27 Aralık 2009 Pazar

Dışa Vurum

Kış mevsimini sevmememin nedenini anladım. Olanından daha fazla tek başınayım bu kesin. Kendi hayatımı mevsimlere göre bölük pörçük ediyorum. Baharda umutluyum, yazda kalabalık, güzde yenilikçi ve kışta yalnız… Bunu kendime anımsattığım iyi oldu aslında. Ben kışın kimsesizim ve buna şahit yine bir tek benim…

Saray Bosna’da kellesi hedef bir Müslüman olsam
Afrika’da İngiliz sömürüsü bir madenci,
Ortadoğu’nun herhangi bir yerinde Amerika’ya kukla bir kürt,
Latin Amerika’da sömürenlere kafa tutsam,
Avrupa’da dinleri karalasam veya
Çirkinleştirsem tüm mezhepleri,
Irkçı bir alman olsam,
Kibirli ve acımasız bir Musevi,
Zengin ya da fakir olsam dünyanın fark etmeyen bir yerinde
Adım müzik olsa
Ve her dilde başka bir ismim olsa.
Daha başka ne isterim…


Bu hayatta herkesin bir mazereti var bana karşı. Selam verdiğim herkes dünya işlerinden bana karşılık vermeye fırsat bulamıyor. Sonra ben selam vermeye dahi korkar oluyorum. Eziliyorum onca insana benzemediğim için. Güvensiz davranışlara isyan ediyorum. Kötü o yapılanlar. Nerede kaldı koşulsuz güven, sağduyulu yaklaşım, insanı kazanmak…

İçten içe kanıyorum. Herkesin aynı oluşu ve bir benim böyle düşünmem canımı yakıyor. Beklide bu yüzden kimse beni kabul etmiyor yanına. Biliyorum. Herkes seviyor. Ama kimse yanına yanaştırmak istemiyor. Ben iyiymişim. Madem iyiyim o zaman neden bu dibimdekinin bana olan mesafesi?

Anlatmakta yetersiz kaldığımı biliyorum. Mağdur olacağını bildiğim herkese yardım etmek istedim. Ama cüzam satıyormuşum gibi herkes kaçtı. Anlam veremedim bir türlü. Sordum nedenini, dedim ki; biz böyle değildik, herkes biliyor doğru olan yardımcı olmak, peki ya neden?.. Cevap yok.

Herkese benzemekten korkuyorum. Onlar gibi olmaktan, eğer böyle olacaksa ben yalnız iyiyim.

Tüm bu cümleleri bile yazarken huzursuzum. Aslımı inkâr ediyor gibi hissediyorum. Kanıyorum, korkuyorum, sanırım deliriyorum…

