30 Haziran 2009 Salı

Nedensiz Bedensiz

Üç: Kavuşma

Kaç saat sürdü ki bu birkaç şehrin arasından geçiş? Bir ara uyuyakalmıştı Kız. İzlemek istediği ne kadar yok üstü manzara, şerit çizgisi, eski evler ve elektrik direği varsa birçoğu uykusunun berisinde kalmıştı. Halen daha çözmeye çalışırken yolculukla geçen zamanı varmak istediği şehrin giriş kapısı tabelasını gördü. Şimdi yola çıkışının başlangıcından daha da mutluydu. Neredeyse bir yıldır gelmediği bu şehirde tanıdık sokakları süzdü önce. Yolları, cadde ayrımlarını hatırlamaya çalıştı. İçindeki saklanmış huzur kendini batmamış günün yüzü suyu hürmetine ortalığa saçıyordu her geçen an. Kavuşmak eyleminin hayatındaki değeri daha da ortaya çıkmıştı sanki. Yine de aklının önemsiz bir yerinde kalmış ince bir merak vardı bu huzuru uzaktan seyreden. Kendini ne zaman ve ne denli ortaya çıkaracağı bilinmez bir halde ve öylesine suskun. Kısa bir zaman içinde son durağa vardığında içindeki huzur ve mutluluk heyecanı da yanına alarak hormonal faaliyetlerinin aniden tavan yapmasına neden oldu. Hızlı hareketlerle otobüsten indi. Etrafına o bilindik tanıdık yüz arayan bakışlardan attı. Az ileride elinde bir kulağına dayalı cep telefonu ile yanına yaklaşan Adam’ı gördü. İki adım attı onun yanına doğru. Adam eliyle ona durmasını işret etti. Asabi bir surat ifadesi ile telefondakine kişiye bağırır gibiydi Adam. Konuşmanın ardından telefonunu adı geçen yerine koydu ve koşar adım ilerledi Kız’a. En klişe ve en güzel kavuşma sahnelerinden biri yaşanıyordu o anda o yarım çeyreği yobaz şehirde. Vücutlar birbirine kenetli, ağızlardan sadece “Seni seviyorum”ların çıktığı bir kavuşma…

29 Haziran 2009 Pazartesi

Nedensiz Bedensiz

iki: Sorgu

Efendi bir gün Kız’ı odasına çağırdı. Sakin ve sessiz bir günün ardından bu şaşırtıcı istek yerini karşı konulmaz bir meraka bırakarak Kız’ın Efendi’nin odasına gitmesine sebep oldu. Karşılıklı oturup hoş beş ettiler. Havadan sudan bilindik ne kadar cümleler varsa sarf ettiler kısa süre içinde. Bir anda “Aslında ben sana çok kızgını” dedi Efendi.

Kız şaşırdı. Çağırılmasını bile yeteri kadar şaşkınlık uyandırıcı bulurken bu tepki bu şaşkınlığı bir kat daha arttırdı. “Neden kızgınsınız anlamadım?” diye karşılık verdi.

Aynı ciddi duruş ile “Sen insanlarla oyuyorsun!” dedi.

“Ne demek istiyorsunuz anlamıyorum?”

Bulmacayı daha fazla uzatmak istemedi Efendi. “Çocuk’la aranda ne var?” diye sordu.

Kızın şaşkınlığı vücudundan iyice yer etmişti. “Hiçbir şey yok sandığınız gibi. Biz arkadaşız!” dedi.

“Valla dışarıdan bakınca hiç öyle görünmüyor.”

Samimiyet insanlar arasında hep doğrusal olmayan çizgiler üzerinde ilerlerdi Kız’a göre. “Biz sadece birlikte iyi vakit geçiren iki arkadaşız o kadar Efendi’m.” Dedi üstüne basarak.

“O zaman Çocuk’la oynama!”

Kız şaşkınlığı içinde söndürüp öfkesinin kafesini açmaya karar verdi. “Siz ne demeye…” derken kapı tıklatıldı. İçeri giren Çocuk’u görünce öfkesini dizginledi bir anda.

