14 Aralık 2011 Çarşamba

Mezopotamya

Mezopotamya!
Bir güneş yanığı
Bir güneş yanığı daha
Biri sulu
Diğeri kuru
Kupkuru
Pekiştirmeli
Buradaki her şeyi
Her adımı
Her aşı
Her aşkı!
Erken doğan güneşler
Küfrettirmez adamı
Dil dile değdikçe
Dillenir her güzel şarkı
Şark-ı ki!
Hoştur
Şark-ı ki
Huzursuz görünen
Huzursuzlaştırılan
Huzur-u mekandır
Sarıdır
Sapsarı
Sarı ise.
.
.
.
İyidir.

Kantin

Saçlarımızı ve tüm bedenimizi savuran rüzgarı üzerinde “Kantin” yazan o yer kesiyordu ancak. Bir hışımla sarıldığımız Kantin kapısından içeriye girerken kimi yatağında bekleyen sevgilisini, kimi kafasını karıştıran birden fazla adamı ya da kadını, kimi bu ayı nasıl denkleştireceğini, kimi bu ay ailesine ne kadar para göndereceğini, kimi birinci dereceden herhangi bir akrabasının düğününü, kimi kardeşine söz verdiği bilgisayarı almayı, kimi ise yanındaki kaşık kadar yüzlü kadını düşünüyordu. Adımımızı attığımız anda biraz önceki rüzgardan eser kalmıyor, kantin kapısının sol üst köşesine monte edilmiş elektrikli sobanın sıcağıyla bir anda olsa herkes, kapıdan girerken kafasını kurcalayan tüm güzel şeylerden ve tüm dertlerden soyunuyordu. Karşıda kantinin küçüklüğüne yaraşır küçük bir çay tezgahı bulunuyor. Tezgahın müşterilerin gördüğü tarafı; bordo, kareli, eski bir o kadar da kirli bir bez parçasıyla kamufle edilmiş şekilde bizleri karşılıyor. Tezgahın arkasındaki insanlar… Çocuk! İki haftadır kafası sarılı çocuk iki haftadır her tenefüs arasında öğretmenlere pet bardaklarda çay taşıyor. Çay alacağım her tenefüs çayın kaç lira olduğunu bilmeme rağmen çocuğa çay ne kadardı diye soruyorum. Her defasında elli kuruş hocam diyor. Cüzdanımı karıştırıyorum. Bir ellilik bulup tepsisine bırakıyorum. Sigaramı sol elime geçirip sağ elimle çayı alıyorum. Çocuk gidiyor. Kaşık kadar yüzlü kadınla şarkı söylemeye devam ediyoruz. Çocuk, tezgahın arkasında sarılı kafasıyla kendinden birkaç yaş daha büyük ağabeyleri gibi bizi dinlemiyormuş gibi dururken konuşulanları anlamaya çalışıyor. 57 plakalı Murat Hoca elinde beyaz filtreli sigarasıyla beş adımlık kantini 128 adımla bitirmeye and içmişcesine bir sağa bir sola gidiyor. Üzerinde hala etiketi bulunan kendimizden oldukça küçük taburelerden kıçımıza ve ruhumuza en yakışanını seçip oturuyoruz. Tabureler insana ilham kaynağı verecek kadar ucuz ve küçük. Bazımız yanında oturduğu gövdenin hem gözlerinin içine bakmak istiyor hem de ona dokunmak. İkisi bir arada çok da mümkün olmuyor. Birbirine değen kolların yanı sıra ara sıra kaçamak bakışlar atılıyor. Ismarlanan çaylar: üzerinde şeffaf, cam görünümlü şekerlik olan tabureler kadar küçük sehpanın üzerine konuluyor. Bir yerlerde artık klikler oluşmaya başlamış, bir oraya bir buraya laflar atılıyor. Gülüşmelerse hiç susmuyor. Kimi çayı beş, kimi iki, kimi üç, kimi hiç şekerli içiyor. Birer yudum alıyoruz. Buğulanan gözlük camları şallarla siliniyor. Ruj izi bırakan pet bardak espri konusu oluyor. Sol tarafımda oturan kaşık kadar yüzlü kadın bir şeyler söylüyor. Ona da O’nun solunda oturan adam bir şeyler söylüyor. Karşıda kendi küçük, aklı büyük başkan, sağ yanındakiyle konuşuyor. O’nun yanındaki önü açık ceketinin altındaki lacivert tişörtüyle ve yırtık kot pantolonu ile sağ ayağını germiş, ellerini havada birleştirerek geriniyor. O’nun karşısındaki sırtını dayadığı duvarda orada, öylece, bir ay önce bıraktığı sigarasını içip çayını yudumluyor. Ne düşündüğünü O’ndan başka kimse bilmiyor.