14 Aralık 2009 Pazartesi

Oyun

ferit:
*sanki yok gibi tüm varolanlar...
*başımın üstündeki saat bile kendini kaybetmiş gib...
*duardaki resimler soluk
*hava desen kapalı ve güneşşe aç
*sanki bygünden tezi yok uzunca yoıllar yağmura ve bilimum doğal afete teslim olacak tüm dünyem...
*o zaman bir şeyler yapmalı tüm tepkileri geldikleri yere şurtlayacak
*ama ne?*
seçil:
*sanırım şu çalan telefondan kurtulmalıyım önce......
*kapat hatta at gitsin
*ne değeri varki arayan anlayan olmadıktan sonra.....
*sonra sonrasını bilmiyorum şimdilik????
*doğrul yavaş yavaş..*
ferit:
*aklıma tartuffe geliyor nedense...
*sahi ya o koca rahip nasıl aşık olmuştu sokak fahişesine?
*ne denli bir sevgiydi onunkisi...
*benimkisi...
*bugün acaba tüm dualarım, oruçlarım adaklarım ve hatta doğruğum günden bu yana ettiğim tüm ibadetlere kapansam...
*döner dolaşırda yine güzelliği olur mu bir başkasının gülcemalinde?
*bunları düşünmek aşırı yersiz aslında...
*hani yersin de değil
*zamansız
*öncelikle gökyüzünün mavisine kavuşmalı ya...
*ama nasıl?*
seçil:
*bu kaddar yersiz ve bu kadar zamansızken bu alemde gökyüzü çok mu gerçek kaldı??
*önce ben nerdeyim bunu bulmalıyım sanırım....
*bi hacmim varmıki dışardan bakan herkesin gördüğü ama anlamsız
*içeri bakmaya çalışan bir iki kişiyeyse tüm kapıları kapadığım
*ben, şimdi ,burda, ve bu kanepede gerçek miyim??*
ferit:
*yaylar var...
*duvar gayet fıstık yeşili...
*perdeler dumandan islenmişler gibi...
*çevremdeki her şey eski şimdi.
*böyle bir nbakıyorum diyarıma
*baktığım her yerde sabitlerine mahkum bir sürü obje...
*sürreal olmalı bence somutun içinde o zaman
*oda kırmızı olsa
*maviden anlamsız şekillernirmeler kondursam asma tavana
*oynasam onlarla
*bir heykel yapsam
*ya da bir tavşan
*sevimliyim bugün
*tavşanlar güldürüyor beni
*çiçeklerle dolu yeşermiş bir hayal bahçesi edinsem ya şu kürüsel ısınan dünyada
*tek bildiğim kanepem olsa sırtımı üstüne yasladığım
*umut ederek gerçekleştiremediklim ya bunlar
*bir şeyi umut ediyorsan ve o şey gerçekleşmiyorsa sen gerçeksindir*
seçil:
*o zaman ben bu sevimsiz obje
*o tavşanın yanında sırıtmazıyım
*ya da onun sevimliliğini yanında benim hiçliğim kayıp mıo lurdu
*aslında başlasam her güne yeniden
*bigün duvar kırmızı olsa bir gün kara
*ya ad turuncu
*hatta umut ettiğim etmediğim herşeyi arka cebimdeki cüzdanla kaybetsem
*ne dersin bütün anlamsızlığım o cüzdanla kaybolur düşermi bi garibanın cebine
*o da bütü yarımlıklala hayat oynamaya mı başlar bıraktığım cadde kumarhanesinde
**
ferit:
*sonunda bülent ortaçgil kıvamına geldim...
*bugüm ruhum haylaz bir çocuk caddeler boyu koşturan
*bahçeler olsa etrafımdaki kat kat evlerin aralarında gider meyve çalardım her birinden..
*benimle oynar mısın? diye mırıldanırdım her daim adımlarmın topuk seviyesinden
*o zaman bırakmalı ya bu kasvetine gebe ev ortamını
*gündüz gereksinimlerini yerine getirip sokağa çıkmalı
*belki tek nefeste dağıtırım bütün bulutları
*insanlar bulurum
*derşm
*benimle oynar mısın*
*sonra her birimiz hayallerimizin ardına koşar gibi asılırız bir uçurtmanın kuyruğuna...*
seçil:
*uzatırım o zaman elimi
*tut derim tut
*ya bana uzanan elin ucunda beyaz sakallarıyla noel baba ya da yeni dişime bırakacağı armağanıyla diş perisi
*o zaman ben bu kadar hayalsizken hayaller içinde
*biri de beni tutup ayağımdan indirir mi gerçekler alemine
**
ferit:
*sokaklar insanı kendine getirir diye boşuna dememişler
*karamsarlıktan sıyrılmanın ne kadar kolay olduğunu öğrendim bugün
*bunun için yaptığım tek şey sadece yürümek
*yürüdükçe etrafı seyredip gülümsemek
*bulutlar aralanıyor mu ne?..
*kimseye vermem bu galibiyet hakkını eğer mavi gök kendini gösterecekse bugün
*bu benim zaferimdir!
*hiç kimse konmaya kalkmasın umutlarımla ışıttığım dünyanın güzelliklerinin üstüne sömürürcesine
*o güzellikler benim!
*ki aslında saldırmaya gerek yok
*bende mutluluk ve umut paylaşabildiğim kadar..*
seçil:
*o zaman gel tut elimi uçalım tekrar göklere
*zaten aralanmış bulutlar
*kalanı da biz dağıtalım
*sonsuz maviliğin üzerinden geçelim
*hatta bak el salla titaniğe
*gidelim alalım hakettiğimizz mutluluğu
ferit:
*paylaşmalı ya tüm mutluluğu...
*umudu...
*kimden başlasam acaba...
*aaaaaaaa!...
*hüznü gözlerinin arkasında duran bir kız geçiyor yolun bir başından...
*sanırım en çok onun ihtiyacı var mutluluğa...
*üstelik sürekli de gökyüzüne bakıyor benim gibi
*en güzeli sırıtarak yaklaşmak...
*"selam... elimde fazldan paylaştırılmak üzere biriktirilmiş mutluluklar var... hatta yanında kreması umutlar... yüzünüz düşük malum belli bu... arıyorsunuz her yerde huzuru... eğer isterseniz paylaşmak isterim ben tüm bu elkimde olanları... adınız neydi?"

Not: Msn üzerinden anında kurmacalı hikaye denemsi iin Seçil'e teşekkürler. Gerçekliği bozulmaması için hiç bir imla hatası ile oynamadan servis ediyorum. Afiyet olsun...

