21 Ağustos 2010 Cumartesi

Elim Sende Değil

İnsanı zorlayan kelimeleri vardı her daim ağzında
Bitmek tükenmek bilmeyen imgeler
Kafasının içi ne kadar doludur kim bilir?
Ondan başka.
İnsanın kendi kendisiyle girdiği bir savaş olmalı, sonunda kendisinin kaybedeceğini bildiği
Zorlu bir savaş
Duygusuzlaşmaya giden yolda her şey mübahtır!
Ne idüğü belirsiz ruh hali benzetmeleri
Son günlerde herkes mutsuz halinden
Mutluluk bir metafor
Mutsuzluk bir sanat adeta
Her kimselerin uğraştığı da baş edemediği
Bir seçim ya da bir kaybediş
Ya da topyekun bir reddediş
Ya da ruhu ölmüş bedenlerin sessiz inleyişi
Ya da
Ya da
Ya da
Ya da hepsi
Ya da hepsi insanlığın kendi kendine işkencesi
Ne gerek var?!
Böylesi gerek belki de
Zor yaşadım demek, diyebilmek için.



20 Ağustos 2010 Cuma

Karbon Kopya

Beynin tüm kıvrımlarından geçip taşan asi bir nehirdir insanı hayat içinde girdaplara karşı koyduran güç. Etrafından bağımsızlaşmaya başlamasıyla yeni bir devinim yaratır yaşam üzerine. Sayısızca yenilenir/yinelenir ve akışıyla hayatın tortullarına eklemlenir daha kararlı   ve daha da büyüyerek. Karşısına çıkabilecek nelerdir ki bu devinimi aksatacak. Bunu görebilmek için biraz daha yükselmek gerekti hep o geçişlere seyircilik eden localardaki kralların yanı başlarına.

 Zihnin bir tepkisidir olan; parçalanmalıdır ki varlığı sonsuzluğa daha da yaklaşabilsin, buydu olması gerekli olan. Geçiş güzergâhları kim oldukları bilinmezlerce tutulmuş, üzerlerinde Deli Dumrul’lar türemiştir kendilerine bekçi rolleri biçerek bu mutlak yollarda. Soyut oluşlarına aldırmadan insan üzerine abanan, tüm çıkışlara kelepçe vurarak cisimleşmeye bir o kadar namzet duygular kol gezmeye başlamışsa artık gerekli olacak ciğerleri yakacak yeni bir soluktur. O soluk ki belki Zeus ‘un dolaştığı çam ormanlarında raks eder, belki de bozkır ortasında gri renkli bir şehri sarmalamaya hazırlanır bir anne gibi, belki de imbat rüzgârlarının eteklerine tutunup tatlı bir esinti yaratır terli bedenlerde. Yeni bir tunç kalkan belirmiştir gövdeye sığmayan soğuk ama her zaman sadakatini azaltmayan. Hayalinin azık torbası daha bir doludur artık ve daha açılmaktan asla sakınmaz kendini tüm hayata. Ardına bakmak yetecektir son halinin boy aynasındaki yansısını parıltısıyla görmeye.  Tüm bunların vücut buluşları da o akışın yeni bir biçimlenmesinden başka bir şey olamamaktadır. O da bunun bir parçasıydı ya yoluna yeni haliyle akacaktı ya da kendini bilmezlerin kökleri onu ayaklarından prangalayıp çekiştirecekti büküldüğü yerlere. Zihin mi yoksa diğerleri mi galip gelebilirdi. Bu savaştı ki ya yenidünyayı kuracak ya da statik dengesiyle emeklemekten dizlerini çürüten bir çocuk olarak kalacaktı. O savaşta da bilmiyordu varoluşunun nedenini belki.

Kıvrımları geçen nehir acaba hangi denizlerle bütünleşti, nasıl bir yol çizdi kendine ve artık neredeydi ilk anından farklı olarak? Belki gözleri kamaşarak göğe bakacağı bir duraktaydı ya da kendini bölüyordu iç geçirerek, hayalleri dilinde şarap pası gibi kalıyordu. Donmuştu, bir su gibi buza dönmüştü ancak donmak küçülmektir-kıvrılmak oluyordu doğada. Peki, neden donduğu kabı patlatmıştı donduğuna rağmen?