Olanlardan habersiz odaya dalan Çocuk “Efendi’m istediğiniz evraklar geldi.” Derken bir yandan da Efendi’ye çaktırmadan Kız’a gülümseyerek göz kırptı.

Elindeki bir miktar resmi evrakı masaya döküşünü seyrederken Çocuk’un Kız, ruhuyla bütünleşmiş umursamazlığı ile Çocuk’a usulca gülümsüyordu.

28 Haziran 2009 Pazar

Nedensiz Bedensiz

Bir: Yolculuk

Neden şehirlerarasında inatla gidip gelen otobüslerin camları siyah film ile kaplanır. Halbuki dışarıyı seyrederek gitmek ister özellikle gündüz ve hatta sabahın köründe yolculuk eden insanlar. Kız’da aynı bu fikirler içerisinde yolculuğuna başlamıştı sabahın bir körü, bilinmeyen bir kuşluk vakti. Daha otobüs yola çıkalı birkaç dakika olmuştu ki karamış camların ardından zar zor fark etti Çocuk’u. O’nun o üzgün yüzündeki ifadeyi siyah camları bahane ederek kendine görmemezlikten geldi. Kim bilir o otobüste olduğunu bilseydi neler yapardı. Ne soytarılıklar, sempatik veda jestleri… Hüznünü yol kenarına bırakıp gülümserdi kesin. O Arnavut Kaldırımları üzerinde suratından düşen bin parça yerlerdeydi ve mazgallara doğru akıp gidiyordu. O an iyi ki görmedi Kızı. Ne kadar nedenini az çok tahmin ettiği hüznünü görmek işine gelmese de, hüzün Çocuk’a çok yakışıyordu.

21 Haziran 2009 Pazar

Bazıları Deliremez

durduk yerde aklıma yeni acayip şeyler gelmekte. bunları bir kaç örnekle ortaya saçmaya gerek yok. zihnimde hortlayan her şey bir bütünün bilmem kaç parçasından her biri. teker teker canlandıkça beynimin içinde tüm bu fikirler, zaman öncelerinde olmuş bazı şeylerin aslında nasıl gerçekleştiği ortaya çıkıyor. kendimi lost dizisinin uyarlaması bir hayat döngüsü içerisindeymşim gibi hissediyorum.

şu sıralar yakın geçmişte olup biten bazı anlamsız ve olmaması gerekenler hakkında cümleler duuyorum. insnların çenesi torba. kim neyi bok edip neyi yücelteceğini iyi biliyormuş aslında. sonra çark dönüyor, düşünüyorum... bir anda nedenlere ulaşıyorum sonuçların içindeyken. halbuki sonuçlara varmadan bir önceki durakta binmeliydi bu nedenler otobüsüme. taşlar yerli yerine çökyor. çimentosuz kenetleniyorlar birbirlerine. sonunda tüm tarihimin en amansız ve kurgusunda paha biçilemez emek sarfedilmiş gerçekleriyle karşılaşıyorum. hem zaten yaşanan şeyler saçma değil miydi yetrince?..

adamın biri bir gün elinde bir çiçekle insanların arasına dalmış... sonrası bok püsür. hesapsız insanları ve kendini zora sokacak durumlar yaratmış. insanlar yolarına gitmeye devam etmişler. en başından yanlış işler yapan ise mekanların insan hayatındaki önemini kendine ders edinerek gelecekte sadece zaman sıkıntıları yaşamak istediği insan ilişkilerine yelken açmış. bu bir çeşit kısır döngü de olabilir aslında.

uzaktan dikdörtgen bir şekil görünmüş. yarı saydam ve aşırı değerli. kağıt ama aslında değil. sonra bu dikdörtgen sancırmalar yaratarak kendine bir yol çizmiş. hayattan istifa ettirmeye yetecek kadar sebebi arkasına alıp götürecek kadar üstelik. geri dönüşler artık isteksizliğin ayakları altında paspas olmuş. uzakalara bakarken neyi özleyeceğini, neyi isteyeceğini, hayal etmesi gerekenleri ve zamansız gözyaşlarının bedenden düze inmesini hesap edememiş insanoğlu. şimdi karanlık ama yarın yine güneş doğacak gökyüzüne. ancak insanlar yine ve yine tersine...