9 Aralık 2009 Çarşamba

İstenilen Düzey

Bölüm 8: Tut Şu Kanepenin Ucundan

Dünyaya herkesin baktığı çerçeveden değil, azınlıkların baktığı küçük kapı aralıklarından bakmak bile insana yeterince farklılık ve üstünlük sağlayabilir. Üstelik eğer kişi herkesin baktığı çerçeveden oyuklara giden yolu tercih etmiş ise. O zaman kişi harmanlanmış ve iki sadece kendini bilenin ortasında her birinden bağımsız ancak özü her birine uyumlu bir monte olur. Karanlık nasıl uçsuz bucaksız bir körlük ise, aydınlıklardan taraf değiştirerek karanlıklar içinde gezenler kendi oluşturdukları grileri ile o kadar hayat bulurlar karanlıklar içinde. Bu sebeple siyah ve beyaz sadece insanın doğuşunda var olmuştur kabul edilir. İnsanlar saf değiştirmişler ve griler peyda olmuşlardır. Siyah ve beyaz insan eğer grileşmemiş ise harikuladedir. Gri ise asla vazgeçilmeyendir, hep göz önünde olandır. Standart bir insan topluluğu içinde siyah veya beyaz belirsiz zaman aralıklarında hükümlerini sürdürürler. Her iki hükümdarlık süresi içinde ise gri her daim normalliği temsil eder ve o topluluğun tabusu konumundadır. Kimse farkında olmasa da bilinçaltına hükmeden renk gridir.

Kimsenin ilgisi ile daha fazla ilgilenmemeksizin, sadece ay başlarında kazanacağı paranın derdinde geçiriyordu Furkan günlerini. Mesai saatlerine dahil ne kadar insan var ise aslında hiç biri yoktu. Furkan yaptığı işin gereği olarak kullanıyordu herkesi. Bu sırada ilk günden şimdiki zamana değin geçen süre içerisindeki ani davranış değişiklikleri lakabını deli yapmaya yetmişti bile. Herkesin bir sıfat ile ödüllendirildiği toplu çalışma ortamlarında Furkan en dengesiz olarak layık görülmüştü bu deli sıfatına. İş iş işlediği dairesinden kimse yeni hayatına nail olmadığından bunca soğukluk ve popnun kalkış taksimleri herkesi neredeyse çileden çıkarıyordu. Çalışkanlıkla bir defa övülen kişiler nasıl tembellikleri ve tutarsızlıkları ile bin defa yerden yere vuruluyorsa, Furkan adının geçtiği her sohbette yerin bir kat daha dibine itiliyordu. Furkan’ın tüm olanları umursamaması ise değişen davranışlarının açık bir neticesiydi. Şimdiye kadar mutlaka bir olay çıkmalıydı neredeyse kulağının dibinde edilen laflar yüzünden. Ancak Furkan bunca hakaret sahibini gereksiz ve basit bir insan topluluğu olarak değerlendiriyordu. O’nun yeni ve eskilerinden çok daha mühim dostlukları vardı artık.

İşte o dostlukların bütünü için her daim para muslukları açılır, dert keder ortaklığı yapılır ve arkadaş arkadaşın pezevengidir bilinci ile her şey yapılabilirdi. Bunların hepsini tek kalemde olmasa da belirsiz zaman aralıkları ile yerine getiriyordu Furkan. Son defasında evini emanet ettiği Adil ve Selen’in yediği ev sahibi baskını yüzünden evini değiştirmek zorunda kalması bile Furkan’a zerre koymamıştı. Hatta ev sahibine kafa tutup arkadaşlarını sahiplenmenin doruklarına ermişti. Nedensizce savunduğu bu insanlar ne kadar kadir kıymet bilmeseler de elleri içinde tuttukları Furkan gibi bir fırsatı kaybetmemek için evini taşımak için yardım sözü vermişlerdi. Isınmaya yüz tutmuş ve yerini bahara bırakmak için uygununu bekleyen bir kış gününde ise sadece Furkan, Adil, Selen, Esra, Nazan ve beklenmedik bir ilgi gösteren Büşra vardı evi taşımak için söz verilen saatte Furkan’ın yanında olan.

