22 Aralık 2008 Pazartesi

Kavramlar Arasında

“Doğruluklarının ızdırabı ile yanan ruhlar ebedi miraslarına kavuşacaklar…”

Bu sözü bir Anime’den arakladım. Hatta kendime sorsam bunu buraya neden yazığımı bile bilmiyorum. Birkaç gün önceydi. O gün fark ettim ki; benim hayatımın dönüm noktalarının birçoğu Pazar gününe denk gelmiş. O gün kendini bilmez, haddi cümleler içinde sınırlı biriydim. Ders veren adamdım yine. Aşırı mantıklı ve bir o kadar doğrucu Davut günümdeydim. Hesaplayamamışım, bunca söylenen doğru hem benim, hem karşımdakinin acılarını dürtükleyecek…

“Sen hayatında hiç geri plana itilmemiş, hiç reddedilmemiş, kendi bildiğini doğru olarak yorumlamış ve bu haliyle bilinçaltına kazımış, başkalarının senin yaptıklarına yanlış demesine dahi tahammül edemeyen, kendi doğrularınla yaşayan, ezilmenin, acı çekmenin yontulmuş haline erişememiş, benim gözümde halen daha çocuk olan birisin…”

Böylesine uzun bir cümleyi tam olarak hatırlamış olmak hakikaten gurur verici. Böyle bir cümleyi muhatabına onu kırmadan söylemek ise büyük bir yetenek ve zarafet gerektiriyor sanırım. Böyle bir insan da olmadığına göre, bu durum için imkânsız demek de pek tabi mümkündür. Samimiyete sarılmaya çalışan ve sürekli ışığın üzerine çevrilmesini isteyen bir ruha böyle şeyler söylemek gayet gerekli aslında. Anlamadığım şey; neden pişmanmışım gibi hissettiğim…

“Bahsettiğin dostluk kavramının içini boşaltmıyor kimse. Herkes kendi dostluk kavramını yaşıyor. Kavramlar insan gözünde görecelidir. Dostluğun bilmem kaç tane farklı tanımı vardır. Sen beşincisini benimsemişsindir, ben kırk üçüncüsünü. Fakat diğer insanlar da bu dünya içinde nefes alıyor ve geri kalan tanımları yaşatıyorlar. Zihninde kalıplaştırdığın doğrularının etkisi bütün bunlar…”

Çok felsefi ve bir o kadar sıcakkanlı olmam gerekiyordu o anda. Karşımdaki her an patlamaya hazır bir volkan gibiydi çünkü. Bir o kadar sevimli ve kendine has… Yine de birileri bir takım yanlışları ortaya dökmek zorundaydı. Ve biliyordum ki; bu söylediklerim bir başkasının ağzından dökülse o kişi için çok üzülürdüm. Böylesine bir muharebeden en az hasarla çıkacak kişi bendim zira. Konuşurken ellerimi ovuşturuyordum. Avuçlarım terliyordu. İncitmekten ne kadar da korkuyordum. Hâlbuki incitmemek imkansızdı…

“Kimse senin yaptığın yanlışları yüzüne vurmamış. Sende yaptıklarını ve düşündüklerini doğru görmüşsün bu yüzden sürekli. Şimdi ise, bunca zamandır olmayan şey olmuş. Senin doğrunun yanlış olduğu uygulamalı anlatımlar ile ispatlanmış. Sen ise karşılık olarak kabullenmek yerine çemkirmeyi, reddetmeyi tercih etmişsin. Üstüne savunma mekanizman devreye girmiş ve senden beklenmeyen çıkışlar yapmışsın…”

Bunları söylerken bile halen dikenlerinin ucu bana dönüktü. “İşte yine yapıyorsun farkında olmadan” diye kaç defa söylediğimi unuttum. Kabullenmezlikler içindeki bir karakterin içten içe kendine sorgulamaya meylinin portresiydi artık karşımda duran. Cümlelerime karşılık vermeyen, esprilerime gülmeyen ve alık bir çehreye bürünen bir siluetti şimdi o hırçın kız. Ayrılırken bile isteksizdi sarılmak hususunda. Kırılmıştı besbelli. Suratı düşüktü ve bu beni yaralamaya yetti. Fazla mı üstüne gittim veya bunları hiç mi konuşmasaydım diye kendimi yedim ayrıldıktan sonra. Ancak bir yerlere toslamadan frenlerin boşaldığını söylemesi lazımdı birilerinin…

O günden sonra üç gün daha görüşemedik. Telefonlarıma cevap vermiyordu. Kendi iç hesaplaşmasını yapıyordu sanırım. Bunca söylenenler alarm sinyallerini devreye sokmuştu. Bu yaptıkları bir yanlış değildi. Benim düşüncem; herkes hayatında bir defa zor olanı yaşamalı idi. Kolaylıklar sabitlikler yaratırdı. Ona olanlar ise yaşamamışlık kaynaklı bir takım eksikliklerdi. Bir gün telefon çaldı. O vardı hatta. İki üç cümle sonra anlamak kavramı hakkında yenilikler yapmak gerektiğini düşündüm. Karşımdaki ses bana sadece tek bir cümle söyledi bunu düşünebilmem için:

“Dostluk kavramının içini boşalttınız siz!..”

19 Kasım 2008 Çarşamba

Girizgâh

Buraya oyun oynamaya geldim. Doğruluk, dürüstlük gibi evrensel değerlerle kendimi boğazladığım sabahlardan kaçmak için, bunlarla iğfal ettiğim mahremiyetime borcumu ödemek için. Yüzümü kapatıp konuşmaya geldim. Kendimi rahat bırakmaya geldim, bıktım kendimle konuşmaktan. Sırtımı sıcak bir duvara verip ağlamaya ihtiyacım var, hepsi bu.
Yalanlar söyleyeceğim ama o denli samimiyetle yapacağım ki inanacaksınız. Şeytanlarımı besleyeceğim, uzun yıllardır açız. Kendimi kusacağım, çok kişiselim, çok yalnızım, çok küfürbazım.
Daha önce hiç hikaye yazmadım. Kaçak misafiriyim buranın, blog sahibine hürmetlerimi iletirim. Kimselere diyemeyeceğim bir tıkanmışlıktı, yaramı deşmedin ama görmezden de gelmedin. Sağ ol.
Hala çok hevesli değilim aslında yazmaya. Hatta şimdi bile bırakıp kaçmak istiyorum, ama biliyorum yarın, şu an olduğum yerden çok uzaklara gitmiş olacağım, nerede ne hissettiğimi bile hatırlamayacağım.
Ben ne yazacağımı bilmiyorum, her ne oluyorsa işte onlar, sancıyla dökülüyorlar beynimden ve var olmakla ilgili sorunları var. Görünmek istiyorlar, saldırmak istiyorlar, sonra birden saklanmak istiyorlar, hiç olmamış olmak istiyorlar. Çok rahatsız ediyorlar beni. Ben zaten rahatsızım. Göz kuyruklarım aşağı doğru benim, doğuştan hüzünbazım. Öyle olurmuş düşük göz kuyruklular.
Evet her şeyi silip, yatıp zıbarma isteğimin doruğundayken sözlerime son veriyorum. Ben Buruncuk. Buraya oynamaya geldim. O kadar.