17 Kasım 2011 Perşembe

Defterler

(Tarihi aşağıda yazmakta olan bu öyküyü burada paylaşmadığımı öğrenmem üzerine ekleme ihtiyacı hissettim.)

09.10.2009

S.’ye

Defterler

F. işaretlere inanırdı.

Ulaşım aracından inip evine gitmesi en fazla 20 dakikasını alacaktı fakat kendinde bir farklılık hissettiği için eve değil de sürekli takıldığı R. adlı kafeye gidip, biraz kitap okumaya karar verdi. Uzun süredir yakınlarda bir yerde varlığına inandığı kadının, bu sefer daha da yakınında bir yerde olduğunu hissediyor gibiydi.

Çantasında bulundurduğu ders kitaplarının arasına yeni bir kitap ekleme düşüncesi ise kafasında, kafeye doğru giderken önünden geçtiği kitapçının kapısında belirdi. Fazla düşünmeden içeri girdi. Diplere doğru ilerledi. Hep almayı düşündüğü fakat bu kitapçıya her girdiğinde rafta göremediği kitabı rafta yine göremedi. Aynı yazarın diğer kitaplarına ve oradan da diğer yazarların diğer kitaplarına bakmaya başladı. Sevdiği başka bir yazar olan A.'nın N. adlı kitabına rastladı. Kapak tasarımı hoşuna gitmişti. Sanki şimdi almazsa bu kitabı bu rafta bir daha hiç göremeyecekmiş hissi içini doldurdu. Buna rağmen cebindeki paranın bu kitabı alırsa kendisi ne kadar daha tok tutar sorusuna verebileceği cevap, kendisini tatmin edecek uzunlukta değildi.

Kapağını çok sevdiği kitabı rafına geri bıraktı ve şiir kitaplarının bulunduğu raflara yöneldi. Öyle bir göz gezdirdi. Sonra hızlı adımlara dünya klasiklerinin bulunduğu rafa yöneldi, kapağını sevdiği kitabı aldı ve ödemeyi yapmak için kasaya doğru yöneldi. O sırada kitabı tuttuğu elini bir başka kitap rafının köşesine çizdirdi. Bunu kitabı almaması için kendisine gönderilmiş bir işaret olarak kabul etti ama umursamadı.

Z. işaretlere inanırdı.

Henüz kasiyerin önüne gelmemişti ki sırtına kadar uzanan kızıl saçlarıyla bir kadının kendisine dikkatlice baktığını gördü. Gözleri kadının gözlerine takıldı. Sanki bir yerden tanıyor gibiydi. Sanki çok daha önceleri konuşmuşlar gibi hissediyordu. K.'nın kendisine baktığını gören kız utanıp başını önüne eğdi ve yanındaki arkadaşıyla beraber arka tarafa doğru yürümeye başladı.

A., kasiyerin önüne gelmiş ve sıraya girmişti. Ödeyeceği parayı hazırlamıştı fakat aklı kızıl saçlı kadındaydı. Bir yandan ona bakıyor, bir yandan da sıra kendisine geldi mi diye kontrol ediyordu.

Sıra kendisine geldi.
Kitabın parasını ödedi.
Dışarı çıktı.

Dışarıdayken de bir süre kitapçının büyük camlarından içeriye bakıp saçları uzun, boyu kendisininkinden kısa olan kadına bakmaya çalıştı. Bir küçük silüet gördü gibiydi ama ona ait olup olmadığından emin değildi.

F. işaretlere inanırdı ama bu sefer onların peşinden koşmaya çekiniyordu; son sefer başına gelenlerin kendisinden ziyade başkalarına da zarar verdiğini görmüş ve önlem olarak hemen herkesten uzaklaşmıştı.