Usulca tüm ev gereçleri kamyonete yükleniyordu. Fazla eşyanın olmaması avantajdı herkes için. Adil ve Selen vefa borcu ödercesine kendilerini amele gibi çalıştırıyorlardı. Furkan’a borçlanmışlardı nihayetinde ve ellerinden gelse kimseyi çalıştırmayacaklardı. Onlar bir tarafta çalışadursunlar, öte tarafta Furkan Esra ve Büşra ile sessiz bir sohbet içindeydiler. Birbirlerinin hayatını deşifre ediyorlardı her yeni cümlede. Böylesi daha kolaydı karşılıklı birbirine ısınmak için. “Sen çok farklısın.” dedi bir anda Büşra Furkan’ı hedef alarak. “Anlattığın her şey bizden başka. Seni normal zamanda görsem sokak serserisi veya kıro biri zanneder yanaşmazdım bile. Sadece birkaç ayda bu kadar değişim hem hayret edici hem de takdir edilesi bir durum.” diye ekledi cümlesinin sonuna güzel bir gülümseme ile.

Gülümsedi Furkan’da o güzel yüzün etkisi ile. Yıllar sonra kitap okumaya başlamanın etkisinden midir nedir eski günlerinden değişik hareketler ve vurgular kullanarak konuşuyordu. “Ben tamamen değiştim diyemem. Farz edelim ben iki zıt renkten biriyim. Bir renkten diğerine geçmek nasıl imkansız ise benimki de öyle aslında. Geçmişimden kalan etkiler ve handikaplar halen daha içimde. Ben kendimi daha çok iki zıt rengin birleşiminden oluşan ara renk olarak görüyorum.”

Etkilendi Büşra Furkan’ın anlattıklarından. İşvelere büründü. “Nedir handikapların mesela? Ben öğrenmek isterim.” dedi.

Hiç hesapta olmayan elektriklenmeler oluşmaya başlamıştı sohbet içinde. Nasibini alamayan tek Esra vardı ve bu durum hiç hoşuna gitmiyordu. Şanslıydı ki, yüklemenin tamamlandığı uyarısı geldi ve elektrikler bir süreliğine kesildi. Esra’nın Furkan’a olan ilgisi tomurcuklanmıştı sonunda.

Her yer her yere yakın olduğu için bu şehirde eşyaların gideceği mesafe o kadar da uzak değildi. Aslında yeteri kadar insanla gayet kolay elden ele ve imece usulü taşınabilirdi Furkan. Üstelik böylesi daha ucuza gelirdi. Azıcık süren yolculuk ardından Furkan ve ardına taktığı tüm arkadaşları durumun vahimliğine söverken uzaktan belirdi ekibin geri kalan diğer üyeleri. Ellerinde siyah poşetlerle koşar adım geldiler kamyonetin yanına. “Bizsiz taşınma olmaz!” dedi içlerinden bir tanesi. Furkan’ı kenara itti ardından ve Furkan hariç herkes bir çırpıda taşıyıverdi eşyaları. Furkan’a ise içinden şişe sesleri gelen bir dolu poşeti eve çıkartmak kaldı.

Hiç hesapta yokken ortaya çıkan bu insanlar eski ev boşaltılırken haklarında tasarlanan tüm fikirlerden azat ettiler ucundan tuttukları tek bir kanepe ile. Hiç hesapta yokken hayatlarına giren bu gri renkli adamı bu kadar benimseyip yardım edecekleri akıllarının ucundan bile geçmezdi azat edilmiş herkesin. Karma bir mantıkla döşenen ev aniden bir parti ortamına dönüştü bile. Sonuçta herkes en iyi bildiği şeyi yapıyordu. Herkesin en iyi bildiği şey ise alkol tüketimiydi.

Herkesin tek noktada buluştuğu şey, nerede olursalar olsunlar veya ne yaparlarsa yapsınlar sonucunu alkole dair bir eylem ile neticelendiriyorlardı artık. Bahane olan Furkan’ın taşıdığı ev ise yorgunluğun atılacağı alkolik bir hareket ile gayet kolay sonuca uygun bir eyleme dönüşmüştü bile. Yine herkes sarhoş ve grup içindekiler sevişmeye meyilli kıvama gelmişlerdi. Aşırı yakınlaşmalara iç geçiren Furkan’ın canı sevişmek çekse de bunu o an sohbet ettiği Büşra’ya söyleyemezdi daha birkaç cümlede.

“Handikaplarım var diyordun. Anlatsana hadi.” dedi Büşra.

Elindeki şişeden bir yudum daha aldı Furkan ve tereddüt etmeden konuşmaya başladı. “Mesela bu Selen ile Nazan’ın arkadaşlıklarını ben anlayamıyorum. Biri Adil’in eski, diğeri yeni sevgilisi. Bu nasıl oluyor da oluyor ben kavrayamıyorum bir türlü. Yani bunlar hep üç kişi geziyorlar ya, bu Nazan nasıl tahammül ediyor bunların bu yapışık hallerine. Çok mu melek bu kız? Ya da diğerleri çok şeytan ki Nazan’ın gözünün içine bakarak bir saattir öpüşüyorlar.”