18 Kasım 2008 Salı

Hazırım

Aşırı kişisel, yoğun ego aromasıyla kendini fazla şımartmış küstah kişi. Kendince çok haklı. Nasıl olmasın ki? Öte yandan halhallı-küpeli cariye. Nasıl da aşmış görünüyorsunuz benim içinde boğulduğum küçük bok çukurlarını. İnanmıyorum size. Siz gerçekseniz ben değilim. Aynaları piksel piksel ettiniz. Bok yemişin evlatları. Ama bir gün çok sakin olacağım. Hiç korkmayacaksınız. Hiç anlamayacaksınız ipler kimin elinde. Susmayı bilenin. Susmayı bilenle konuşamayan arasında ince bir çizgi olsa ya. Yine ikinci el ihanetlerin çöpünü süpürüyorum. DUVARINA HOŞ GELDİN ne abi? Dalga mı geçiyorsun? Asıl sen duvarıma hoş geldin. Üstüne yıkacağım. Bekle. Bir şeylerle oyalan. Kendimizi oyalamayı iyi biliriz, ertelemeyi ve ertelenmeyi. Ben payıma düşeni almaya gidiyorum odama şimdi.

( I can't stop loving you - Ray Charles)

Her geçen gün benim işim kolaylaşıyor da, sizin için endişeleniyorum. Zaman benim zamanım, çıplak gözlerle görüyorum bunu. Her şey mümkün. Affedebilmeyi diliyorum, içim zehir. En kötü ihtimalle hepimiz tepetaklak oluruz, ki bu uzun vadede çok sevimli bir şeydir. Hala vakti olduğuna inananlar için. Umudu sömürmezseniz şayet, hep yaptığınız gibi; size güzel hediyeler alırım. Ama önce tanık olduğum tüm adilikleri içime çekip sindirmeliyim. Zaman verin bana, bir şeylerle oyalanın, ilgilenmeyin benle.

(İnsanın kendine karşı bencil olması / Yine ne dedin Gülşen? Yine dan dan düşünmeden konuştun. Nasıl bir bölünmüşlük içindeyiz kızım, niye tek parçayız buna rağmen? )

(Unchain My Heart)

Bence de komik. Ama kendi kendimi yanlışlayıp, götüme baka baka geri dönemem, bu yazdıklarımı silmeyeceğim. Söz varsa her zaman yalan vardır, her zaman çarpıtma vardır. (hadi canım) Ben konuştukça homurdanan ne? Şimdi kişi listemde son bir temizlik yapacağım. Müsaadenizle.

7 Kasım 2008 Cuma

hikayeden hediye

öncelikle belirtmeliyimki bu yazı blog sahibinin isteği üzerine sanal bir doğum günü hediyesi olarak kaleme alınmıştır. kaleme alınmak kavramı ne kadar doğru oldu, bilemedim şimdi. şöyle değiştireyim. tuşlara basılmıştır. bugün benim de doğum günüm. benimle aynı günde doğma şerefine eriştiğinden dolayı yazıyorum bu yazıyı. yoksa tek bir tuşa bile basmam. bu da kayıtlara geçsin:)

buraya dilediğim gibi özgürce saçmalayabilirim. blog sahibinin saçmalama potansiyelimi kaldırabileceğini düşünüyorum. ruh ikizi kuzeni olarak eminim ki kan çekiyordur falan kesin.

popomundoyla ilgili olacak yazımın bu paragrafı. gittiğinden bu yana popomundoda başta adı olmak üzere çok şey değişti. artık biz onu aramızda popmundo diye çağırıyoruz. biliyorum eskiden daha güzeldi. fuat sütçüoğullarından aramızda olsaydı şu an 670 günlük bir karakter olacaktı ama maalesef kendisi rahmetli oldu ve ebedi istirahatgahında dinlenmekte. o zamandan bu zamana benim -hepsinin babaları başka olmak üzere- tam 4 (evet evet dört) çocuğum oldu. evlendim. coştum, dalgalandım. para veriyorum oyuna, vip oldum falan. hee bir de artık sonat zafertepe değil sonat jakes'im. kocamın soyadını aldım:) normalde yapamayacağımız şeyleri yapmamıza olanak sağladığı için seviyorum sanırım ben bu oyunu. mesela normalde 4 farklı adamdan 4 çocuğa sahip olsam maazallah toplumda hiç de doğal karşılanmam. tabi toplum kimin umrunda falan da kendim de normal karşılamam sanırım bu durumu. başka bir sevme nedeni şarkı söyleyemeyen bir insan olarak (evet sesim berbat, evet seni kıskanıyorum) burda dilediğimde sağa sola yeri göğü inleten şarkılar söyleyebilmem. sanal ego tatminleri yaşatması, sanal zenginlik sağlaması falan. ben bu gazla bi 675 gün daha oynarım bu oyunu. ben manyak mıyım da internetten bu kadar uzun süreli bir oyun oynuyorum. evet manyağım, şüphen mi vardı:)

doğum günümün sıradan olsa bile berbat geçmemesini temenni etmiştim dün geceki yazımda. sıradan değil iyi geçti. biraz daha zorlasa süper olurdu o derece. bu sene başıma kutsal felaketler gelmedi nedense. neyse, sorgulayıp tanrıyla pazarlık yapmayacağım. pastadaki mumları üflerken tuttuğum dileklerin bir tanesi bile aklımda değil şu an. asla gerçekleşmeyeceğini düşündüğümden aklımda kalmamıştır muhtemelen. ama hissedebiliyorum bu senenin "süper olmasa da iyi" olacağını. umarım seninki de öyle olur. ya da seninki "mükemmel olmasa da süper" de olabilir. karar veremedim şimdi bak. mükemel olamayacağından emin olduğumdan bu karamsarlık. mükemmel olursa söyle yalarım burayı. iyi dileklerde bulunmayacağım yazı bitiminde. o dileklerden bugün ben de duydum bir sürü. o yüzden şimdi sessizce yürüyüp gideceğim.

doğum günün kutlu olsun trans..

soundtrack: system of a down-toxicity :)

1 Kasım 2008 Cumartesi

ağıt

oğlum;
sana bu mektubu bizim cehennemden yazıyorum. bir yaşıma daha gireceğim neredeyse. tabii bundan haberin yok senin. kronometreye erken bastığın için beni hep yakışıklı hatırlayacaksın. bizi bırakıp gittiğin yerde eski güzel günleri düşünüp hayıflanacaksın. ama dur! sen hatırlıyor musun beni? peki sen herhangi bir şeyi hatırlıyor musun? ben yirmiydim tanıştığımızda. sen beni en son otuzbeşimde gördün istanbul'da. sonra sen kaş'ta öldün. o akşam aynı anda geldik antalya'ya. sen beni görmedin, ben sana bakıyorken. ben sana öyle dikkatli baktım ki oğlum ayrılırken, sen iyi ki görmedin beni. yoksa gözgöze gelir gülerdik, eskisi gibi. olmadık bir yerde gülerdik ya hani?. öyle olurdu yine. gözlerimizi kaçırırdık ciddiyeti bozmamak için. hani sahnede olduğu gibi. sen ağlarken bakamazdım sana sinirimi bozardın, gülerdim. çünkü sen her boktan şikayet ederdin oğlum. öyle çok şikayet ederdin ki, sonunda sıkılır gülerdim. sonra sen de sıkılırdın kendinden. başkası gibi olmak isterdin. mutlu olan bir başkası gibi, dert etmeyen biri. hani, benim gibi biri.

