilmemişlik başımı döndürüyor. bünyemin yaşlanma belirtilerinin bu yaşta kendini belli etmesi benim suçum!.. bu gürültü beni uyuşturmaya başlıyor sonra. şuursuzca geziyorum halıların üzerinde. kendimi kaybediyorum besbelli. öğle yemeğini garantiliyorum aslında. kendimi ayakta tutmak için bu yalanı söylüyor olabilirim de aslında. çünkü haddinden fazla güçsüz ve muhtaç hissediyorum kendimi o an. çingene çocuk öldü, gerçek ben geri döndüğünde buna sebep "sustukların büyür içinde" olduğunu fark ediyorum. kendimi mi kandırıyorum ne?

"kendimi nereye koymalıyım diye düşünüyorum. somut çözümler arıyorum önce. yan masa, bar... saçma bunlar ve bu yüzden soyut çözümler üretmeliyim. zira bitirmeye başlıyorum sabırımı ağlarken sana dokunmamı engellediğinden bu yana. kendime yerlerden yer beğenemedim. kalbine giremediğim açık. ruhunda bir boşluk arıyorum. yine yok. kalkıp gitmeyi düşünüyorum, bırakamıyorum. hani süper kahramanım ya ben bir çok defadır. kendine zarar terzi gibiyim şu anda. derken hiç lüzumsuz birinin ismi dökülüyor ağzından. hani bizden biri de değil, o kadar gereksiz ve saçma bir isim. hasretlerini dindirmeyeceğni bile bile söyledin o eş anlamlı ismi. ben ise aradığım açığı bulmuş gibiydim. yine de o boşluğun büyümesini bekledim. bekledim ve sanırım bir kez daga kendimi kaptırdım başka bir insana kırk yılın ardından..."

anlam veremediğim bir björk şarkısı çalıyor fonda ve ben fasulye ayıklıyorum. baş ağrılarım hafiflemiş gibi. acaba kaç kişi benim şu anki durumuma düşmüştür. björk çalıyor ve ben fasulye ayıklıyorum... dünü unutmak için daha makul bir yöntem olamazdı. halime gülüyorum, annem soruyor, anlatıyorum, anlamıyor ve ben yeniden gülüyorum. gülmek iyi geliyormuş hakikaten. daha doğrusu güldürülmek. kısa süreli de olsa rahatlıyor insan. akşama bu ayıklanan fasulyelerden kuru fasulye yapılacak. bu cümleden sonra o imece usulü yaşamaya mecbur çingene diriliyor. gözlerimi kapatıyorum. aklıma ilk kepim ve askılı pantolonumum içine nefret etmeme rağmen soktuğum kareli oduncu gömleğim geliyor. hatta sene 1994 ve bosna'da kan gövdeyi götürürken ben akşam yemeği için fasulye ayıklıyorum. cehaletimden sebep umursamıyorum boşnak kardeşlerime yapılan zulmü. müslümanlığımı bugün ahırda bırakmışım. aynı dinden olan birileri için üzülmeye hiç niyetim yok. hele ki bulgar radyosunun haberlerini sunan o bet sesli adamın anonsunun ardından. bugün ben kendimin efendisi ve efendimin kölesiyim. akşam yemeği için hazırlık yapıyorum. gözlerim camın ardında eve paralel giden çitlere takılıyor. ardındaki dünyaya merak salıyorum. umuda yelken açarken görüyorum ki fasulyeler bitmiş. hayalimin bile yarıda kalması yetiyor. her depreşme niyetli saniye dilimlerinde başladığım noktaya geri dönmek ne kötü.

"olmuş bitmiş bit takım bünyevi olaydan bahsediyorsun. özeti; kimin eli kimin cebinde ve ne yapsak ne etsek de tren olsak temelli olaylar. sen iddia ediyorsun ben daha ilk cümleden ikna olduğum halde haklı oluşunu. kendini doğruluk abidesi gibi sanman hoşuma gidiyor bir an. aslında görevimiz olan acı çekmeye gönüllülük durumunun getirisi bunlar. sen doğrusun, insanlar oy birliği ile yanlışı seçip ona koşmuşlar. doğru olmaktan bile acı duyuyorsun ya o an, kuyruğum olsa sallamamdan anlardın nasıl bir keyif içinde olduğumu. isyan edesin geliyor. yanlışlarının yüzüne vurulmasını istiyorsun. bu görev benim o anda. çünkü anlıyorum ki; kuracağım o cümleler ardından ben bir kaç basamak daha öne çıkacağım. ve itiraf ediyorum, hiç bu kadar özen göstermemiştim anlatmak istediklerime bunca zaman..."