Dudağını büktü Büşra. Önce bir köşede Esra ile sohbete dalmış Nazan’a baktı, sonra tam karşılarında nefessiz öpüşen Adil ve Selen’e. Dudağının ucuna birkaç cümle geldi ve çekindi söylemeye. Gevelemeye başladı.

Furkan Büşra’nın ağzında ıslanmaya hazır baklayı fark etti. “hadi söyle laf çevirmeden!”

İnceden dudaklarını ısırdı Büşra ve alkolün verdiği gaz ile konuşmaya başladı. “benden duymadın bu söylediklerimi!.. Geçen Nazan anlatıyordu Esra ve bana. Rüyasında Adil ile beraber kumsalda konuşuyorlarmış. Sonra ne olduğunu anlamadan öpüşmeye başlamışlar. Derken sevişmeye…”

Gülümsedi Furkan. İçinde kaynayan çift gözlü tencerenin bir yarısında haklılığının hazzı, diğer yarısında ise gelecekte olacakların merakı vardı…

24 Kasım 2009 Salı

Gitmek

"Gitmek: Benim Marlon ve Brandom" filminin frangmanından:


Ey sevgili...
Seni sevmekten ve düşlemekten asla vazgeçmedim.
Sen benim Diego Riveram'sın
Yıldızlarsın sen
Ay ve bulutlar
Haberlerdeki f16'lar
Kırmızı yatağımdaki o koca bedensin.
Çekmecemdeki son sigara
Beni sarmalayan o koca kadife yeşil ceketsin.
Bir kuş misali uçarak gitmek istediğim adamsın.
İran'sın Suriye'sin.
Habur'da nöbet tutan askercik.
Mezepotamya'daki en vahşi kıpkırmızı gelincik.
Üzerine yattığım uçsuz bucaksız boz bir vadisin.
Marlon ve Brando'msun.
Küvetimde yatan şişman bir melek.
Sevincim, acılarım, tüm arzularım.
Tiyatrodaki İstiklal Caddesi'ndeki eşim.
Gabriel Garcia Marquez'in son mektubusun.
Ve ben de o Zorba'daki her tarafından şehvet fışkıran
O şişman kadınım...

Kim uçurdu acaba kafamı?
Ben kafam olmadanda yaşarım.
Çünkü elim kolum bacaklarım var sana ulaşmak için
Ve birde bir el bombası gibi fırlatıp
Tüm kahrolası sınırları havaya uçuracak bir kalbim...

23 Kasım 2009 Pazartesi

Sonraki Adımdan İki Önce

Tehlike sessizce ve kimseye fark ettirmeden, arkadan vurmaya niyetli geliyor. Dünya kendi güzelliklerinin, mutluluklarının peşinde pervane iken kimse göremiyor peşinden olacakları. Önümüz kış ve ben biliyorum ki, bu kış aşırı soğuk olacak. Üstelik hiç olmaması gerektiği halde. Felaket hiç umulmadık bir sükunet ile aramıza karışıyor ki, tek şahidi şu yirmi beş yılımda kısır döngüseli olarak yine benim.

Bütün hikayelerin başına dönmek hiç bu kadar uzun zaman içerisinde gerçekleşmemişti. Bir olay olurdu. Sancırdı dört bir taraf. Eskiden bizim Teoman’larımız, Şebnem’lerimiz vardı ki, çabuk geçerdi sıkıntılar. Sadece birkaç gün içerisinde tekrar… Ve sürekliliklerle uzayıp giderdi ömrümün kimine göre anlatmaya değmez zamanlarının parşömenleri. Şimdi sorsam kendime, desem neler oldu, bir cevabım yok. Çünkü kendimi orta yerinde barındırabildiğim, ana karakteri olabildiğim bir hikayem yok. Hep başkalarının mavi geceli masallarında figürasyonda rol almışım meğer. Kendime dair anlattıklarım da zaten tek tük. Onlar ki, meraklı çocuklara seri hikayeler olmuş ömrüm boyunca.

Günüme gömülmüş bir sürü olan bitenim var. Geçmişte teğetlerinde durduğum bir sürü başkasının hayatı ve bana verdiği birçok şey ile ben yine aynı maceraları, bu kez karakterleri değişik ve mekanları başka olarak yaşıyorum. Birileri yine birilerine dedikodu üretiyor. Başka birileri sadece insan ilişkileri içinde mutlu mesut geçinip gidiyor ve diğer kişilerde tüm bunların hayatından nemalanıp kendilerine pay çıkarıyor. Yani olanların hepsi ucuz yollu kadın programlarının basit senaryolarından farksız. Kurgu belli, senaryo belli, yönetmen belli… Ben neredeyim peki? Bir bileniniz var mı?