bir şey diyeyim mi sana oğlum? şimdi dönsen buralara. ne gidilecek bir yol, ne uğruna ölünecek bir kadın. her neyse... ama kadınları çok dert ederdin sen. ama onlar seni severdi oğlum. ama sen çok ağlardın onlar için. sevemezdin kendini bir türlü, onlar seni çok sevse de. senin gibi olmak istemezdim o zaman. daha çok sevin beni! daha çok gülün bana! beni daha çok isteyin! daha çok! ama seni en çok ben...

bir şey diyeyim mi sana oglum? şimdi dönsen buralara. ne gidilecek bir yol, ne uğruna ölünecek bir kadın, ne de sabaha kadar konuşarak sana vaad ettiklerim... kandırdım seni oğlum. parayı dert etme diye. yok öyle bir şey, başarısızlık diye. illa da başkası olmaya çalışma salak gibi. bir kadın için ölme diye... kandırdım.

artık umrunda değil mi bunlar? artık bozulmuyor musun bu işlere? aşkın da bir önemi kalmadı mı yoksa? o kadın için ölmez misin bir daha? ne var, bir kere daha ölsen? değmez mi o kadın buna? hani, hani değerdi?

çıplak ayaklarıyla yürürken mezarının üstünde keyiflenmeyecek misin toprağın beş karış altında? öyle de oldu zaten, vasiyet ettiğin gibi çıplak ayaklı kıza.

bıraktın değil mi oğlum? bıraktın, gittin. peki! ama ben buradayım hala. ben devam ediyorum. peki sen bakıyor musun bana oradan? gülüyor musun bana? sanıyor musun ben aynı şarkıyı söylüyorum? beni daha çok sevin! bana daha çok gülün! daha da çok isteyin beni! beni daha çok özleyin! ama seni... seni en çok ben, ben! hayır ben çok değiştim oğlum. bir başkası değilim artık. vazgeçtim maymunların dünyasından. bıraktım alkışları, istemiyorum kahkahaları. istemiyorum bir aptal gibi yaşlanmak. işte belki de bu yüzden seni en çok ben... en çok ben özlüyorum! benim ölü arkadaşım..."

31 Ekim 2008 Cuma

İstenilen Düzey

Bölüm 3: Merak Hortlaması

Tedavisi olmayan bir hastalık gibi gelir yalnızlık insana ve hatta insan hasreti çekene. Anlaşılmaz nefes darlıkları, sürekli olarak kendini tekrarlayan kalp kasıntıları –ki, biz öyle sanmaktayızdır- ve televizyonda boy gösteren her saçma dizideki duygusal sahnelerin ardından dolan gözler fizyolojik belirtiler olarak vücuda oturur. Dikkat dağınıklıkları, saçma şeylere duyulan meraklar, yol çizgilerinin ve elektrik direklerinin adım başı sayılması, cama çerçeveye takılan isimler ve herkesin en aşina olduğu çizgilere basmadan yürümek de davranışlara yansıyan yan etkilerdir. Zamanla bu davranış bozuklukları internet ortamından arkadaş yapmak ve onlar ile anlamsız ilişkilere girmek gibi ileri seviyelere ulaşır. Furkan, ileri seviyelere ulaşmak için ilk adımları atmak üzereydi ve henüz bir alternatif çözüm yolu üretememişti kendi kazdığı çukurdan kurtulmaya.

Son numarası pes etmek niteliğindeydi aslında. Gizem adamı olmaktan uzakta, sosyolojik yaşam alanlarının bir kenarında pusuya yatarak, yakaladığı ilk kurbana cümleler kuracaktı. Bunu bile planladı Furkan. Her şey yavaş yavaş gerçekleşecekti. Bir defa da üstüne çullanmak kişiyi korkutabilirdi ve akabinde Furkan başladığı yere yine ve yine geri dönebilirdi. Öncelikle kendine bir kurban seçti. Mesai ortamından bir erkekti gözüne kestirdiği. Yaşı yaşına, boyu boyuna göreceliğinde olan bu kişi Furkan için büyük bir kafa dengi potansiyeli taşımakta idi. Avına yaklaşan bir bengay kaplanı gibiydi Furkan. Önce birkaç cümle, havadan sudan açılmaya zorlanan konular ve peşi sıra gelen özel hayata ve fikirlere dair kelamlar ile avını köşeye sıkıştırdı bir hafta içerisinde. Ne yazık ki, gerçekten mesai arkadaşını bir av olarak görüyordu ve bunu arkadaşına da belli etti istemeden. Sürekli konuştu içini onun üzerine boşaltırcasına. Bunca paragraf dolusu cümle ağır geldi ona ve uzaklaşmak istedi Furkan’dan. En son yapılan iş dışında görüşme teklifine mırın kırın eden fakat manidar bir red cevabı ile kaçmayı başardı genç adam. Furkan ise yine ve yeniden, hatta tekrardan bir başına kaldı.

Tek başına kalmak yeniden belki de en az hasarlı sonuç olabilirdi Furkan için. Nefsini köreltemeyip döktüğü içini artık koridorlardan, köşe başlarından ve tüm daire personelinin ağzının içinden toplamaktaydı. Sustuklarının yaptığı parça tesirli patlama en çok onu zararlı çıkarmıştı. Herkes en azından bir cümlelik bilgiye sahipti Furkan hakkında. Zaten bu tek cümle de insanlara sayfalar dolusu anlatacak hikayeler yaratmaya yeterdi. Ne kadar sakin yaklaştığını düşünse de, bir erkeğe kendinden durmaksızın bahseden başka bir erkek sevimsizlik ve bıkkınlık yaratırdı. Hesap edemediği bu durum şimdi insanların ağzında geviş malzemesi bir başı eğik olmasına sebep olmuştu. Şu saatten sonra kiminle konuşsa ayrı bir dalga konusu, farklı bir espri malzemesi ve bazıları sayesinde fıkralara malzeme olacaktı.

İnsanların meraklarını köreltmek tehlikelidir. Zaman içinde unutulan ve hortlarmışçasına gün yüzüne çıkan tüm merak konuları nedeni bilinmez bir hırs küpünü de beraberinde getirir. Geçmişte öğrenilemeyen şey her ne ise sonradan öğrenildiğinde daha da merak uyandırıcı olur. Bu kez daha derin incelenme gereksinimi duyar insan. Sürekli araştırır ve bir sonuca varma yolu arar. Bulamadığı yolları ise kendisi yaratır. Çünkü, meraksal sabrının sonunda olan insan kendi merakını yine kendi yöntemlerince dindirmek istemektedir. Bu bir çeşit ruhsal tatmindir. Özellikle iş yeri gibi sosyal ortamlarda, Furkan gibi birinin yeniden uyandırdığı meraklar, o insanlara göre ele verilmiş kozlar niteliğindedir. Furkan’ı çıkmak istediği yere ulaşmaması için elinden geleni yaptıracak, kin tabanlı kozlardır bunlar.