siz siz olun aitlik kavramının anlamı dışında fazla koşmayın. kaybederseniz onu daimi kırıklıklar içinde kendinizi acıların merkezi sanıp bencilleşirsiniz. sizler bencil olamayacak kadar bencilsiniz zaten. acıyı bile bir halt sanmaktasınız. en son hanginiz bi başkasını düşündü hatırlamazsınız bile. hepiniz kendi götünüz derdisenizi. mesela en son ne zaman yoldan gçen birine yardım ettiniz. en son ne zaman iyi olmak isteği ile yanıp tutuştunuz... siz siz olun değil aitlik, insanlık değerlerini bile bir kenarda bırakmayın.

iyi insan olmak için çabalayan, mumutluluğn anlarla sınırlı olduğunun farkında, ne yazk ki aitli kavramını yitirmiş, kendnce boşlukta sürüklenen ve o boşluğun gittiği yokun bencilliğin kolları olduğuınu gören, çırpındıkça batan ve inadına tükürdüğünü yalayan birinin bir kaç cümlelik isyanı bunlar okuyunca ne kadar basit gibi görünüyor değil mi? isyanlar hani söverek ve nefretler bildirerek olur ya... iyi de ben nefret etmeyi beceremem ki!

14 Haziran 2009 Pazar

Gitmek Temalı Yazı

Bir kadını yalnız koyup gideceğim. Söylediğimde gözlerini kilitleyip uzun uzun baktı. Huzursuzluğum bedenimden çok uzaklara taşıyordu. Ne bakıyorsun dedim, bir şey mi oldu? Kadınlar huzursuzluğu hemen anlar ki. Hiç, sadece düşünüyorum dedi. Huzursuzluğunu hemen anladım tek kaş hareketinden, gözlerini çok abuk yerlere çevirmeye çalışmasından, gidip tabağını bir daha, bir daha doldurmasından. Haftalardır beynimi milim milim kemiren buydu işte, bu kadardı. İçimde bir yerlerde dönmemeye kastettiğimden olsa gerek, çok korktum. Halbuki günler su gibi akıp geçecek, biliyorum. Kadın da biliyor.

Ben aslında başka türlü de korktum. Neredeyse biletimi yakacaktım. Kütüphanenin bir köşesine fırlatılmış bir günlükte de "Gideceğim!" yazıyordu. Yazan kendine çok inanıyordu ve başka çare göremiyordu. Çekip gidecektim kaşlarımı çatarak, fukara ve özgür. Her gün ayrı ayrı gideceğimi yazmıştım. Gidemeyince nasıl da unutmuştum, kafamı nereye çevirmiştim, neye tutunup kalabileceğimi sanmıştım? Ve ne çok dilime dolamıştım ki gitmeyi üzerime kapılar çarpılıyordu, sevdiğim pis pasaklı nesnelere, insanlara ve hayvanlara nişan alınıyordu? Kimse bana inanmıyordu. Gidemediğim için kalabilirim sandılar, kalırım seve seve. Arkamda kalacak pisliğin herkes farkındaydı, ben hariç. Çocuk saflığıyla gitmek istemek, küfretmeden ama sert bir müdahaleyi gerektiriyordu. Herkes yerini bilsindi. Falan filan.

Yani ben en son bıraktığımda insanları, böyleydiler. Kadın tırnaklarını çıkarıp üstüme saldırıyordu farklı olarak. Şimdi sadece baktı. Çok korktum. Korkuyorum. Yüklendiğim kale kapısı birden yok olacak ve ben boşluğa yuvarlanacağım.

Ben de dostça bir mesafe elde edebilmeyi isterdim. Uzaklara gittiğimde huzurundan(!) bir şey kaybetmeyecek, döndüğümde bana gezip gördüklerimi soracak insanlar, kurabiye pişen bir ev... Beni özleyecek ama yaşama sevincim karşısında daha çok sevinecek, hediyelerimi anlamlı bulacak, çiçek ve hayvan besleyebilen insanlar... Yok, demek ki kimseyle gerçekten yakın değilim. Bu insanlardan, bu evlerden hiç görmedim.