Yeni satın aldığı kitabı çantasına atıp kafeye doğru hızlı adımlarla ilerledi. Kafenin dışında bulunan masalardan birine oturdu. Bir kahve söyledi. Bir dal sigara yaktı. Kitabını okumaya başlayamadı. Kalbinin hızı arttı bir anda ve kızıl saçlı kadını düşünmeye başladı.

K. işaretlere inanırdı. O kadın gerçekten "O" kadınsa, varlığını gerçek anlamda çok yakından hissettiği "O" kadınsa, mutlaka yine karşısına çıkacaktı. Mutlaka çıkacaktı. Hatta buna o kadar inanıyordu ki, bu ara sokakta, önünde oturduğu kafede kitabını okurken, "O"nun yanından geçeceğinden dahi emindi.

Kızıl saçlı kadın, yanındaki arkadaşıyla beraber, o kitabına tam da ara verdiği anda bu ara sokaktan, hemen önünden geçti gitti. İşaretlere inanmak, kişiye cesaret vermiyordu belli ki.

A. kitabını kapattı, tuvalete gitti ve işaretlere inanmaya devam etti.

4 Ekim 2011 Salı

Hiçşey

i.

Korkulacak
Hiçbir şey
Yoktu!

Bir şey olsun
Diye
Korktu!

"Hiçşey" oldu!

ii.

Hiçşey'i bilmelisiniz.

Her yıl dönümünde,
O'dur çoraplarınızın içine naftalin koyan

Çorbanın tuzu eksikse,
O'dur tamamlayan
Hem de "Çorbada benim de tuzum olsun."
Diye değil.

Çorbanın tuzu olsun diye.

Öncesi Her'dir Hiçşey'in,
Sonrası Hiç...

O bir "ŞEY"dir,
Anlaşılmamaya hazır.

iii.

Hiçşey'i anlamalısınız,
O sizi aldatmadan.

15 Eylül 2011 Perşembe

Eşya

Denecek şeyler var
Dilin ucunda
Söylense utanılacak
Söylenmese -belki- unutulacak.

Bilmesi gerekiyor mu? (Bilmiyor)
Susmak iyi mi? (Bilmiyor)
Birasına yumularak düşünüyor.
-Senin bir şeyin mi var?
-Karnım aç!
(Gülerler)

Denecek şeyler var
Dilinin ucunda
Diyemiyor.

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Gerontion

Çocuk baharat ağaçlarının
İhtiyarlatıldığı sıkışmış bir saray
Çok şapkalı soytarı
Açıyor kollarını
Çekirge kucaklayacak
Bir kuyu
Kuruyor
"Bana bir elma uzat
Ve bırak yitireyim
Kokularımı karanlıkta"

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Yapıcı, İnşaat İşçisi vs.

Ne onlar anlar benim dilimden
Ne de ben onlarınkinden
Tatlıses söyler onlar
Islık dillerinde
Nâzım okurum bense
Blues eşliğinde
Tak tak
Gürültüler içinde
Gece gündüz
Soğuk sıcak
Demeden çalışan
İşçiler diyeceğim ben
Yapıcılar diyecek Nâzım ise
İşlerini severek yaptıkları ne belli?
Bilinmez
Bilinmez ya
Şarkılarla türkülerle yaptıkları besbelli
Her biri belki
Keşfedilmeyi bekleyen
Çıplak gövdeleri
Yanmış bedenleriyle

                                   Radyodan gelen seslerle

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Dinlenmek Zamanı

söz kendini söylemiş, yorulmuşsa
Birhan Keskin

Bütün sözleri söylemiş, yorulmuşsam
Bütün resimleri boyamış, yorulmuşsan
Bütün şiirleri yazmış, yorulmuşsa

Bütün sokakları gezip, yorulmuşsak
Bütün içkileri içip, yorulmuşsanız
Bütün özgürlükleri tüketip, yorulmuşsalar

Artık dinlenmek vaktidir
Huzur içinde ölünebilir.

20 Haziran 2011 Pazartesi

Biz ne biçim adamlarız ki bir de Facebook sayfası oluşturduk. Bak şu işe: TIK

17 Haziran 2011 Cuma

Sigaranın Bir Yararı

Çıktım evden ama fazla uzağa değil. Sigara içmek için kapıdayım. Kapının dışındaki pencereden vücudumun yarısını sarkıtmış, yeni yaktığım Camel'ımdan derin bir nefes çekmişim. Sokaktan kimsecikler geçmiyor. Saat 5'i biraz geçiyor. Belki de 6'yı. Fark etmez. Sokak boş. Ben sigara içiyorum. Hava soğuk.

