8 Haziran 2014 Pazar

Kaos



(I)

Hangi ay olduğunun önemi olmadığı bir dönemdi. Göğün yarılmasıyla birlikte bulutların ardında biriken bütün su damlaları yolu görülmez hâle getirmişti. Buna rağmen önü aydınlıktı Selim’in. Karşı durakta bekleyen kadını seçebiliyordu. Durağın üstündeki ağaç, durağın korumasını güçlendirmek için oraya dikilmiş gibiydi. Belki de durak, ağaçtan faydalanmak istenildiği için oraya taşınmıştı. Bilemem, ne de olsa belediyecilikten anlamayan bir yazarım.

Birbirleriyle kan kardeşleriymişler de,  üzerlerine düştükleri yaprakları, yaprakların tutundukları dallardan koparmak adına sözleşmişler gibi düşen yağmur damlalarının, kimi zaman bu koparma işini başardıkları oluyordu. Dalından kopan yeşil bir yaprak –yağmurun da yıkamasıyla yeşilliği göz alıcı bir hâle gelmişti- yavaşça düşmeye çalışarak, ama yağmurun etkisiyle bunu pek de başaramayarak, durakta oturmakta olan kadının ayakkabısının üstüne düştü. Gördüklerine inanamayan Selim, aklına gelen satırları karalamak için, o anda bulunduğu durağa gelene kadar yağmurdan nasibini almış ve sırılsıklam olmuş siyah montunun sol-iç cebinden küçük bir not defteri çıkarıp şu satırları yazdı:

Bir bakıyorum her şey ıslanmış
Bir kadının ayağının üstünde bir yaprak yetişiyor
Gözlerinin arkası deniz
Alnından dudaklarına giden bir vapur kalkıyor
Tek damlalık
Binmek için o vapura
Dudaklarımdan iniyorum

Bir bakıyorsun her şey kupkuru
Bir kadının başında bir dal kırılmış
Ellerinin içi çöl
Alnından dudaklarına giden vapur artık yok
Çok damlalık
Görmek için o vapurdaki yolcuları
Ellerinden tutuyorum

Bir bakıyorsun bakamaz olmuşsun
Bir kadının sırtında kelebek kozası
Uçarken kanatlarını unutmuş kadında
Tek çırpmalık
Beraber çakılalım diye
Sana sarılıyorum

Bir kadın yaşını almış sırtına gülüyor
Yirmi sekiz kere terliyor kadın
Öpüştükçe
Yirmi sekiz kere nefes veriyor yirmi dokuzuncu nefesi de alabilmek için
Yapıyor bunları kadın
Ve daha bir sürü şeyler
O daha fazlasını yaşasın diye
Ben gözlerimi kapatıyorum

Normâlde, toplantıda yapacağı konuşmanın detaylarına takılıp kalması gerekirken, içinde duyduğu coşku, onu bambaşka bir dünyaya götürmüştü. Öyle sanıyordu ki dünyanın nüfusu sadece 2’ydi ve bu gerçek onun, inandığını ve bildiğini sandığı her şeyin dışına çıkmasına sebep oldu. ‘Güzel şeyler kısa sürer’in yeni bir ispâtı olan otobüsün gelişi ise Selim’i, çıktığı o yeni dünyadan geri getirmesini, son derece başarılı bir şekilde, bildi.

***

‘Uzun zamandır şiir yazmamıştım.’

Otobüse bindiğinde aklından geçen düşünce buydu ama düşüncesinin O’na dönmesi çok da uzun sürmedi. Otobüs şoförünün arka sırasındaki koltuklardan birine oturup otobüs kalkana kadar karşı duraktaki kadını izlemeye karar verdi. Karar verdi diye yazıyorum ama düşünüp taşınıp da böyle yapmayı tercih ettiğini kastetmiyorum. İçinde bulunduğu durumu bilen kim olsa, eylemlerini gözledikten sonra ortaya çıkan bu otonomik hareketleri bu şekilde yorumlardı. Bir yazar olarak bunu açıklamam gerekiyordu. Açıkladım.

Bu kadını o durakta daha önce de gördüğünü fark etmesi ise pek vaktini almadı. ‘Demek ki o da her gün buradan otobüse binip bir yerlere gidiyor.’ diye umdu. Bu durumda eyleme geçmek için bir fırsat yakalayabilirdi zirâ. Gerçi eylemin ne olacağı henüz kestiremiyordu ama olsundu. Bu, ona, şimdilik yetiyordu.

Otobüs hareketine başladığında gözleri hâlâ kadındaydı. Boynunun fazla gerildiğini ise az sonra fark edecekti, çünkü durak, artık görünemez olmuştu.

Kafasını önüne çevirip cebinden defterini tekrar çıkardı. Yazdığı şiiri tekrar okudu. Bir ad vermesi gerektiğini hissettiği anda aklı daha önemli olmaması gereken bir başka soruyla doldu, taştı: ‘Adı ne?’ Bu sorunun cevabını öğrenebilmesi için ise ne yapması gerektiğini hiç bilmiyordu –ki buna gerek kalmayacağından da henüz haberi yoktu-. Bu tür işlerde pek başarılı olmadığının farkındaydı. Daha da kötüsü, kendisi ile bu konuda fikir alış-verişi yapabileceği yakınlıkta bir insan da yoktu hayatında. Partideki insanları düşündü öncelikle. Kendilerinden fikir alabileceği birinin bu insanlar arasında mutlaka varolduğuna dair hiç şüphesi yoktu. Emindi ki partiye gelen insanların hemen hepsi bu türden ilişkileri yaşamış olmalıydılar ne de olsa.

Aklında bu ve buna benzer düşünceler geçerken, otobüsün, inmesi gereken durağa çok yaklaştığını fark etti. Apar topar ayağa kalkıp otobüsün, inmesi için şoförü uyaran aydınlatmayı çalıştıran düğmesine bastı. Etrafındaki insanların da onayıyla kendini, çok ağırbaşlı olduğuna inandırmıştı. Hatta bundan o kadar emindi ki, o an içinde bulunduğu o atik durumdan dolayı utanmaya başlamıştı. Tam da o sırada otobüs durdu.

Kapı açıldı.

İndi.

Karşısında duran dört katlı betonarme binanın üçüncü katındaydı parti. Diğer katlarda da, temelde aynı fikre dayanan, ancak bünyesinde, amaca ulaşmak için başka yöntemleri tercih edenleri barındıran başka partiler vardı. Bütün kafa karışıklığının içinde aklına gelen bir başka soru ise aralarından canını en çok sıkan olmuştu: ‘İdeolojik yöntemimizde yanılıyor olabilir miyiz?’