Benim de onları terkederek çok şık ve şahane bir hareket yaptığım pek değerli terkedilmişlik duygularım ve aynılarını o kadının hissedip hissetmediğini düşünmek, bu uykusuz ve kahveli gecede güzelce çiğnediler beni. Bavulumu yalnız hazırlayacağım, çiçeklerimi ve hayvanlarımı başkalarına emanet edeceğim. Daha çıkmadığım yolun yorgunu, gidip de dönmediğim evin kovulmuşuyum. Korkudan olacak daha şimdiden özlüyorum alıştığım ızdırabı, çok korkuyorum, çok. Parçaladığım nice günlükte, gönderilmiş-gönderilmemiş nice mektupta gitmek istediğimi yazmasam, gene unutacaktım belki korkudan. Gitmeye çalışmaktan vazgeçmiyorum madem, gideyim. Pusuda bekliyor madem kadın, ilk adımı atayım da saldırsın. Ne olacaksa olsun hadi, ben gidiyorum. Kafa dinleyeceğim, gerçekten ne istediğimi ve bundan sonra nereye gideceğimi düşüneceğim. Yarım bıraktığım işlere yeni yarımlar ekleyeceğim. Çok işim var, çok yorgunum ve çok korkuyorum.

8 Haziran 2009 Pazartesi

Tanrı'nın Adamı

bir a, bir b, bir c planım saçmalama bunlar!!
hep benim yalanım, çok mu istedim çok mu kurdum?
al sana o zaman olsun, o da olsun
giy çorabını, al yanına paranı, işte hazırsın!
ama sen dur, hele sen dur
yine yan çizdi bodur.
olsun, o da olsun, herkesin çorbada tuzu olsun!..

hay senin dinine, imanına, şerefine ben baki oldum.
bu böyle biline;
kalsam yalnız yanımda şarabım
benzetirim ışıkları birine
apıştın mı n'oldu?
ışıklar yalan olmazdı da n'!oldu?
felsefe belli: şarap, mey yarrağan, gürrağan!
olsun, o da olsun
benden başka herkesler yalan olsun!!...

hani "bütün bir yol boyu bu şarkı sözlerini kulakta çınlatarak memelekete gidilir mi?" diye soracak olan varsa açıkça söyleyebilirim ki; insan bunu gayet becebiliyor. üstelik yanıbaşında tümden gelin inatla orjinal olmaya çalışıp sürekli çuvallayan birilerine rağmen. dakika başı sözcüklere değişik bir hava katılmaya çalışılıpta, her seferinde cümelerin paragraflara giden yolundaki kurgusal ahengini piç eden biri ile yolculuk yapmak zor zanaat. ama konumuz bu değil ki. bu kez gidişlerin dönüşlerden ne kadar değerli veya değersiz olduğunu irdelemeliyiz kanımca. herkes gider, yollar aşar, ne bileyim yaprak olur savrulur, mümessil olur araba teperlerinde hız yapar, gezgin olur -ki kesin para bok gibidir- dağ tepe aşar insan tanıyacağım diye inleyerek. bunlar iyi güzel şeyler de, ya geri dönünce? zamanı belirsiz, uzun veya kısa bir yolcuğunvb. bir durumun peşisıra kürkçü dükkanının kapısını aşındırmakta olan bedenleri ne bekler? siz dünyanın döngüsel yoğunşuğu içinde olumlulukların veya olumsuzlukların hep sabitler ekseninde olup biteceğini sanıyorsunuz değil mi? hadi oradan! beklenmediklere kendinizi hazırlayın şimdi. olurda bir gün bir yere dönmek zorunda kalırsanız küçük dilinizi steril bir paket içinde korunaklı bir yere yerleştirin. yutarsınız mazallah!..