Yazan- Çizen: Samet Karaçul


  

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Realizm

Bugün işten çıktıktan sonra arkadaşlarla buluşup iki tek atmak için karar almıştık. Buluşma noktası iş yerime fazla uzak olmadığı için, diğerleri gelene kadar midemdeki açlığı bastırmak amacıyla yol üzerindeki bir fast-food'cuya girip patates kızartması söyledim. Yanına içecek almadım.

Oradan, mideme doldurduğum cipslerin ardından iki tek atılacağı mekâna girdim ve bizim elemanların konuşlandıkları masaya doğru ilerleyip boşta kalmış olan tek sandalyeye oturdum.

Havadan sudan muhabbetler, klasik faraza cümleler, kadın meseleleri, iş konuşmaları, biraz politika, referandum falan filan konuştuk. Tam anlamıyla zırvaydı hepsi. Çabuk sıkıldım aralarında ve iki tek'i attıktan hemen sonra çıkmam gerektiğini bildirip eve doğru yola koyuldum.

İş yeri - meyhane mesafesinde inat, meyhane - ev mesafesi biraz daha uzundu. Yıllardır arşınladığım bu kaldırımlar bu sefer daha da uzun gibi geliyordu ve bundan kurtulmak için daha hızlı yürümeye çabalıyordum.

Ama bu çabam, dışarıdan bakıldığında, pek de benim düşündüğüm anlamlara gelmiyor olmalıydı ki insanların gözünde, eve gitmeden önceki sondan üçüncü köşede bir grup genç -sanırım üç kişilerdi- önümü keserek şöyle dediler:

- Bayım, ne bu acele? Hem de sallanıyorsun? Bir şeylerden mi kaçıyorsun?
- Çekilin önümden, eve gitmeye çabalıyorum.
- Bu ne acele? Hele bi' soluklan bakalım.
- Size çekilin önümden dedim. Sadece eve gitmeye çalışıyorum hepsi bu.
- (Benim omuzlarımdan itekleyerek) Sana acelen ne dedik. Sanırım kaşınıyorsun ha?!
- Bana bir kere daha dokunursan parmaklarının hepsini keser senin kıçına sokarım!

O'ndan sonra ne olduğunu pek hatırlamıyorum ama birbirimize girdik, onu iyi biliyorum.

Sabahleyin uyandığımda etrafımda derin bir sidik kokusu vardı. İşe geç kalmış olduğumu düşünüyordum ama gözlerimin yanında belleğim de açılmaya başlayınca bunun endişelenmem gereken ilk konu olmadığına karar verdim. Çünkü nezaretteydim.

Ben tam olayların yavaşça farkına varmaya başlamışken bir polis memuru parmaklıkları açıp

- Gel, komiserim seni görmek istiyor.

dedi. Ben de uslu bir çocuk gibi o polisi takip ederek komiserin odasına girdim. Boştaki bir sandalyeye oturmamı söyledi: itaat ettim. Sorgu başladı:

- Dün gece ne oldu anlat bakalım.
- İşten çıktıktan sonra arkadaşlarla buluşup iki tek attık. Ondan sonra ben eve gitmek üzere onların yanından ayrıldım. Yolda üç kişi önümü kestiler. Onlarla kavga etmeye başladık. Sonrasını hatırlamıyorum.
- Adamlar senin şüpheli davranışlar sergilediğini söylüyorlar. O nedenle önünü kesmişler.
- Ben sadece evime varmaya çabalıyordum.
- Peki o zaman sana saldıran adamlardan birinin parmaklarını kesip sonra da o parmakları sahibinin kıçına sokmaya çalıştın?
- ?
- Cevap versene be adam?
- Elimde değil komiserim. Ben gerçekçi bir adamım.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

geri dönüş

şimdi sanırım on altıncı defa silip baştan yazıyorum. karar verdiğimse yazacaklarımın bir hikaye olamsmasıdır. zamansız patlarken fikirler beynimde kontrolü elimde tutmakta zorlanıyorum. gerçek üstü saçmalamaktansa dedim kendi kendime, gayet ciddi hiç bir şey anlatamamayı tercih ederim dedim ve yine, hatta yine, olmadık yere ve yine yazmaya başladım.