Furkan kendi başına açtığı sorunların henüz farkında değildi. Şu an için sadece dedikoduların vardığı noktaları ve ağzından tam olarak neleri kaçırdığını çözmeye çalışıyordu. Konuşurken şuursuzlaştığının farkına varması geç ancak olumlu bir adımdı. İçten içe seviniyordu bir yandan da. Kafasını yalnızlığından başka kurcalayan, merak ettiren ve farkında olmasa da insanları kendisine yaklaştıran şeyler oluyordu artık. Sonunda iyi kötü diyalogların kurulacağı zamanlara adım atmıştı nihayet…

17 Ekim 2008 Cuma

İstenilen Düzey

Bölüm 2: Orijinal Yalnızlık

İyi bir çalışan olmanın ilk koşullarındandır susmak. Görmek ve unutmak da peşinden gelir aslında. Bu iki mühim gereksinime rağmen susmak birincil niteliktedir. Herkesin müptelası olduğu gizemi beraberinde getirir çünkü. Gizem insanları çeken yegâne olgu olduğundan. Susmak her zaman iyi bir sivrilme ve parmakla gösterilme sebebidir. Tek sorun söylenmeyenlerin giderek bütün vücudu şişme bir balon gibi kaplamasıdır. Zaman içerisinde bolun şişer ve en olmadık zaman diliminde patlar. Meziyet, balonun patlama anını iyi hesaplayıp yanlış yerde olmayı engellemektir.

Kamu personeli sınavı ile kazanılan yaşam hakkının izinden gidiyordu Furkan. Bu kazanımını sonuna dek ve tüketene kadar kullanmak istiyordu. Devlet memurluğuna uyumlu bilincinin frekansını doğru yönlendirmeye çalışıyordu. Bu sayede adaptasyon süreci az sıkıntılı ve vasatın altında zarar ile kapatılabilirdi. Standart insan profilinden çıkması gerekiyordu. İnsanoğlunun iktisadi emelleri doğrultusunda ha bire yeme refleksi gereği aklındaki ilk plan yükselmek ve üst pozisyonlarda yer edinmekti. Bunu yapmak için acele etmemeliydi nitekim. Nabızlar yoklanmalı, şerbetler buna göre şekerlendirilmeliydi. Daha da önemlisi her zaman iyi bir intiba bırakılmalıydı. Kendi için oldukça zor da olsa Furkan, sükut denizinde dalış derslerine başlaması gerekiyordu. Diğer çömezlerden farklı olarak Furkan, babasının da direktifleri doğrultusunda başarılı olmanın birincil gereksinimini kendisine hedef bilmişti.

Sınavı kazanıp devlet memuru çıktığı ilk gün babası seri nasihatler ile beynini doldurmaya başlamıştı Furkan’ın. Diğer tüm boş öğütlerin içinden cımbızla ayıkladığı bir tanesi karakterine ters düşen susmak gereksinimi idi. Babasına göre ne kadar susarsa o kadar iyiydi Furkan için. Bir kurumda, hele ki devlet dairelerinde susmak fiilini yerine getiren insan fark edilmek hususunda diğerlerinden bir adım öne geçmiş demektir. Çünkü susmak insanların merakını çeler. Sadece iş yaparak zamanını geçiren ve nezaketen insanlara selam veren bir çalışan gizemli ve dolayısı ile dikkat çekici olur. Bu sayede yalnızca işi ile hatırlanır ve buna göre muamele görür… İmkânsız olan Furkan için susmaktı ve nasıl olduysa benimsemişti bu öğüdü. Sonuç olarak eline geçen bu sınav zaferi Furkan için son kurşun idi.

Kendini şanslı hissedebilirdi aslında Furkan. Sinop’ta zaten insanların sıcakkanlılıkları kalmamıştı. Kalmamıştı da, kaidenin altında ezilen istisnai insanları birçoğu sabah mesailerine gelen devlet memurları ve şehir içinde gündüz vakitleri çalışan, küçük esnaf hariç neredeyse herkesti. İnsanların sadece çalışırken duyarlı olabiliyorlardı. Furkan başka bir şehirden gelmiş, farklı biriydi. Onu tanımak ve çözmek gerekmekteydi de, bu sefer konuşmayan Furkan’dı. Öğrenmeye çalışıyorlardı Furkan’ın geçmişini. Furkan ise basit olan cevaplar veriyordu her defasında. Doğum tarihi, mezun olduğu okulu, memleketi, ailevi yapısı gibi. Kati suretle detaya girmiyordu hiçbir zaman. Böylesine sürüp giden sohbetler Furkan’a ilave puan yazıyordu. Sustukça merak ediliyor ve üzerine daha da düşülüyordu. Zaten bünyesinde ilgiye dayalı bir şımarıklık mevcuttu. Şımarıklığın verdiği gaz sayesinde de sabrını kullanmadan susmayı öğreniyordu.

Günler sabır taşı sertliğinde ve yontulmaya müsaitliğinde geçiyordu. Furkan mesai saatlerinde susuyordu. Ancak geri kalan zaman diliminde kimse ile konuşamıyordu da. İnsanlar iticiliklerini her akşam giymeyi ihmal etmiyorlardı üzerlerine. Artık mevsim de son bahardı. Zaten boşalmaya müsait tüm sokaklar, caddeler saat 7 gibi derin bir sessizliğe gömülüyordu. O saatten sonra tüm insancıl sosyal alanlar, bu şehrin kutsalı köpeklere kalıyordu.

Değişik bir zevkti susmaktan haz duymak. İnsanların böylece üstüne düşmesi ve en azından gündüzleri yüzüne gülen birilerinin olması rahatlatıyordu Furkan’ı. Tabi ki, insanların unutmak ve sıkılmak gibi özelliklerinin de olması Furkan’ın hesaba katmadığı bir durumdu. Sinop’a ilk geldiği günlerden bu yana içinde yer etmiş olan ilgisizlik hastalığının böylesine basit bir yöntem ile yenilmeye çalışılması adeta gerçekleri göz ardı etmeye yarayan bir bağımlılık gibiydi. Tam da Furkan’a uygun bir istemdi gerçekleri göz ardı etmek ve bu sayede tüm can sıkıntılarından sıyrılmak. Ders almaktan nasibini yeterliliğin altında almış bir bünye olan Furkan, zaman içerisinde mesai arkadaşlarının kendisinden sıkılacağını hiç düşünmemişti. Gerçek olan insanların değişen fikirleri ve uzanamadıkları ciğere mundar demelerinden ibaretti.

Teker teker etrafında iki cümle için pervane olan insanlar azalmaya başladılar. Hepsinden önce herkesin yapacak işi gücü vardı ve bir defasında bazı çalışanlar Furkan ile konuşmaya çalışmaktan daha mühim ileri olduğu konusunda uyarılmışlardı. Gerçek olanın önündeki sis perdesi yavaşça aralanıyor ve Furkan’ın uyanmasına neden oluyordu. Sessizliği sayesinde bulduğu çıkış yolu yine sessizliği yüzünden geri tepiyordu. Asıl şimdi sabrı ile susması gerekmekteydi ya, bunu nasıl yapacağını bilmiyordu Furkan. İnsanların kendisine dair bir anda azalan ilgileri başladığı yere geri getirmişti Furkan’ı.