O sırada yokuşun başında bir kadın beliriyor. Gebe olduğu ilk bakışta anlaşılıyor. İlk göze çarpan gebeleği değil lâkin. Gebeliğinin ilk bakışta anlaşılıyor olmasının sebebi de sadece bir kere bakmış ve daha sonra gözlerimi üzerinden hiç ayırmamış olmam. Bu sebeple görülebilir her şeyini ilk bakışta görüyorum kadının. Mavi tişörtünü, lacivert, diz üstü, ince kesim eteğini ve elbetteki gebeliğini.

Gebeliğinin kendisine vermiş olduğu tek şey güzelliği değil. Bunun yanı sıra almış olduğu kilolar da ilk bakışta ilgimi çekiyor. Kollarının kalınlığı, gırtalığın çapı, bu ilk bakışın süresinin uzaması ile kadraja giren detayların bir kısmı. Siyah, üstü açık ayakkabısı ile kısa eteği arasından görünen bacaklarının üzerinde herhangi bir çorap muhteviyatı var mı: Keşfetmek için ilk bakışımı biraz daha uzatmam gerekiyor fakat o ânda ilgimi dağıtan bir olay meydana geliyor.

Yokuşun başından ayağına doğru seyrederken, bir elektrik direğinin hemen dibindeki mazgalın yola kattığı harici eğim sebebiyle ayağı kayıyor gebe kadının ve çok biçimsiz ve süratli bir şekilde götünün üstüne düşüyor. Bir ân hareketsiz kalıyor ve ne olduğunu anlamaya çabalıyor. Önce sağına soluna, daha sonra da düşmesini yavaşlatması umuduyla yere koyma refleksini gösterdiği ellerine ve onlara batan taşlara bakıyor. Avuç içi derisinin bir kısmının kalktığını, bunun yanı sıra ağır bedenini taşımakta zorlanan bileklerinin sızısını hissetmeye fırsat bulamadan sağ bacağından yere sızmakta olan kırmızıyı fark ediyor.

Bütün olayı o ânda çözüyorum ve basamakları üçer beşer inerek kadının yanına varıyorum. Sokakta hâlâ kimsecikler yok. Ne kadını ne de kendimi insan yerine koymuyorum. Kadın ne yapacağını bilmezliğinden, ben de evrimimi inkâr eden soğukkanlığım sebebiyle insan olarak sınıflandırılmayı hak etmiyoruz. Sevgilimden her ân mesaj ya da çağrı gelebilir fikri sebebiyle bir ân bile yakınımdan ayırmadığım telefonumun tuş kilidini dahi açmadan hemen 112'yi tuşluyorum. Tuş kilidini açmadan 112'nin aranabileceğini keşfedeli epey bir zaman olmuştu fakat günün birince işime yarayıp yaramayacağını, yararsa da acaba nasıl bir durumda yarar diye düşünmemiştim. Artık düşünmeme de gerek yoktu zaten çünkü o sırada telefonu cevaplayan ve ilk bakışımını değil ilk duyuşumu yöneltmem gereken kadına durumu ve bulunduğum adresi belirtmem gerektiğinin farkına varıyordum. Vardım. Verdim.

Geriye sadece gönderdikleri ambulans gelene kadar mavi tişörtlü, kısa etekli, üstü açık ayakkabı giymiş kadını sakinleştirmem kalıyor. O nedenle, öncelikle adını sorarak işe girişiyorum:

-Adınız nedir?

Cevap vermiyor, hızlı hızlı nefes almaya devam ediyor, içerisine girdiği karmaşadan bir türlü gerçek dünyaya erişemiyor. Bu sefer daha kesin ve sert bir ses tonuyla soruyorum:

-Adın ne?

Cevaplıyor. Bu iyiye işaret. O'na, bir yandan derin nefesler alması gerektiğini, böylece kanamanın artmasının önüne geçilebileceğini söylüyor, bir yandan da izlediğim hastane filmlerinden öğrendiğim birkaç ilk yardım müdahalesini uygulamaya çabalıyorum.