şehirler geçiyor gözlerimin önünden. sayamadığım kadar çok ancak sokakları çok kolay çözülebilen şehirler. bir gittiğim yeri ertesi gün tek başıma bulabildiğim yeşil ama makine gürültülü yerler hatırlıyorum. oralardayken ne garip huzurluyum. geri döndüklerimi hatırlıyorum. her seferinda daha büyük bir hiçe kucak açar gibi dönüşlerim var benim. yollardan, izlerden öyle bir geri dönerim ki ben, her dönüşün manasızlığı sizi yeni bir şoka sürükleyemez bile. ben yolların sefiri filan değilim. etrafımı fazla seyrediyorum, nistagmus sağolsun...

hatta nistagmus yüzünden ben kolay kolay bakamadım innsanların yüzüne, gözlerinin içine. samimiyetsilkle suçlandım bu yüzden. sevdiğim her kadın benden uzak durdu hatta. sebebi açık... kimsenin gözlerinin içine bakamıyordum fizyolujik bir nedenden ötürü. bugünki yazma denemelerimin birinde buna benzer bir kaç cümle kurmak istedim hatta. bizim işimiz fizyoloji ile değildi, ruh ileydi. nistagmus filan hikaye idi yani. kaynayabildiğin kadar inasan kaynadın mı yavrum sen bana ondan haber ver önce!.. gözlerimi ellerime diktim, bakmakta zorlanıyorum...

bir balıkçı kasabasında bir buçuk yıldır yaşıyorum. deniz insanı hakikaten rahatlatıyor. insanlar birbirlerinin yatağına girmek hususunda çok rahatlar. ben başkalarını koynuma almak hususunda cüretkarım. başkaları yalanları ip gibi sıralamakta ısrarcı. ben bunca yalana dolanırken korkak ve kaçmak isteyen. arkama bile bakmadan kaybolup gitmeliyim buralardan. çünkü içine düştükçe bir dolu şehvet dolu yalanın benliğini kaybediyor insan. ben bildiklerimden korkuyorum...

yüksek tavana bakarken elimde bir kamera vardı ve dört çaprazımdan göğe yükselen maytaplar. önümde birileri dans ediyordu ve ben onları unutup tavana baktım. öyle bir andı ki o ne insanları hatırlıyorum ne çalan müziği. bir anda kaybolup gitti varolan her şey. bir ben, bir tavan, dört çaprazımdan göğe yükselen maytaplar ve kamera... kendimi böyle bir anda dünyadan soyutlamak deneyimi başıma ilk defa geliyordu o gün. seslerin ve insanların silinip gittiği o eşsiz anda ben inanması güç bir şekilde çok mutluydum. tavandaki o sarıı renkli mat görüntü benmim umudum olmalıydı. netekim bir kaç gün sonra da öyle oldu. tavandaki ışık şimdi yeri göğü aydınlatıyor. ortalık biraz mat ama idare ediyoruz.

ben bavullarımı toplarken günlerden hep cuma. ben bir yerlerden bir yerlere hep cuma günleri gitmişim meğer. ömrümde saydığım 112 cuma var. 112 cumadır ben hep göç halindeyim. siz bana bakarken uzaktan umursamazca, ben kendi hayatımı sıkıştırıp kolilerine, kimseye fazla belli etmeden ve çaktırmadan gizlenip kapı ardlarına, sinsi bir düşman gibi geliyorum hayattan kalan intikamımı almaya. üstelik bu çok uzak bir gelecekte değil, pek yakında...

otuz üç kilometre göçünün ardından 140 kilometre tepip dönüyorum asıl hayatıma...