Garip bir korku içerisinde başladı mesaisine yine günlerden bir gün Furkan. Nasıl bir talihtir ki bu insanı bir başına bırakır diye düşündü. Cevaplar buldu kendince saçma sapan. Bulduğu cevaplarla biraz olsun ferahlamak istedi. İşe yaramadı. Böylesine orijinal bir yalnızlığın pençesinde kıvranmak kaçınılmazdı…

13 Ekim 2008 Pazartesi

fark etmek...

balkan müziği nidaları ile cümlelerime başlarken, kendimi yeşil mi yeşil bulgaristan topraklarımda kendi halinde ve sadece hayvancılık ile geçinen, örfü ve adeti osmanlı zamanından kalma, müslüman olduğunu unutmaya yüz tutmuş bir gurup zoraki rumen çingenesi içinde, topraklarının uzaklığına bir minibüsü ölçü alarak değer biçen ve böyle bir cehalet senfonisi dahilinde farklı bir tat olarak hissediyorum. matematiksel müzikte yeni tınılar arar gibiyim. buna bir çeşit çıkış yolu bulma veya saplantıları yenme isteği de diyebilirim aslında. günün bu öğlen saatinde, kahvaltısını tünaydın ışıması ile yapmış biri olarak söyleyebilirim ki; sanırım günün içindeki tüm hafıza silme faaliyetleri çok zor geçecek.

"bugün hiç olmadığı kadar gam dolu idi "iki gözüm". bugün hiç olmadığı kadar sessiz ve sinir bozucuydu şehir. ilk anda aradıklarımı bulamayacağımı sandım. sonra bir eksikle hazır olduğunu öğrendim kadronun. gittim, gördüm... anladım nihayetinde; bugün akışkandı iki gözün..."

evden çıkmamanın internette beyin çürütmekten daha başka diyetleri de olacağını az çok tahmin ediyordum. mütemadiyen ev işi yapmalıydım. gün boyu balkan ezgileri eşliğinde gemi batırmaca oynayamazdım. en azından annem buna pek müsamma göstermeyecekti. zaten benim odamda öyle kara kuru insan çaresizliğinde oturuşumun ona batacak bir anı olacaktı. ev işi yapmam hususunda semra teyze tonlaması ile uyarıldım. tüm bunları hayra yormak gerek. bugün ben bir garip çingeneyim. cahilim ve henüz ölçü birimlerinin temelinde metrenin olduğunu fark edememişim. hatta sanırım karnım aç ve ben yemek için çalışmak zorıundayım. isteğim ise, bugün diğerlerinden farklı bir sahada çalışmak. bunun için yüce patron anneme mecburum. derken müzik değişiyor. annemin şefkatine kendimi bırakışım ile gerçek dünyanın arabesk tonları çarpıyor kulağıma. orhan baba bir yandan söylüyor, ben diğer taraftan itaat ediyorum. inanmak istiyorum annemim beni anlamasa da anladığın farz edip beni uyaladığına.

"iki bira söyledim. iki arpa suyu eşliğinde önce gözyaşlarının dinmesini bekledim. sonra geride kalan insanlar için ağlayışını izledim. o anlarda ne hikmetse sustum. içimden gelmedi ne teselli etmek, ne de umuda dair cümleler kurmak. öyle ya, sen bir çok şeyi biliyordu.n insanlar söylemeden farkına varıp direk kendin kuruyordun cümleleri. rahat kelime oyunları yapmak yasak gibiydi senin yanında. sen biranı içiyordun, her yudumda bir damla yaş karışıyordu kenarı çatlak bardağına. sen konuşuyordun, sen konuştukça ben sabır küpüme sığdırabileceklerimi hesap ediyordum. tepki vermeye ihtiyacım vardı. veremiyordum..."

artık bundan eminim ki; elektrik süpürgelerinden nefret ediyorum. bu gürlütüde müzik sesi duyulmuyor. uzun zamandır yere eğilmemişlik başımı döndürüyor. bünyemin yaşlanma belirtilerinin bu yaşta kendini belli etmesi benim suçum!.. bu gürültü beni uyuşturmaya başlıyor sonra. şuursuzca geziyorum halıların üzerinde. kendimi kaybediyorum besbelli. öğle yemeğini garantiliyorum aslında. kendimi ayakta tutmak için bu yalanı söylüyor olabilirim de aslında. çünkü haddinden fazla güçsüz ve muhtaç hissediyorum kendimi o an. çingene çocuk öldü, gerçek ben geri döndüğünde buna sebep "sustukların büyür içinde" olduğunu fark ediyorum. kendimi mi kandırıyorum ne?

"kendimi nereye koymalıyım diye düşünüyorum. somut çözümler arıyorum önce. yan masa, bar... saçma bunlar ve bu yüzden soyut çözümler üretmeliyim. zira bitirmeye başlıyorum sabırımı ağlarken sana dokunmamı engellediğinden bu yana. kendime yerlerden yer beğenemedim. kalbine giremediğim açık. ruhunda bir boşluk arıyorum. yine yok. kalkıp gitmeyi düşünüyorum, bırakamıyorum. hani süper kahramanım ya ben bir çok defadır. kendine zarar terzi gibiyim şu anda. derken hiç lüzumsuz birinin ismi dökülüyor ağzından. hani bizden biri de değil, o kadar gereksiz ve saçma bir isim. hasretlerini dindirmeyeceğni bile bile söyledin o eş anlamlı ismi. ben ise aradığım açığı bulmuş gibiydim. yine de o boşluğun büyümesini bekledim. bekledim ve sanırım bir kez daga kendimi kaptırdım başka bir insana kırk yılın ardından..."

anlam veremediğim bir björk şarkısı çalıyor fonda ve ben fasulye ayıklıyorum. baş ağrılarım hafiflemiş gibi. acaba kaç kişi benim şu anki durumuma düşmüştür. björk çalıyor ve ben fasulye ayıklıyorum... dünü unutmak için daha makul bir yöntem olamazdı. halime gülüyorum, annem soruyor, anlatıyorum, anlamıyor ve ben yeniden gülüyorum. gülmek iyi geliyormuş hakikaten. daha doğrusu güldürülmek. kısa süreli de olsa rahatlıyor insan. akşama bu ayıklanan fasulyelerden kuru fasulye yapılacak. bu cümleden sonra o imece usulü yaşamaya mecbur çingene diriliyor. gözlerimi kapatıyorum. aklıma ilk kepim ve askılı pantolonumum içine nefret etmeme rağmen soktuğum kareli oduncu gömleğim geliyor. hatta sene 1994 ve bosna'da kan gövdeyi götürürken ben akşam yemeği için fasulye ayıklıyorum. cehaletimden sebep umursamıyorum boşnak kardeşlerime yapılan zulmü. müslümanlığımı bugün ahırda bırakmışım. aynı dinden olan birileri için üzülmeye hiç niyetim yok. hele ki bulgar radyosunun haberlerini sunan o bet sesli adamın anonsunun ardından. bugün ben kendimin efendisi ve efendimin kölesiyim. akşam yemeği için hazırlık yapıyorum. gözlerim camın ardında eve paralel giden çitlere takılıyor. ardındaki dünyaya merak salıyorum. umuda yelken açarken görüyorum ki fasulyeler bitmiş. hayalimin bile yarıda kalması yetiyor. her depreşme niyetli saniye dilimlerinde başladığım noktaya geri dönmek ne kötü.