akşam vakti bir kaç hikaye yazasım geliyor. anladım artık, hislerimden kaçamıyorum. bunun için yaptığım en makul iş olan uğurlamaya rağmen. akciğerlerime basınç uygulanıyor sanki, derken kalbim çarpmamazlık eylemine başlıyor keiik kesik... kendime gelmek istemiyorum. akışına bırakmak istiyorum ne olursa olsun artık diye düşünerek. fakat hiç bir şey olmuyor. sadece henüz neden olduğunu çözümleyemediğim kısmi sancılar yaşıyorum ve geçip gidiyor her şey bir anda. hatta bunları yaşarken etkili olsun diye "street split" dinliyorum. farketmiyor. çözülüyorum... demek ki ben aşık değilmişim.

"seni uzaktan yolculamak ne garip. sanki onca cümleyi daha üç saat öncesinde biz kurmadık. el sallamakla yetiniyorum kendime veremediğim cevaplar yüzünde. sen giderken ne kadar da kendine hastın öyle. sade sessiz ve yüzünün sükutu daha yeni "çehre mağazası"ndan alınmış gibi. duvarlarını da beraberinde götürüyorsun fakar. o duvarlar zaten seni böyle yapan, solduran. sen yine de onlar için bir bavul daha hazırlamışsın. derken hareket vakti geliyor. ben bakamıyorum. kafeteryaya oturup tüm bu satırları yazıyorum. "seni seviyorum"a cevap arıyorum, şu an iiçn bulamıyorum. sadece sana bir şiir bırakmak istiyorum içimden. senin ağzından çıkmış ve insanlarına iletilmek üzere...

sonra fark ettim ki;
su akıyor, rüzgar esiyor, yağmur yağıyor.
herşey yine ve aynı şekilde oluyor.
öyle bir yere geldim ki;
sıcak ve soğuk, aşk ve nefret, savaş ve barış,
üşümek ve sonra ısınmak gibi...
gitsem ayrılık olur,
kalsam çöl...
gidersem bende hasret olur ve belki beni sevenler de özler
ama anladım ki;
özlemden kimse ölmüyor.
ama ben ölüyorum...
nefes alıyorum, önemsiyorum ve gitmek istiyorum.
anladım ki;
hasret yeni bir aşka kadar sürüyor.
sevdiklerim ve beni sevenler
bağışlayın
su akıyor ve ben gidiyorum...

tuncay akdoğan"

elim karaladıklaromda. okuyorum ve ıkudukça daha iyi anlıyorum kimyamın değişkenliğini. ardından kendimle ilgili koyduğum en kesin tehşis suratımın düşmesine neden oluyor. meğerse ben ayran gönüllünün tekiymişim...

8 Ekim 2008 Çarşamba

İstenilen Düzey

Bölüm 1: Olduğu Yerde

İnsanlar her zaman olduğundan daha soğuklar. Bunun iki sebebinden biri bu şehrin küçüklüğü ve yeni geleni kabullenmezliği. Diğeri ise denizden yüzü tokatlarcasına esen ikindi rüzgarları. Her durumda da bu şehrin insanları soğuk ve şefkatsiz.

Şehir küçük ya, herkes nasıl olsa tanıyor birbirini. Yolda geçip giden arabaların kornaları pek birbirleri için çalmıyor aslında. İkaz maksatlı tüm klakson seslerinin yol kenarında yürüyen veya karşı şeritten gelen aracın içinde görülen bir tanıdığa işaret aslında. İşte o kadar küçük bir şehir. Sadece yaz mevsiminde kalabalıklaşan, bu yüzden cıvıldayan ve ne hikmetse kalabalığın getirdiği neşeyi bir türlü fark edemeyen bir şehir burası. Garip bir şekilde kendini kapatmış insanlar dışarıdan gelene. İşin komiği dışarıdan gelen de hemen kendini belli eder. Kendi isteği ile değil, hani herkes tanıyor ya birbirini. Hemen göze çarpar yeni gelen. İnsanlar uzaktan önce izlerler, sonra umursamazlar bile. Kalıcı olmaya meyilli yerleşimlerde kendini kabullendirmek zordur, yerli halkın antipatikliğinden. Bu şehir, Sinop, halen daha o büyük Gerze yangınının etkisindedir. O günlerden kalma bir kırıklığı vardır yöre halkının dış dünyaya. O günlerden bugünlere bir şehir efsanesi gibi dilden dile dolaşır bu kırgınlık. Sonuç olarak günümüzde vücut bulur ve insan siluetinde soğukluk, hatta istemsizlik olarak yeni geleni karşılar. Çünkü şehir küçük olmak istemiştir. Her yere uzak olmak niyetleri arasında yoktur. Coğrafi konumu diye bahane bulanlar nükleer santral yapmak hususunda hiç bu kadar istekli olmamışlardır nitekim. Bütün bunlar üst üste binince Sinop, içinde dışarıdan gelene karşı istemsiz bir tepki biriktirmiştir. Bu tepki insanlar aracılığı ile tüm ziyaretçilerine ulaşmaktadır.