Ben bir gün bir kafe köşesinde elimde kalem altında zevkten kudurmuş bir tutam kağıt dünyamı anlamlı kılmaya çalışırken rastlantı sonucu insanların günlük yaşantılarını öğrenen sabi yalnızım. Ben bir akşam evimde oturmuş kitap okurken daha önce hayatını yalan yanlış öğrendiklerim tarafından sokaklara sahip çıkmaya davet edilmiş bir garibim. Ben bütün her şeyin farkında üçüncü şahıslardan yorumları ve eleştirileri dinleyip susan ve sessizliğini bozmayan o ucube eziğim. Bu sayede kimsenin görmediğini görenim ben. Duyulmayanı duyan. Ve bu iki özelliğe rağmen geleceğe olumlu bir yönde şekil veremeyen… Ama biliyorum ve bu kez üstü kapalı da olsa uyarıyorum! Tehlike yakında!.. Ve bu kış çok soğuk geçecek!..

Kimsenin hayatına müdahale etme hakkım yok. Denesem bile dinleyenim yok. Dinleseler bile kimse sallamaz zaten. Herkes doğruyu görür, kabul eder ve hep yanlışı seçer içindeki şeytan yüzünden. Hani insanlık iyiye gitmiyor ya, bence sebebi daha kendi doğrularımızı bile kabullenemeyişimiz. Süper olmayan ben bile bu anlattıklarımdan yola çıkarak kendi doğrularıma uymuyorum! Doğruyu görüyor, kabul ediyor ve yine yanlışı seçiyorum. Hepiniz haklısınız!..

Reddedilince konuşmaktan korkar oluyorum. İstemekten de. Kadınlar benle hangi akla hizmet sevişiyorlar hala anlayamıyorum bu yüzden. Daha böylesine saçma çıkmazları olan bir adamı nasıl kabul ediyor vücutları kavrayamıyorum. Cevap basit. Herkes doğruyu görüyor, kabul ediyor ve yanlışı seçiyor. Her seferinde neden bu soruyu kendime sorduğumu da ben hala bilmiyorum…

14 Kasım 2009 Cumartesi

Sıkıntı

İnternet Problemim vardı...

Kurtuldum...

29 Ekim 2009 Perşembe

mal'zeme

şimdi bir bakalım:

elimizde çok güzel bir malzeme var. bu malzemeyi kullanarak harika yemekler, kaliteli teknolojik ürünler, her türlü inşaat malzemesi, gerektiğinde can kurtaran, gerektiğinde ise yastık üretebiliyoruz. o kadar da çok yönlülüğü var yani.

sonra bu ürün sayesinde birçok bilgiye sahip olabilir, bunların doğruluğu üzerine tartışabilir, bunun yanında her türlü yeni fikirlere açık olabilir ve bütün bunları hiçbir kısıtlamaya gitmeden elde edebiliriz.

kullanıcı açısından bakıldığında çok verimli bir ürün değil mi? bence öyle. şimdi olaya bir de ürün tarafından bakalım:

bu ürünün fikirleri var: değişmeye açık fikirler. kendini iyi ifade edemiyor. kendisi gibi bir tane daha olmaması ise onda can sıkıntısı yaratıyor. bundan kurtulmak içinse kendini daha iyi bir ürün hâline getireceğine inandığı şeyleri yapıyor: kullanım kılavuzu okuyor, diğer ürünlerin arasına karışıyor, diğer ürünlerin fikirleri üzerine fikir üretiyor, vb.

derken bir işletmeci bu ürünü ele alıp çok fonksiyonel olduğu için nerede kullanılacağı asla kesin olarak belli olamayacağını öne sürüp ürünü yok etmeye karar veriyor. onun dışındaki her ürün tek bir işe yaradığı ve bu yaradığı işte çok iyi olduğu için kaybedilmesi problem anlamına gelecekken, birden çok işe yarayan diğer ürün yok edilmek için bir parçalama fabrikasına gönderiliyor.

ürün bunları anlayamıyor; bu kadar işe yararken neden kendisinden vazgeçildiğini anlayamıyor. düşünmekten fırsat bulup da kendisini yok etmeye karar veren işletmeciyi bulmaya karar verince hızla o fabrikadan uzaklaşıyor.

kendisinden bir daha da haber alınamıyor.