"olmuş bitmiş bit takım bünyevi olaydan bahsediyorsun. özeti; kimin eli kimin cebinde ve ne yapsak ne etsek de tren olsak temelli olaylar. sen iddia ediyorsun ben daha ilk cümleden ikna olduğum halde haklı oluşunu. kendini doğruluk abidesi gibi sanman hoşuma gidiyor bir an. aslında görevimiz olan acı çekmeye gönüllülük durumunun getirisi bunlar. sen doğrusun, insanlar oy birliği ile yanlışı seçip ona koşmuşlar. doğru olmaktan bile acı duyuyorsun ya o an, kuyruğum olsa sallamamdan anlardın nasıl bir keyif içinde olduğumu. isyan edesin geliyor. yanlışlarının yüzüne vurulmasını istiyorsun. bu görev benim o anda. çünkü anlıyorum ki; kuracağım o cümleler ardından ben bir kaç basamak daha öne çıkacağım. ve itiraf ediyorum, hiç bu kadar özen göstermemiştim anlatmak istediklerime bunca zaman..."

akşam vakti bir kaç hikaye yazasım geliyor. anladım artık, hislerimden kaçamıyorum. bunun için yaptığım en makul iş olan uğurlamaya rağmen. akciğerlerime basınç uygulanıyor sanki, derken kalbim çarpmamazlık eylemine başlıyor keiik kesik... kendime gelmek istemiyorum. akışına bırakmak istiyorum ne olursa olsun artık diye düşünerek. fakat hiç bir şey olmuyor. sadece henüz neden olduğunu çözümleyemediğim kısmi sancılar yaşıyorum ve geçip gidiyor her şey bir anda. hatta bunları yaşarken etkili olsun diye "street split" dinliyorum. farketmiyor. çözülüyorum... demek ki ben aşık değilmişim.

"seni uzaktan yolculamak ne garip. sanki onca cümleyi daha üç saat öncesinde biz kurmadık. el sallamakla yetiniyorum kendime veremediğim cevaplar yüzünde. sen giderken ne kadar da kendine hastın öyle. sade sessiz ve yüzünün sükutu daha yeni "çehre mağazası"ndan alınmış gibi. duvarlarını da beraberinde götürüyorsun fakar. o duvarlar zaten seni böyle yapan, solduran. sen yine de onlar için bir bavul daha hazırlamışsın. derken hareket vakti geliyor. ben bakamıyorum. kafeteryaya oturup tüm bu satırları yazıyorum. "seni seviyorum"a cevap arıyorum, şu an iiçn bulamıyorum. sadece sana bir şiir bırakmak istiyorum içimden. senin ağzından çıkmış ve insanlarına iletilmek üzere...

sonra fark ettim ki;
su akıyor, rüzgar esiyor, yağmur yağıyor.
herşey yine ve aynı şekilde oluyor.
öyle bir yere geldim ki;
sıcak ve soğuk, aşk ve nefret, savaş ve barış,
üşümek ve sonra ısınmak gibi...
gitsem ayrılık olur,
kalsam çöl...
gidersem bende hasret olur ve belki beni sevenler de özler
ama anladım ki;
özlemden kimse ölmüyor.
ama ben ölüyorum...
nefes alıyorum, önemsiyorum ve gitmek istiyorum.
anladım ki;
hasret yeni bir aşka kadar sürüyor.
sevdiklerim ve beni sevenler
bağışlayın
su akıyor ve ben gidiyorum...

tuncay akdoğan"

elim karaladıklaromda. okuyorum ve ıkudukça daha iyi anlıyorum kimyamın değişkenliğini. ardından kendimle ilgili koyduğum en kesin tehşis suratımın düşmesine neden oluyor. meğerse ben ayran gönüllünün tekiymişim...

8 Ekim 2008 Çarşamba

İstenilen Düzey

Bölüm 1: Olduğu Yerde

İnsanlar her zaman olduğundan daha soğuklar. Bunun iki sebebinden biri bu şehrin küçüklüğü ve yeni geleni kabullenmezliği. Diğeri ise denizden yüzü tokatlarcasına esen ikindi rüzgarları. Her durumda da bu şehrin insanları soğuk ve şefkatsiz.

Şehir küçük ya, herkes nasıl olsa tanıyor birbirini. Yolda geçip giden arabaların kornaları pek birbirleri için çalmıyor aslında. İkaz maksatlı tüm klakson seslerinin yol kenarında yürüyen veya karşı şeritten gelen aracın içinde görülen bir tanıdığa işaret aslında. İşte o kadar küçük bir şehir. Sadece yaz mevsiminde kalabalıklaşan, bu yüzden cıvıldayan ve ne hikmetse kalabalığın getirdiği neşeyi bir türlü fark edemeyen bir şehir burası. Garip bir şekilde kendini kapatmış insanlar dışarıdan gelene. İşin komiği dışarıdan gelen de hemen kendini belli eder. Kendi isteği ile değil, hani herkes tanıyor ya birbirini. Hemen göze çarpar yeni gelen. İnsanlar uzaktan önce izlerler, sonra umursamazlar bile. Kalıcı olmaya meyilli yerleşimlerde kendini kabullendirmek zordur, yerli halkın antipatikliğinden. Bu şehir, Sinop, halen daha o büyük Gerze yangınının etkisindedir. O günlerden kalma bir kırıklığı vardır yöre halkının dış dünyaya. O günlerden bugünlere bir şehir efsanesi gibi dilden dile dolaşır bu kırgınlık. Sonuç olarak günümüzde vücut bulur ve insan siluetinde soğukluk, hatta istemsizlik olarak yeni geleni karşılar. Çünkü şehir küçük olmak istemiştir. Her yere uzak olmak niyetleri arasında yoktur. Coğrafi konumu diye bahane bulanlar nükleer santral yapmak hususunda hiç bu kadar istekli olmamışlardır nitekim. Bütün bunlar üst üste binince Sinop, içinde dışarıdan gelene karşı istemsiz bir tepki biriktirmiştir. Bu tepki insanlar aracılığı ile tüm ziyaretçilerine ulaşmaktadır.

Tabi istisnalar da vardır. Hani o her şeye rağmen kalıbında olan insanlar. Her yerde, her zaman diliminde bulunabilecek, melek kıvamında olan insanlar. Eğer halen daha bu şehir yaşanabilirse, sebebi sadece bu anlar olabilir. Ancak bugün ortalıkta yoklar belli ki. Ya da ikincil sebep, ikindi rüzgârlarının etkisinde kendilerini saklıyorlar. İkindi rüzgârları bu şehirde garip eser. Deniz üzerinden gelir ve nedense bir tek yüzleri dondurur. Mesela öğlen olsa kimi son bahar mevsiminde esen rüzgârlar, o zaman sahil şeridinde insan bırakmaz. Rüzgar alır götürür o zamanlar. Şimdi ise ne son bahar, ne de bir öğle vakti. Vakit ikindi, mevsim sonuna gelmiş bir yaz zamanı. Esen ise, sedaca çehrelere has ifade söndürücü. Suratlar donuk, dudaklar konuşmaktan feragat etmiş. Bu nasıl bir etki ise insan üzerinde kalan, öylesine uzaklaştırıyor herkesi kendinden. İletişim güçleşiyor. Seyyar satıcılar bile mecburen diyaloglar içindeler sanki. Belki de rüzgâr bahanedir. Akşam olunca tükenen insan hayatıdır asıl sebep. Yapacak hiçbir şeyin olmaması bir etken olamaz mı? Camdan akvaryum içine hapsedilen köpekbalığının düştüğü durum gibi. Akvaryumun dışına et konuyor ve köpekbalığı ona saldırıyor. Cam kafesi engel oluyor her seferinde. En sonunda, köpekbalığı saldırmayı bıraktığında et onunla aynı akvaryuma konuyor. Fakat köpekbalığı eti yemeye yanaşmıyor bile. Bu şehirde insanları önce etrafındaki güzellikleri kullanmaya aç bırakmışlar. İnsanlar umudunu kesince turist bahanesi ile tüm kullanılabilir alt yapıyı seferber etmişler. Bu sefer de hiç kimse nihayet eline geçmiş fırsatı kullanmak istememiş. Çünkü soğutulmuş insanlar, uzaklaştırılmışlar. Üstüne bir de ikindi rüzgârları esmiş. Bezgin olan herkesin suratı bir kat daha ekşimiş. Aslında kimse hor görülmemiş, aşağılanmamış da, sürekli geri plana atılmışlar. Hep ikinci tercih olmuşlar, nedenini bilmeden.