Tabi istisnalar da vardır. Hani o her şeye rağmen kalıbında olan insanlar. Her yerde, her zaman diliminde bulunabilecek, melek kıvamında olan insanlar. Eğer halen daha bu şehir yaşanabilirse, sebebi sadece bu anlar olabilir. Ancak bugün ortalıkta yoklar belli ki. Ya da ikincil sebep, ikindi rüzgârlarının etkisinde kendilerini saklıyorlar. İkindi rüzgârları bu şehirde garip eser. Deniz üzerinden gelir ve nedense bir tek yüzleri dondurur. Mesela öğlen olsa kimi son bahar mevsiminde esen rüzgârlar, o zaman sahil şeridinde insan bırakmaz. Rüzgar alır götürür o zamanlar. Şimdi ise ne son bahar, ne de bir öğle vakti. Vakit ikindi, mevsim sonuna gelmiş bir yaz zamanı. Esen ise, sedaca çehrelere has ifade söndürücü. Suratlar donuk, dudaklar konuşmaktan feragat etmiş. Bu nasıl bir etki ise insan üzerinde kalan, öylesine uzaklaştırıyor herkesi kendinden. İletişim güçleşiyor. Seyyar satıcılar bile mecburen diyaloglar içindeler sanki. Belki de rüzgâr bahanedir. Akşam olunca tükenen insan hayatıdır asıl sebep. Yapacak hiçbir şeyin olmaması bir etken olamaz mı? Camdan akvaryum içine hapsedilen köpekbalığının düştüğü durum gibi. Akvaryumun dışına et konuyor ve köpekbalığı ona saldırıyor. Cam kafesi engel oluyor her seferinde. En sonunda, köpekbalığı saldırmayı bıraktığında et onunla aynı akvaryuma konuyor. Fakat köpekbalığı eti yemeye yanaşmıyor bile. Bu şehirde insanları önce etrafındaki güzellikleri kullanmaya aç bırakmışlar. İnsanlar umudunu kesince turist bahanesi ile tüm kullanılabilir alt yapıyı seferber etmişler. Bu sefer de hiç kimse nihayet eline geçmiş fırsatı kullanmak istememiş. Çünkü soğutulmuş insanlar, uzaklaştırılmışlar. Üstüne bir de ikindi rüzgârları esmiş. Bezgin olan herkesin suratı bir kat daha ekşimiş. Aslında kimse hor görülmemiş, aşağılanmamış da, sürekli geri plana atılmışlar. Hep ikinci tercih olmuşlar, nedenini bilmeden.

Durum ne olursa olsun, her zaman bu yolda yürüyen, köşe başlarında veya dükkân önlerinde bekleyen, oturduğu çay bahçesinden etrafı dikizleyen meymenetsizler gibi olmayan, kaideyi delmeyecek istisnalıkta insanlar vardı mutlaka. En azından Furkan öyle sanıyordu. Yaklaşık bir aydır yaşadığı bu şehirde ne bir ses olabilmişti, ne bir soluk. Kendine girişte bahşedilmiş oksijeni kadar hava alıyor, limiti doldurunca da fotosentez için geniş ve ferah alanlar arıyordu. Bulduğu ve bildiği tek yer iskele idi. Her mesai bitişi, biten havasını tazelemek ve bu güne kadar deniz görmemiş bünyesinin ufkunu açmak için geliyordu buraya. Onca insan içinde ikindi rüzgârlarından etkilenmeyen, hatta hoşuna bile giden tek kara kalem çalışmaydı kendisi. Dikkat çekiyordu, sempatik olma yüzdesi düşüyordu. Daha henüz Sinop insanının üvey evlat muamelesi gördüğünün bilincine erememişti. Bu sebeple aklında hep çok “yüzsüz ve bencil insanlar” gibi, nedensellikten uzak fikirler ediniyordu. En azından şimdilik, henüz buralarda yeni oluşundan sebep, yargılamak ve sebep sonuç ilkelerin ne denli önemli sonuçlar doğurabileceğinin farkında değildi. Şu an yapmak istediği tek şey, canı tek başınalıktan sıkılana kadar bu ikindi rüzgarının tadını çıkarmaktı. Giderek azalan bu yaz mevsimi kalabalığı içinde.