27 Ekim 2009 Salı

Yüzüncü Yazı

Burada cümlelere olduklarından daha fazla değer vermeye çalışıyorum. Başarıyor muyum?.. Bilmem... Doksan Dokuzdur ne yaptığını bilir bir Halde olduğumu zannediyorum. Öyle miyim?.. Sanırım evet.

Yüz yazıdır kendimi ifade etmeye çalışmadıım hiç. Dışa vurumlar ben buyum demek için değil sadece o an ağlamak istediklerimin ürünleriydi. Hikayeler yaşanmışlara çok yakındı. Yüz yazıdır hiç yalan söylemedim mesela. En azından bunun garantisini verebilirim.

Yğz yazı içerisinde benim yazmadıklarım da var elbet. Emeği göz ardı edilemz amatör yazarcıklarım. hepsine teşekküler. Girişteki büyük yazı ve yazdıkları için Burcu'ya teşekkürler. En son yazdığı acayip ve çok güzel hikayesi için ve hatta bloğa kattığı her şey ile bloğum edebi amaçlar için kurulduğuınu bana unutturmayan İruneach'e teşekkürler. Bloğu takip edip yorumlarını esirgemeyen herkese ayrıca teşekkürler. Bu sıralar sizler ile tanışıp sohbetler içine girme hevesi içindeyim müsadeleriniz olursa. belki sayenizde yeni hikayelerim olur ne dersiniz?..

kısa bir zaman diliminde bloğun temasını değiştirip daha iç açıcı renklere bürünmek biyetindeyim. Tek sorunum tasarım işlerinden zerre çakmayışım. bunu başaracak birini bulunca her şey çok güzel olacak.

benim anlatmak istediklerim tükenmedi henüz. İstenilen Düzey adı gibi bir noktaya gelmek üzere. Ardından yeni kurgulanan üç hikaye daha var. İhtiyaç olan biraz zaman ve sabır. Bunun dışında bu sıralar ufak da olsa şiir yazmaya meğil ettim. Gelecekte her an bunun örneklerini görebilirsiniz.

ilk günde olduğu gibi kapımız hala daha amatör yazarlara açık. herkes tabiki yazdığını kendi bloğunda yayınlamak ister. Ama neden bunu beraberce yapmayalım? Burada yazmak isteyen herkese kapımız sonuna dek açık. bir tıklamanız yeter...

Son olarak paylaşmak istediğim bir şey var beğeneceğinize inandığım.

"Bu maskenin altında bir yüz var
Ancak benim değil...
Ne altındaki kaslardan daha "ben"dir o yüz,
Ne de altındaki kemiklerden.
Bu maskenin altında
Etten daha fazlası var.
Bu maskenin altında
Bir fikir var!
Ve fikirler kurşun geçirmez!..
Hatırla, 5 kasım'ı hatırla
Barut ihanetini ve komplosunu.
Zaten aklım almaz
Barut ihanetinin neden unutulacağını.
Ama ya adam?
Biliyorum, adı guy fawkes idi...
Bu ülkeye neyin unutulduğunu anımsatmak için.
400 yıldan fazla bir süre önce bu vatansever,
Kasımın 5'ini
Ebediyen hafızamıza kazımayı diledi.
Hayali, eşitlik, adalet ve özgürlüğün kelimelerden öte olduğunu
Dünyaya anımsatmaktı.
Kelimeler görece kavramlardır,
Eğer bir şey görmüyorsanız.
Ve biliyorum; 1605'de parlamento binası'nı patlatmaya çalıştı.
Ama kimdi gerçekte?
Neye benziyordu?
Bize fikirleri hatırlayın dendi, adamı değil.
Çünkü bir adam başarısız olabilir,
Yakalanabilir, öldürülebilir ve unutulabilir.
Ama 400 yıl sonra
Bir fikir hâlâ dünyayı değiştirebilir.
Fikirlerin gücüne bizzat şahit oldum.
Fikirler adına öldürülen ve
Fikirleri savunurken ölen insanları gördüm.
Yalnız,
Bir fikri öpemez,
Ona dokunamaz,
Veya onu tutamazsınız.
Fikirler kan ağlamaz,
Acıyı hissetmezler,
Sevmezler.
Diyorum ki, bu gece o rıhtımlara gidip
Abd'ne ait her şeyi yerle bir edelim!
Kim benimle birlikte?
Söyleyin, hanginiz benimle?
Her şeyi ama her şeyi olan bir ülkeydi orası.
Ama şimdi, 20 yıl sonrası, ne olacak?
Dünyanın en büyük cüzamlı topluluğu!
Başlattıkları savaş değildi,
Saldıkları veba değildi,
Hüküm'dü.
Kimse geçmişinden kaçamaz,
Kimse hüküm'den kaçamaz.
Toplumlar kendi devletlerinden korkmamalı.
Devletler kendi toplumlarından korkmalı.
Bina nasıl bir sembolse, onu yıkma eylemi de bir semboldür.
Sembollere anlam kazandıran insanlardır.
Tek başlarına semboller anlamsızdır ama yeteri kadar insanla
Bir binayı havaya uçurmak dünyayı değiştirebilir.
Şiddet iyi amaçlar için kullanılabilir...
Bu maskenin altında bir yüz var
Ancak benim değil...
Ne altındaki kaslardan daha "ben"dir o yüz,
Ne de altındaki kemiklerden.
Bu maskenin altında
Etten daha fazlası var.
Bu maskenin altında
Bir fikir var!
Ve fikirler kurşun geçirmez!..
Bu gece size en ciddi yeminimi ediyorum!
Adalet hızlı olacak,
Dürüst olacak
Ve merhametsiz olacak!.."