Durum ne olursa olsun, her zaman bu yolda yürüyen, köşe başlarında veya dükkân önlerinde bekleyen, oturduğu çay bahçesinden etrafı dikizleyen meymenetsizler gibi olmayan, kaideyi delmeyecek istisnalıkta insanlar vardı mutlaka. En azından Furkan öyle sanıyordu. Yaklaşık bir aydır yaşadığı bu şehirde ne bir ses olabilmişti, ne bir soluk. Kendine girişte bahşedilmiş oksijeni kadar hava alıyor, limiti doldurunca da fotosentez için geniş ve ferah alanlar arıyordu. Bulduğu ve bildiği tek yer iskele idi. Her mesai bitişi, biten havasını tazelemek ve bu güne kadar deniz görmemiş bünyesinin ufkunu açmak için geliyordu buraya. Onca insan içinde ikindi rüzgârlarından etkilenmeyen, hatta hoşuna bile giden tek kara kalem çalışmaydı kendisi. Dikkat çekiyordu, sempatik olma yüzdesi düşüyordu. Daha henüz Sinop insanının üvey evlat muamelesi gördüğünün bilincine erememişti. Bu sebeple aklında hep çok “yüzsüz ve bencil insanlar” gibi, nedensellikten uzak fikirler ediniyordu. En azından şimdilik, henüz buralarda yeni oluşundan sebep, yargılamak ve sebep sonuç ilkelerin ne denli önemli sonuçlar doğurabileceğinin farkında değildi. Şu an yapmak istediği tek şey, canı tek başınalıktan sıkılana kadar bu ikindi rüzgarının tadını çıkarmaktı. Giderek azalan bu yaz mevsimi kalabalığı içinde.

Aklında nasıl olsa arkadaş edinirim sabiti hüküm sürüyordu. Geldiği yerde kendine has, sosyal bir insandı. Anlamını kavrayamasa da, bir vizyonu olduğu palavrasını sıkardı herkese ve bunu yutturmakta da üstüne yoktu. Yeni bir başlangıç yaptığı bu şehirde ise, sıktığı tüm sosyalleşme palavralarının işe yarayacağını sanıyordu. Çankırı’dan uzak bu şehirde ilk kısa dönemli hedefleri içinde ilk olarak mümkün mertebe kafayı dinlemek vardı. Sonra ise yalnızlığını söndürmeye yarayacak bir takım insancıl faaliyetler.

Hatta şu an bir deneme yapmak istedi. Şeytan tüyünü getirmişti şehirler boyu yanında. İskelenin sonunda balık tutan adamı kestirdi gözüne. Yanına gitti ve gülümseyip “Rastgele!” dedi.

“Eyvallah.” dedi adam en soğuk ses tonu ile.

Neredeyse bomboş olan kovaya çarptı gözü Furkan’ın. “Bugün pek balık yoktu anlaşılan.” dedi.

“Sende mi balık tutuyorsun?”

“Hayır…”

“O zaman işine bak! Sana ne benim ganimetimden!” dedi adam anlaşılmaz bir öfke ile. Bir hışım ile topladı oltasını ve kovasını. Furkan’dan uzak bir yere gitti ve orada devam etti avlanmaya.

Şaşkında Furkan. Yanlış insandan başladığını düşündü. Halbuki, balıkçılar hep konuşkan ve sıcak kanlı olurdu diye biliyordu. Gel gör ki, bugüne kadar değil balıkçı, deniz bile görmemiş birinin böyle bir kanıya varmış olması, bilmediği bu yere dair bütün fikirlerinin çürüyebileceğinin işareti olabilirdi. Yine de şu an bu mağlubiyet ile moral bozmak anlamsızdı. Çünkü şehrin tek arıza adamıydı belli ki ve o adam da Furkan’a denk gelmişti.

Gün kararmıştı. Büfeden alkol tedariki yaptı Furkan. Yavaş adım kiralık ev müsvettesine ilerliyordu. Bir an arkasına dönüp yokuşun ucundan parlayan denize baktı. Böyle bir harikalığı nasıl terk eden insan diye düşündü. Bilmediği bu şehirde şimdilik akşamları dışarıda kalmak istemiyordu. Kendini çok zorlayacak macerasının başladığının farkında bile olmadan apartmanının kapısında sessizce içeri daldı.

5 Ekim 2008 Pazar

yusuf...

“Uzaktan bakan iki göz. Feri sönmeye yakın ama parlaklıkta inatçı. Kalabalık içinde aradığı zayıf bir insan bedeni. Bulduğunda heveslendiği fark edilmek. Fark edildiğinde düğümlenen dil. Düğümlenen dilin vücuda vurduğu zoraki veda hareketi. Cansız ürkek ve çaresiz…

İstediği şey sadece duvarların ardına ulaşmak. O kalın insan geçirmez duvarların ardındakine… Oradaki gizin ne olduğunu bilmek tek niyeti. Fakat izin vermiyor şatonun prensesi ve her cümlede biraz daha kalınlaşan, surları büyüyen bu garip kalenin içine inadım inat hapsediyor kendini. Dinlemiyor kimseyi ve kendi monotonluğuna kapatıyor kapılarını. Dil kar etmiyor, fiziksel telkinleri hesaba dahi katamıyorum.

Sonrası kısa dönem hissizlik, ayakların boşluğunda yürünen uzun mesafeli yollar. Ardından yavaşça vücudu tetikleyen kalp ağrıları. Sonra düşünme yetisinin kaybolması. Cümlelerde anlamsızlık ve zaten konuşma isteğinin bir müddet kendini aslıya alması. Bunların nedenine uydurulmaya çalışılan birkaç dünyevi sebep. “Diğer”lere soru işareti olmamaya bağlı arka planda kalma isteği. Serde erkeklik var, korku ve cesaret arasındaki ince çizgiyi çok iyi bilen erkek cinsi. İşte o cins, erkeklerin bu çeşit olanları yani, böyle salak gibi izlerler gidenleri. Gidenler yol tutar, onlara hep bu satırları düşünmek kalır.”

Yusuf adının çiftinden yarattığı garip dünyasına dair, yaklaşık beş dakikada karaladı bu satırları. O gün, o otogarda en azından sarılabilmeyi dilerdi. Beceremedi, hikmeti belirsiz. Yusuf sadece kırk yılın başında kendi için çaba sarf etti. Barutu eksik koyduğunu fark edemedi.