Aklında nasıl olsa arkadaş edinirim sabiti hüküm sürüyordu. Geldiği yerde kendine has, sosyal bir insandı. Anlamını kavrayamasa da, bir vizyonu olduğu palavrasını sıkardı herkese ve bunu yutturmakta da üstüne yoktu. Yeni bir başlangıç yaptığı bu şehirde ise, sıktığı tüm sosyalleşme palavralarının işe yarayacağını sanıyordu. Çankırı’dan uzak bu şehirde ilk kısa dönemli hedefleri içinde ilk olarak mümkün mertebe kafayı dinlemek vardı. Sonra ise yalnızlığını söndürmeye yarayacak bir takım insancıl faaliyetler.

Hatta şu an bir deneme yapmak istedi. Şeytan tüyünü getirmişti şehirler boyu yanında. İskelenin sonunda balık tutan adamı kestirdi gözüne. Yanına gitti ve gülümseyip “Rastgele!” dedi.

“Eyvallah.” dedi adam en soğuk ses tonu ile.

Neredeyse bomboş olan kovaya çarptı gözü Furkan’ın. “Bugün pek balık yoktu anlaşılan.” dedi.

“Sende mi balık tutuyorsun?”

“Hayır…”

“O zaman işine bak! Sana ne benim ganimetimden!” dedi adam anlaşılmaz bir öfke ile. Bir hışım ile topladı oltasını ve kovasını. Furkan’dan uzak bir yere gitti ve orada devam etti avlanmaya.

Şaşkında Furkan. Yanlış insandan başladığını düşündü. Halbuki, balıkçılar hep konuşkan ve sıcak kanlı olurdu diye biliyordu. Gel gör ki, bugüne kadar değil balıkçı, deniz bile görmemiş birinin böyle bir kanıya varmış olması, bilmediği bu yere dair bütün fikirlerinin çürüyebileceğinin işareti olabilirdi. Yine de şu an bu mağlubiyet ile moral bozmak anlamsızdı. Çünkü şehrin tek arıza adamıydı belli ki ve o adam da Furkan’a denk gelmişti.

Gün kararmıştı. Büfeden alkol tedariki yaptı Furkan. Yavaş adım kiralık ev müsvettesine ilerliyordu. Bir an arkasına dönüp yokuşun ucundan parlayan denize baktı. Böyle bir harikalığı nasıl terk eden insan diye düşündü. Bilmediği bu şehirde şimdilik akşamları dışarıda kalmak istemiyordu. Kendini çok zorlayacak macerasının başladığının farkında bile olmadan apartmanının kapısında sessizce içeri daldı.

5 Ekim 2008 Pazar

yusuf...

“Uzaktan bakan iki göz. Feri sönmeye yakın ama parlaklıkta inatçı. Kalabalık içinde aradığı zayıf bir insan bedeni. Bulduğunda heveslendiği fark edilmek. Fark edildiğinde düğümlenen dil. Düğümlenen dilin vücuda vurduğu zoraki veda hareketi. Cansız ürkek ve çaresiz…

İstediği şey sadece duvarların ardına ulaşmak. O kalın insan geçirmez duvarların ardındakine… Oradaki gizin ne olduğunu bilmek tek niyeti. Fakat izin vermiyor şatonun prensesi ve her cümlede biraz daha kalınlaşan, surları büyüyen bu garip kalenin içine inadım inat hapsediyor kendini. Dinlemiyor kimseyi ve kendi monotonluğuna kapatıyor kapılarını. Dil kar etmiyor, fiziksel telkinleri hesaba dahi katamıyorum.

Sonrası kısa dönem hissizlik, ayakların boşluğunda yürünen uzun mesafeli yollar. Ardından yavaşça vücudu tetikleyen kalp ağrıları. Sonra düşünme yetisinin kaybolması. Cümlelerde anlamsızlık ve zaten konuşma isteğinin bir müddet kendini aslıya alması. Bunların nedenine uydurulmaya çalışılan birkaç dünyevi sebep. “Diğer”lere soru işareti olmamaya bağlı arka planda kalma isteği. Serde erkeklik var, korku ve cesaret arasındaki ince çizgiyi çok iyi bilen erkek cinsi. İşte o cins, erkeklerin bu çeşit olanları yani, böyle salak gibi izlerler gidenleri. Gidenler yol tutar, onlara hep bu satırları düşünmek kalır.”