önce sancımsılar ile dönüş hikayesinin başlangıcı oluşur. bu belki bir geçmiş hatırlaması bir "previusly on my backraund" tarzı özenti bir durum olabilir. benim için ne kadar ağlamaklı da dursa bu durum, siz diğer kişiler toplamasının mutluluğuna veya ülser ağrılarına tekavül ediyor olabilir. ne hissediyorsanız hissedin, o anda bir gök yüzüne bakın, varsa eğer bir kaç yıldıza anlam yükleyin. bu sizi biraz da olsun rahatlatır. sonra bir cümleyi aklınıza kazıyın. benim sabitim" başımıza ne geliyorsa alkol yüzünden..." cümlesi olsun. o sabitiniz cümle size neyi ifade ediyorsa onun doğrultusunda hayata ders payı ve ekose için fikirsel kumaşlar verin. hayat size o kumaştan daha ne güzel elbiseler yapacaktır bir bilseniz! sadece zamana yayılmış terzicilik sabrınızı yanınızdan ayırmayın yeterli.

geceler günler tarafından bir süreliğine gönderildiğinde bir yerlere artık sizinle ortak hikayelenme hevesinde olan bu dışa vurum yazısı, şimdi aslında dönmek niyetinde yüksek müsadenizle. ben aslında beklediğim gibi buldum her bir boku. tüm fikirlerim ve düşüncelerin habgi doğrultuya kurbağalama ise şamandıralar hep o yüne dizilmişti sanki. bir kaç yüz ile başladı zaman kaymaları. herkesin bir sıkıntısı vardı belli. ancak, herkesin çekincesi bana olan zaafiyetlerinin sadece boynuma atılma kısmına kadar kendini bırakabildi. gerisi hıçkırmamak için zor duran ağlamaklı bir kaç suratın inadım inat ben susmak istiyorum duruşundan ibaretti. bu sefr bu utancımsılıktan ben utandım. tavırların taoplamının bu kadar insanın canını acıtacağını hesap etmeden ortalığı kasıp kavurmaları beni neden bu kadar etkiledi tüm olmuşların haklı tarafından olmama rağmen anlamadım. ama susmak iyiydi, beyne sükut vurdukça düşünce fonksiyonlarının yeniden ve uatngaç çalıştıklarını görmek güzeldi.

hayatımın en güzelliklerinden biri ile vaktimi sahil kenarlarında geçirdim. huzur ve mutluluk işte bu kadar basitti hayatta. bunu anlamak neden bu kadar zordu peki? nefes aldık beraber, şarkı dinledik, yine insanlarla dalga geçtik, anlattık anlatıldık... derken sıkıntılarımızı beynimizden şutlamak için birbirimizi beklediğimizi fark ettik. sonra 25 metreden iki frikik golu!.. günü böylesine bir güzellikle kapatmak ne kadar da müthişti.

ertesi gün bir kaç güzellik daha oldu da, önceki günden beri yolarıma dahil olmuş herkesin bana selam verişleri ne acayipti. sevenleri kavuştururken, arkadaş hasretlerini dindirirken ve ben yine oturduğum yerden sadece tek parmak hareketimle insanlara neşe ve mutluluk dağıtırken yüzüme gülen ve kafa sallayan onca insanı tanımamak ne kadar da garipti. sonra dostlarım bana baktı. ben kimseye anlam veremedim. o anda zaten dağıttım mutlulukların megalomanik hazzını tatmaktaydım. köklüce yer etmişlerin aykırılığı ve uzaklığında ne kadar da rahattım bu kez. onlarsız olmaz diye düşünürken anlarsız bunca keyfin gelip beni evimden alması nasıl bir sevimlillik imiş meğer...

bir akraba topluluğunun mangallı toplantısına dahil oluyorum mesela. kimi yüzleri tanıyamayıp rezil kepaze oluyorum. bundan daha acayibi de hemen peşisıra geliyor. birilerine "selam dur!"ları ve beni dumurlara sürükleyen insan sureti unutuşlarımı anlatıyorum ve hayatımda duymadığım kadar felsefik alt yapı üerinde pek bir çarpık duran, ömrümün belkide uzunca bir süresini tutup silkeleyecek aforizmasını duyuyorum:

"sen tanrı'nın adamısın artık. bundan sonra senin tanımaya ihtiyacın yok. sen tanınacaksın ve herkes seni bilecek bu sokaklarda, şehirde. etrafına bakıp insanlara karşılık ver yeter!.."

bu ben miyim? tanrı'nın adamı mıyım ben? bu durumun sigortama etkisi var mı? peki ben neden tanrı'nın adamıyım artık? bu aşırı saygı neden? ben kendimi her daim haklı bilirdim de, eğer onca haklılığın ödülü bu ise ben almak istemiuorum. bu ödülümü ben ya lösemili çocukların tedavisinde, ya da esirgeme yurdunun çatı aktarmasında kullanabilir miyim?