2 Ekim 2008 Perşembe

zaman ve umut ekseni....

kimi bir kaç küçük zaman birikintisinde kendini bulur bilinç denilen şey. bazen ise o özgürlük merakı yüzünden serbesttir vücudun içinde. böyle düşününce bunun neresi özgürlük demek geliyor insanın içinden. fakat bizlerde soluduğumuz bu gezegen içinde özgür olmaya çalışmıyor muyuz?..

kimi ne zaman olacağı bilinmeyen anlarda gidip gelir akıl. sağlıklı insan bünyesinde sadece ve sadece düşüncelerin beyine uyguladığı kısmi basınçta gerçekleşir bu durum. sağlıklı fikirler oluşturulamaz ve mantıklı cümleler kuramaz olursunuz. doğru olandan sapar beyin ve nereye gittiğini kendi dahi kestiremez. böyle düşününce o zaman sürekli düşünen ve kuran insanlar daimi delidir demek geliyor insanın içinden. yaşama için düşündüğümüzü varsayarsak, ne kadar sapsa da fikirler insanlar hayal ettikleri kadar yaşamazlar mı?..

kimi durumlar vardır zamandan çalan. bunlar genelde irade dışında gerçekleşenlerdir. bir ameliyat olursunuz. uyanmanız 12 gün sürer. uyandığınız zaman olacaklar konusunda kimsenin fikri yoktur. bunu sadece uyanan bilmektedir ki; o'nun farkında olduğu ve itaat ettiği şey sadece hayal ettiklerinden ibarettir. o anda kurguladığı her ne varsa doğruluğunu ve yanlışlığını kestiremez. çünkü, bilinç vücut içinde turistik geziye çıkmıştır. ağırlaşmış beden bir türlü kendi kendini götüremez olmuştur. böyle söyleyince görev yerini terkeden bilinç vücudu hantallaştırır ve serviş dışı bırakır dermiş gibi oluyor. ancak, yine aynı bünye değil midir, bilinci bulunduğu vücut içi kaplıcadan alıp iş başı yaptırması gereken?..

kimi 12 gün vardır uyansın diye içten dua ettiğimiz. o zamanlar inanmadığınız tanrı bile size o kadar yakın gelir ki şaşırır kalırsınız. bu sefer ise kendiniz çelişkiye düşersiniz. çünkü, beyin kısa devre yapmıştır ve çelişkiler ortalıkta cirit atmaya başlamıştır. siz inanmasanızda p çelişkilerden kalma izler beyninizin bir köşesinde her zaman bulunacaktır. olmayana inanmak gibi... böyle düşününce, inanmak için çelişkilere mi kapılmak gerek demek geliyor insanın içinden. hiç birimiz farkında değiliz aslında, inanç denen şey yokluğun duygy-usu değil midir?..

kimi uyanışlarda ise ne kadar rahat görünmeye çalışsan da içini tırmalayan bir kaç küçük pati umutsuzluğa erişmeye çalışır arkeolojik kazı hesabı...

tam 12 gün uyudu yengem. biz o 12 gün içinde gittik geldik kendi içimizde umutsuz antikorların peşinden. şimdi 6 gündür uyanık yengem. bizim içimizde yine aynı antikorlar, kötü niyetli bağışıklık binaları için kandan mütahitler arıyorlar. umutsuzluğa sürüklenmek insanı tüketir. böyle düşününce hani insan hayal edebildiği kadar yaşardı demek geliyor insanın içinden. fakat, hayal etmek için önce umut etmek gerekir...

ben, canlı şahidiyim bir insana hayat vermek isteğinin.
umutları köpürtür, baloncuklu sevgiler yaratırım.
sevgiler çoğalır, umut tuğlalaşır...
melek olurum kanatlarım içimde saklı.
ben hep sen olurum,
umutların benim içimde saklı...

26 Eylül 2008 Cuma

ikincil başlangıç...

son zamanlar kendime verdiğim bir gaz sonucu oluşturmaya niyetlendiğim bu blog ve peşisıra gelecek olan yazımsal maceralar öncesinde bir kaç tanımlama yapmaya karar verdim...

"transkripsion ve fazlalıkları" adındaki kurgu dünya her insanın hayal gücüne açık bir küredir. yazmak isteyen, yazılarını emanete çıkaran herkese bu küresel köyün kapıları her zaman açıktır. hiç bir şekilde yazı seçilmez ve asla sansürlenmez. gerçekçilik esastır...

blog içerisinde bulabileceğiniz tüm yazımsal ögeler bir patenti olmayan, tamamen amatör insanlar tarafından tertiplenen ve yayınlanmaya meyilli yazılardan ibaret olacaktır. bu doğrultuda yaszılacak her türlü şiir, hikaye, sari hikaye, deneme, makale vb, tüm yazılarınızı çekinmeden telimat bölümüne bırakınız ey okuyucu ve yazma heveslileri...

"hayat, kişisel kannatim kendini ilerlettikçe akışına bırakılası, rüzgarında savrulunası bir olgudur. zaman gelir, geçer, kah duraklar, kah ilerler, kah geriler. siz farkında olmayabilirsiniz ama zaman geriler... bizler bu gezegenin konar göçerleri olarak kendimize dair yapabileceğimiz en makul şeylerin başında gelen kendini ifade etme gereksinimini yerine getirmekteyiz sadece. bu gereksinimden nasibini alamamış isan silueti, ruhunun karanlık dehlizlerinde yolunu yitirmiş, sebep ve sonuç kavramlarından yoksun, başkanlarının sencilliği kisvesindeki bencilliğine hizmet eden, gezegeni anlatmak histeriğinden yoksun bir et yığınıdır. kendini tanımlayıp cesur bir kaç cümle kurabilen beri gelsin..."

yukarıdaki tanımlamayı az dahi olsa mantıklı bulan herkesi yazı bırakmaya davet etmek boynumun borcudur, kredi kartına ödeme imkanı vardır...

ilincil ve son başlangıç tabirlerinin ardından icraatlerim hakkında iki üç cümlecik kurmak gerekirse;

"kalkan" serisi ile başlayan ve aslında altı birbiri ile iç içe geçmiş hayatın, birbirinden bapımsız olarak o zaman dilimi içinde yaşadıklarını anlatmaya niyetlendiğim boyunca uzun kurguma harfler ile hayat vermeye çalışıcam. bunun dışında ne yazarım ne yazmam belli olmaz. "kalkan" serisinin vampicikteki miladı dolar dolmaz buraya taşıyıp, ardından gelecek beş hikayeyi fazlalıkların içinde olması gerektiği yere bırakacağım. kurgu halinde olan bu beş hikayenin isimleri bir tek kesin olan:
  1. hava itimi
  2. 657: saf turuncu
  3. değişimin hikayesi
  4. şehirler arası
  5. tükenmeden önceki son ışık
her hafta en az bir yazı bırakacağıma dair söz vermek isteği ile yanıp tutuşuyorum...

saygılar...

21 Eylül 2008 Pazar

başlangıç cümleleri...

kimin ne beklediği belirsiz... bunları yazarken benim vermek istediklerim biçimsiz...

manevi fazlalıkların dışa vurumu diye başlayan bu interaktif maceranın gittiği yeri ben dahi bilmiyorum... başlangıç yazısında mırın kırınlı cümleler kurmak istiyorum. ancak, bünyem fikirsiz...

düz mantığa indirip klişe tabirlerle yol bulmaya çalışırsam eğer;

bu ara acayip yazasım var sanırım burası uygun bir yer...