Yusuf adının çiftinden yarattığı garip dünyasına dair, yaklaşık beş dakikada karaladı bu satırları. O gün, o otogarda en azından sarılabilmeyi dilerdi. Beceremedi, hikmeti belirsiz. Yusuf sadece kırk yılın başında kendi için çaba sarf etti. Barutu eksik koyduğunu fark edemedi.

2 Ekim 2008 Perşembe

zaman ve umut ekseni....

kimi bir kaç küçük zaman birikintisinde kendini bulur bilinç denilen şey. bazen ise o özgürlük merakı yüzünden serbesttir vücudun içinde. böyle düşününce bunun neresi özgürlük demek geliyor insanın içinden. fakat bizlerde soluduğumuz bu gezegen içinde özgür olmaya çalışmıyor muyuz?..

kimi ne zaman olacağı bilinmeyen anlarda gidip gelir akıl. sağlıklı insan bünyesinde sadece ve sadece düşüncelerin beyine uyguladığı kısmi basınçta gerçekleşir bu durum. sağlıklı fikirler oluşturulamaz ve mantıklı cümleler kuramaz olursunuz. doğru olandan sapar beyin ve nereye gittiğini kendi dahi kestiremez. böyle düşününce o zaman sürekli düşünen ve kuran insanlar daimi delidir demek geliyor insanın içinden. yaşama için düşündüğümüzü varsayarsak, ne kadar sapsa da fikirler insanlar hayal ettikleri kadar yaşamazlar mı?..

kimi durumlar vardır zamandan çalan. bunlar genelde irade dışında gerçekleşenlerdir. bir ameliyat olursunuz. uyanmanız 12 gün sürer. uyandığınız zaman olacaklar konusunda kimsenin fikri yoktur. bunu sadece uyanan bilmektedir ki; o'nun farkında olduğu ve itaat ettiği şey sadece hayal ettiklerinden ibarettir. o anda kurguladığı her ne varsa doğruluğunu ve yanlışlığını kestiremez. çünkü, bilinç vücut içinde turistik geziye çıkmıştır. ağırlaşmış beden bir türlü kendi kendini götüremez olmuştur. böyle söyleyince görev yerini terkeden bilinç vücudu hantallaştırır ve serviş dışı bırakır dermiş gibi oluyor. ancak, yine aynı bünye değil midir, bilinci bulunduğu vücut içi kaplıcadan alıp iş başı yaptırması gereken?..

kimi 12 gün vardır uyansın diye içten dua ettiğimiz. o zamanlar inanmadığınız tanrı bile size o kadar yakın gelir ki şaşırır kalırsınız. bu sefer ise kendiniz çelişkiye düşersiniz. çünkü, beyin kısa devre yapmıştır ve çelişkiler ortalıkta cirit atmaya başlamıştır. siz inanmasanızda p çelişkilerden kalma izler beyninizin bir köşesinde her zaman bulunacaktır. olmayana inanmak gibi... böyle düşününce, inanmak için çelişkilere mi kapılmak gerek demek geliyor insanın içinden. hiç birimiz farkında değiliz aslında, inanç denen şey yokluğun duygy-usu değil midir?..

kimi uyanışlarda ise ne kadar rahat görünmeye çalışsan da içini tırmalayan bir kaç küçük pati umutsuzluğa erişmeye çalışır arkeolojik kazı hesabı...

tam 12 gün uyudu yengem. biz o 12 gün içinde gittik geldik kendi içimizde umutsuz antikorların peşinden. şimdi 6 gündür uyanık yengem. bizim içimizde yine aynı antikorlar, kötü niyetli bağışıklık binaları için kandan mütahitler arıyorlar. umutsuzluğa sürüklenmek insanı tüketir. böyle düşününce hani insan hayal edebildiği kadar yaşardı demek geliyor insanın içinden. fakat, hayal etmek için önce umut etmek gerekir...

ben, canlı şahidiyim bir insana hayat vermek isteğinin.
umutları köpürtür, baloncuklu sevgiler yaratırım.
sevgiler çoğalır, umut tuğlalaşır...
melek olurum kanatlarım içimde saklı.
ben hep sen olurum,
umutların benim içimde saklı...