"ben her gün ölürüm plastik çiçkeli bahçemde" ne güzel laftır bu ya! ne kadar anlamlı... şimdi ben bir daha geri dönmeyeyim de ne yapayım. hayatına hiç bir zaman nane olmadığım, kimisini mimisini bilmediğim insanlardan tanımadığım etmediğim saygıyı göreyim! yahu ben kimim? bu insanlar kim? tek düze mi bu hayat bu kadar. diş geçirdiğin veya geçirttiğin senin köpeğin! ben bu saçmalıkların içinde ölürüm ki! hayatımda geri dönmemek için elimde bu kadar saçma/mantıklı bir sebebim olmamıştı.

ama şimdi evimdeyim, şimdi iyiyim. ve eğer her seferinde bana acayip acayip tranvalar yaratacksa kürkçü dükkanım, ben istifa ediyorum!...

2 Haziran 2009 Salı

Fikrim ve Karalamalarım

"sıvanmış fakat boyanmamış duvarlar boyunca geçerken kimsesizliğin önünden, mücadel etmenin tekenmişliğinden yapılmış bir yelek ile ısınıyordu sokaklarda titrek ve ürkek. mimozalar kokuyordu duvar diplerinde. hayatı boyunca hiç koklamadığı bir güzellikti burunun direklerini saygıyla yere eğen. şimdilik tebessüm etmek için elindeki tek sebebi buydu. sabit çakılı taşlar düzülmişti kaldırım yamaçlarına. onlara kayıyordu gözleri arada sıraada. standart bir ölçü birimi hesap edilmişti belli ki sütunların arasna. bel hizasından yukarı çıkmadan parlak taşlarıyla ne kadar kaçırmak istese de gözlerini elinde değildi bakmamak. parlaklaık insanı yutar gibi hapsederdi kendine. yaşanılan bir hipnoz anıydı tümüyle ve adımlar ne kadar düz ise her geçen sütuna kenetleniş o kadar fazlaydı. sendelemeden yürüdü kilometrelerce. ayaklarının ağrısı yoktu sanki. gözleri görmez oldu uzun süreler boyu ve devam etti. yol bitmiyordu. yürüdü hiç durmadan, etrafına bakmadan, görmeden, bilmeden, hissetmeden. karanlık çökünceye kadar yürüdü. hava karardı, parlaklık söndü. rengarenklerden küçülmüş gözleri pörlteyiverdi usulca. o kadar sindirmişti ki kendini bu uyuşmuşluğa hakikaten kör olduğunu fark edemedi bile. bir kenara kıvrılıp uyudu. uyandı sonra. gün doğmamıştı. tekrar uyudu. bir daha uyandı. hava halen karanlık. yine uyudu..."

altında mart 2008 yazan bir kağıt parçasından geçirdim bunları. anlamaya çalışıyorum şimdi beni bu hale getiren neydi diye. etrafıma bakınıyorum her zaman yaptığım gibi. bir sonuca ulaşamıyorum. mart 2008... belkide o gün vazgeçtim büyümeyi istemekten. o gün caydım birinden veya bir şeyden. ya da ilk o gün ağladım bir yerlerden ilk gidişimin ardından.

şimdi de bu yazdıklarına anlatmaya çalışıyorum aitlik kavramına dair iç burkan anları. yersiz ve yutsuzluğumu. karalamayı ilk okuduğumdaki içimde biriken ümitsizliğimi. sonumda diyorum ben bu sıralar, bir başkası değilim artık. ancak neden herkes ben?