Neyse ki yakınlarda bir hastane var da ambulansın gelmesi çok uzun sürmüyor. Kadını ambulansa yerleştirip ambulansın geldiği hastaneye yönleniyorlar. Giden ambulansın ardından bakarken benim aklımdan geçen düşünce ise şu oluyor: Sürekli olarak sigaranın insan sağlığı için zararlı olduğunu söyleyen insanlar, reklâmlar, propagandalar, acaba sigara içmeye çıktığım için dahil olmak durumunda kaldığım bu olay sonucunda kadının ve karnındaki çocuğun belki de hayatını kurtarmış olabileceğim fikri konusunda bana ne diyebilirler?

6 Mayıs 2011 Cuma

Düşses

Gözlerini açtığında boynunu zorlukla  hareket ettirebildi. Koltuk ve büyük sehpa arasındaki daracık alanda uyumuş olmalıydı bütün gece.  Güçlükle çevirebildiği boynuyla etrafına baktı. Odanın her yanında içki izmaritleri, sigara şişeleri ve göz yaşlarıyla dolu kül tablaları vardı ve bu tablalar tüm odayı kokutmuştu. Ayağa kalktı ve önce nereden başlaması gerektiğini düşündü. Yüzünü yıkamalıydı önce ve sonra ağzını. Böyle bir gecenin ağzında bu türlü tatlar bırakmasından hoşlanmıyordu. Banyoya giderken nasıl bir insana dönüştüğünü düşündü. Böyle haddinden fazla önemli bir sorun için hiç uygun bir yer değildi banyoya giderkenki koridor. Önemsemedi ama yine de kafasında belli belirsiz düşünmeye devam etti. Banyo bomboştu. Kirli sepeti bomboştu. Klozet tertemizdi. Yerde bir tane bile saç teli yoktu. Lavaboda bir tane bile su damlası izi yoktu. Aynaya baktı. Hoşlanmadı. Aynaya bakmaya devam etti, belki hoşlanacak bir şeyler bulurum ümidiyle değil ama… Kendinden daha da nefret etmek için iyice sokuldu aynaya. Yüzündeki her bir organına bir ir baktı sırayla. Gözleri çapaklanmış, ağzı mosmor olmuştu. Bunlar geçici şeylerdi. Bir avuç su darbesine bakardı O bunu değil, olanı beğenmemek için çırpınıyordu. Kulakları çirkindi. Kepçe değildi, kulak memesi yapışık değildi. Belki güzel bile sayılırdı ama çirkindi işte. O böyle karar verdi. Gözleri iriydi. İri gözlülerden hoşlanmazdı. Gözleri de çirkindi. Bu denli çirkin olmasına rağmen neden aynaya bakmakta ısrar ettiğini anlamadı. Sağ elini lavabonun sağında duran bardağa uzattı kendine bakmayı sürdürerek. Diş fırçasını ve diş macununu aldı kolaylıkla, zira zorluk çıkaracak bir durum yoktu ortada. İçerisinde bir dış fırçası ve bir diş macunu olan bardak nasıl bir sorun çıkarabilirdi ki? Sorun yaşamaktı niyeti. İşlerini halledip marketten ucuza dört beş tane diş fırçası almaya karar verdi. Dönüşte kirlilerini sepete de atardı hem. Hatta bir de duşa girer bir güzel ıslatırdı her yanı. Yerler ıslanırdı. Yere saçları dökülürdü. Bir hafta hiç dokunmazdı belki banyoya. Bir hafta uzun sürebilirdi en iyisi ne kadar daha böyle kalacağını zamana bırakmaktı. Yüzünü ve ağzını yıkadıktan sonra aynaya son kez baktı ve gülümseyerek çıktı banyodan. Geceyi geçirdiği odaya gelip kendini bir koltuğa attı. Şimdi yeniden düşündü nereden başlaması gerektiğini. Kendinden başlamasının uygun olacağına karar verdi muzırca gülümseyerek. Kendini yok ederse tüm bu şeyleri de düşünmek zorunda kalmayacaktı. İki gün sonra nasılsa birileri gelip buraları temizlemek zorunda kalır diye düşündü. Aradan kendisi de çıkardı. Hem ucuz hem can yakıcı olmayan intihar eylemleri düşünüyordu. Sonra birden böyle bir şeyi nasıl düşünebileceğini düşündü. Henüz yapmak istediği çok şey vardı. Düşündü. Yokmuş. Hoşlanmadı. İnsanların neden intihar ettiğini merak edeceklerini ve bununla ilgili türlü türlü şeyler uyduracaklarını, ama hiçbirinin intiharının gerçek sebebini bilemeyeceğini; öldüğünde yaşayanların seslerini duyup duyamayacağını düşündü. Öldükten sonra bundan daha önemli şeylerle uğraşacağını hesap ederek duyup duymama konusunu bir kenara attı. Ama yine de insanların ölümüyle ve ölüsüyle ilgili ileri geri konuşmasını istemediğini düşündü. Ayrıca şu anda, oda bu haldeyken ölmek işine gelmiyordu. Hem intihar etmiş, hem dağınık hem pis üstüne üstlük sarhoşun biri. Komşularının gözünde oluşturduğu tüm o intibayı yok edecekti intiharıyla birlikte. Bunu da göze alamazdı. Hem ona ölme hakkını kim vermişti? Ben dedi yüksek sesle. Ben verdim kendime bu hakkı. Bunca yıl yaşamak nasıl ki benim tercihim olduysa şimdi de ölmeyi tercih ediyorum işte dedi. Mutfaktan çöp poşeti alıp odaya döndü, önce perdeyi tümüyle çekti ve pencereyi açtı. Derin bir nefes aldıktan sonra yerdeki, sehpanın üzerindeki, koltuktaki şişeleri çerez paketlerini, boş sigara kutularını poşete attı, dolu kül tablalarını boşalttı.zihnindeki hiç değişmeyen zemin yeniden hareketlenmeye başlamıştı.  Ben nasıl bir insana dönüştüm? Zemini kaldırmamak için üzerine şekiller koymaya çalıştı. Koltuğun üzerinde duran henüz dökmediği kül tablasına bakıp içinde kaç tane sigara izmariti olduğunu saymaya başladı. Bir, iki,üç, oturuyor galiba yavaşça, ben nasıl insana, dört, beş, altı, yedi, ben nasıl bir ins, sekiz dokuz, ben nasıl bir, on, on bir, ben nasıl, on iki, on üç, bu kül tablası ne kadar da büyükmüş, ben, kes sesini, on dört, on beş, on altı, on yedi. 17. 17 güzel bir sayı. Hoş. O böyle düşündü. Odada çöp olarak nitelendirdiği her şeyi poşete doldurduktan sonra poşetin ağzını sıkıca bağladı ve bir başka çöp poşetine daha koydu. Dış kapıyı açıp, poşeti kapının kenarına bıraktı. Odaya döndü. Geceden kalma yarım sigara paketinin içinden bir dal aldı. Bitmek bilmeyen çakmağıyla açık pencerenin yanına gidip dudağına yerleştirdiği sigarasını yaktı. Derin, çok derin bir nefes aldı. Hoşlanmadı.

1 Mayıs 2011 Pazar

yakın tarihimde ona buna benzeme çabaları

Yerleşik bir hayatın tam ortasında kendince çılgın fikirlerin savrulduğu minik zihin kaçamakları içerisinde koşturur gibi yaparken, kendime benzeyen veya alakası dahi olmayan benimle bir çok insan tanıdım. Onlara baktıkça da aslında yaşadığım dünyanın, imkanların ve şartların ne kadar değiştiğini gördüm. Bireylerin kendilerini anlamsız bir geçim kaygısı içerisinde toplumsal reflekslerinden arındırdığını gördüm, bilerek ve isteyerek. Hesapta sıkıntılarından kurtulduklarını sandıkları bu hayat döngüsü onları geleceği aslında belli bir ömre gark ederken, onlar illa taktıkları at gözlükleri ile gün geçtikçe bencilleşmeye yüz tutmaktalar. Hayat kimler için zararlı, kimlere bu teftişi zorunlu kılınmış düzen bilmiyorum. Giderek sınırları daha da kesinleşmiş, adımlarımın önceden takip edilmesine müsemma gösterecek yasal düzenlemeler hazırlanmış, sağımla solumu aslında tek bir noktada görmeye çalışırken illa beni soluma yatırmaya inat ettirmiş bir vatan toprağı içinde yaşan, tedirgin bir insanım ben.

Dünya bir tarafa dursun… illa ki bir son cümle gerecekse; ya kederken giderim ben ya da birileri önce kör edip ardından intihar ettirir beni tüm bu sebepler yüzünden…

Kendimle alakalı bariz bir çözümlemeye ulaştım nihayet. Artık huzuru bulduğum anları ve o anda neler hissettiğimi biliyorum. Hatta düşününce olanları o anda, ne kadar basit bir adam olduğumun sonucuna varıyorum. Zaman ilerledikçe biraz daha duygusallaşıyor ve hırçınlaşıyorum. Mesela bazen kırıp döktüklerim hakkında hep uyarılırdım ama ilk defa kırıp döktüğümün uyarılmadan farkına vardım. Bir huzur anında, beynimden tüm seslerin ve şekillerin silindiği, kafa tasımdan açılmış tahliye deliklerinden negatif havanın dışarı çıktığını hissettiğim o anların birinde tüm cisimler ve şekkiler yerlerine oturdu. Kısa bir zaman önce sadece birkaç saat içinde bir çok yeni şey fark ettim. Şehirleri yeniden yerlerinden ettiğim bu yeni günlerde kafamı takacağım yeni mevzuların olması ne kadar da müthiş!..

Etrafa bakınca çevrem ne kadar sığ ve sessiz halbuki. O gün çimlerin hışırtısına kulak kabartırken ve minicik bir bahçeyi dev bir orman gibi kafamda büyütürken sadece gözlerimi kaparak çevremde bir sürü şekilli taşın oraya buraya dağılmış olduğunu gördüm. Şu anda kendimce sansürlediğim ve üstünü kapattığım bir sürü örtülü farkına varış, şimdilerde sürekli sırıtmama sebebiyet veren garip serüvenler sunuyor hayatıma. Onlar olmasa zaten zihnim nasıl ayakta kalabilir ki.

Aklım sürekli bunca köklü değişme saplanıp kalıyor. Biz nereye gidiyoruz bir bilen var mı?..

Arkamda bir şehir ve üç adam bıraktığım o 23 Ocak gününden beri halen daha kendimi iyi hissedemiyorum aslında. Hani baktığım zaman o günlere bir çok şeyi eksik bıraktığımı görüyorum. Mal gibi sevdiğimi kadına aşık olduğumu söyleyememişim mesela. Hoş zaten diğer olanlar fos asıl mevzu bu. Bunu nasıl yapamamışım hayret. Alacağım cevap önemsiz gerçekten ancak, hangi bağ ile bağlanmış ki dilim yutmuşum tüm sözcükleri bilmiyorum. Ve sırf bu yüzden kendisine şükranlarımı ve tebriklerimi sunuyorum, beni iki yılda lal etmeyi başardığı, ardımda kaldı halde kendini aklıma kazıdığı, daha iyisini bulana kadar kendisine esir ettiği ve hayatı iyice boşlattığı için…

2011 yılının Mayıs ayının götüne koymaya yemin ettiğimiz bu saatlerde kendimizi Kaybedenler Kulübü filmi havasına sokuyoruz. Seyrek gelişimli pompalara ve cinsel maksatlara yönelerek bu yazımı başka hiçbir yazımı adamadığım üzere Kadıköy Mahallesi’nin güya serseri ve kötü çocuklarına, her boku ve püsürü öğrenmeye meyil ettiğimiz ama bir arpa boyu yol alamadığımız Süleymaniye Geçidi’ne ve İki Gözüm’e, sokak ortasında müzik yaptıkları halde henüz daha polis göz altısı görmediklerinden bu manada milli olamamış müzisyen arkadaşlarıma, kendini şu dünyada az biraz izi kalsın çabasıyla fanzin hazırlama çabalarına adamış sevgili kuzenime, hayatının olanını bitenini seans seans anlatmaya yeminli olan o şaşkın karaktere ve artık sabitlenmem gerektiğini düşünenlere adıyorum…

5 Nisan 2011 Salı

sonraki gün

bu benim hazanımın ertesidir.
ayak izlerimin daha ilerisinde bu dediğim,
kendi ihmalimin son perdesidir.
dizlerimin altında kalmış su birikintisidir.
parmak uçlarımın uzandığı son vücut,
boğazımdan akıp giden son nefes,
dudaklarımda terleyen son söz,
gözlerimin gördüğü ufuk çizgisidir.
doğumum ile başlayan bir hayat,
ölümümle tükenecek bir yeni hayat coşkusudur,
yüzümün solduğuna aldırmayın,
bedenimin çürüyüşü koca bir aldatmaca.
aklınızın içinde bir yerdeyim.
Hala görebilen var mı?

7 Mart 2011 Pazartesi

Smile Adsl

Açtık
Açıktaydık
Sırtımıza geçirecek
Kötü bir paltomuz
Dahi yoktu ama
Biz ellerimizi ısıtacak
Bir çift el derdindeydik
İnan olsun,
İnançsızdık!
Ama bilir kişiler
Çok görmüş geçirmiş
Olmalılar ki
Bu duruma
Eşdeğer inanç diyerek
Bize hayatımızın
En büyük ironisini
Yaşattıklarının
Farkında değildiler
Peki biz tüm bu olanları
Görüyor muyduk?
Ne münasebet,
O sırada kördük!
Muhtemel ki bir sonraki
Garciaya dek de göremeyecektik.
Öeeek.

Fatma Abla biri buraya kusmuş!

7 Şubat 2011 Pazartesi

Banyo

Oturmuşuz da havadan sudan konuşurmuşuz
Aşk hava, meşk su
Havalarımızı soluyup suyumuzu içerken
Bellerini kırmışız bir bir lafların
Sırasını savan bir oh çekmiş
Sanmışlar ki görenler, oturmuşuz da
Lafların değil birbirimizin belini kırmışız
Sonra demişler ki unuttun mu O'nu?
Dönmüş demiş O'nu unutmak mümkün mü?
Başka bir arzunuz?
Bir portakal votka daha.
Birer nefes çekmişiz.
Havasını alanlar susmuş
Suyu olanlar içmiş
Havadan sudan hayır kalmayınca
Gözler birbirine meyilleşmiş
Gidilmiş kasaya beller sallana sallana
Herkes davranmış cüzdanına
Alman usulü değil miydi?
Ödemiş işte herkes payına düşeni.
Ödemiş işte herkes, payına düşeni.
Kimi gitmiş evine yatmış uyumuş
Kimi kafasında bir tilki düşünmüş ha düşünmüş
Gitmiş yatmış uyumuşlar dünyadan habersiz
Kafası tilkililer koşmuş ha koşmuş
Varmışlar adamın kapısına
Anlatmışlar her şeyi demişler böyle böyle
Adam demiş vay be vay be
Güneşler doğmuş güneşler batmış
Bir gün adam kapıya dayanmış
Demiş bana dediler böyle böyle
Demiş adama değil öyle değil öyle
Sevmekle unutmamayı bir tutmuş senin kafası tilkililer
Hem o neyse de
Sen hiç mi sevmezken sever gibi yapmadın birine?
Ne demişler hem lafı bile var:
Temizlik imâdan gelir.
Haydi sana güle güle.

29 Ocak 2011 Cumartesi

deneme

dört mevsimin ortasında
terleyen bir kaplan,
yüzü ıslak bir sırtlan,
bir kuş, donan,
bir kaç kedi yerinde duramayan...

dört mevsimin ortasında küfürbaz bir adam.
bir adam var üç parçaya ayrılan.
üç parçası bir daha asla kaynamayan.

bir kadın olmalı sokaklarda.
cuma günü kalabalıklarında.
seyyar gürültülerin içinde sesi kaybolan.
üç parçanın birden aynı anda umudu olan.
köşe başında bir kadın var
gözlerinde üstünlük izleri, tepeden bakan.
umuda ışık olacağını bildiği halde elini dahi kıpırdatmayan.
bir kadın var sokak lambasının altında
yüzü kararmış tepeden vuran ışıktan.
nefreti doğuran, büyüten, hayata salan...

nefretler kedi olmuş bahar ışıltısında.
sinsidir kediler ki çaktırmadan yayarlar nefreti.
nefret yayılırken tersten işlerdi hep zaman.
en son olacaklar en başta olan...

bir kuşun kalbini dondurdu kediler,
kurnaz bir sırtlana keder saçtılar,
kaplana hayatı dar ettiler.
üstelik sadece bir bakışla
sadece tek bir göz ucu gülümseme ile,
devrildi tüm mevsimler üç parçanın üzerine.
üç parça ki enkaz altında.
gelemediler bir daha bir araya,
umudu elinde tutan kadının tepeden bakan gözlerinin ardında...