V For Vendetta filmininden bir replik bu. Daha önce yazmıştım byralara bir yerlere. Geçmişim beni sloganları ile geri çağırıyor. Sanırım bu güzel şiirde bana yoldaş bu sıralar...

Anlayışınızdan ve sebrınızdan dolayı çok teşekkürler...

Transkripsion (Ferit)

Not: yazının başlığını "Yüzüncü Tazı" olarak attığım için utanç duyuyorum..

25 Ekim 2009 Pazar

Yansımalar

Uzun cümleler boyu dize gelirken hayatımın bir kısmının küçük parçaları, kendimi sıkıştırdığım tüm huzur kaçamakları içinde aslında mutlu, sakin ve hep istediğim gibiyim. Aynaya baktıkça gördüğüm tek şey geçmişte yaşadığım tüm somut olayların tekerrür için uygun an beklediğinin yüz kabuğu üstünde bıraktığı işaretler. Ben özünü kısmi zamanlar içinde kaybetmiş, kendini insanlara muhtaç etmiş ve bir o kadar kimsesizliğinden sıkılmış, hatalar yapmaya gayet elverişli ancak aşırı kontrollü, kimi zaman gereksiz yere sanık sandalyesine oturtulan, mevkisinin verdiği şişik popo etkisiyle şımarmış herhangi biriyim.

Üstüne garip koku sinmiş sanki. Neyin veya kimin etkisi bu kokan bilmiyorum. Sonra daha da konsantre olup yeniden kokluyorum. Geçmiş gibi sanki üstüme sinmiş ve gittikçe ağırlaşan bu koku. Sokakların tozunu yutmayı bıraktığım günlere ait sanki. İnsanların gözünün önünde bağırmayı bıraktığım günlerdeki gibi. Bir rakı sofrasında elimi eteğimi çektiğim tüm dünya işleri yine bir rakı sofrasında beni geri çağırıyor. Bu koku da o masadaki yaş üzüm rakısına veya palamuda ait sanki. Bir kaç gecedir elimde dövizler ile karanlık yollarda yürüyorum rüyalarımda. Sloganlar beni istiyorlar bağırılmak için. Ne yalan söyleyeyim, bende onları çok özledim.

Sonra yine küp oluyorum. Aynı anda bir şeyi birçok kişiden biliyorum. Yine “Merkez kaç! Sana anlatacaklarım var!” kıvamına geliyorum. Geçen sefer kendi sonumu yazdım ellerimle merkezde iken. Bu sefer ise önüme geleni n ismini çizip atmak geliyor tek bir kalem hareketi ile. Çünkü sıkıldım başkasına ait hayatları yaşamaktan. Kendi dünyamı ikinci plana atmak artık ağır geliyor. Avazım çıktığı kadar bağırmak istemiyorum, bağırmış kadar olacak icraatlar içinde olmak niyetindeyim bu sefer. Başımı çevirip camdan dışarı bakıyorum. Kaşlarım mı çatık ne?..

“Ama yalanlar görürüm hala, buradan bakınca şu sonsuz dünyaya…”

Hareket alanım kısıtlanıyor gibi bazen. Bu gibi durumlarda hep bir çıkış planım olurdu. Bu sefer değil bir plan, çıkış levham bile yok elimde. Çok değil bundan tam bir yıl kadar önce başladı büyük maceram. Cümlelerin içine gömüldüğüm o günler hala kalbimde yara. Bu zamanlar içine sığanların gittiği yol yine aynı düzlemde. Dedim ya bir küp oluyorum. İşte o olduğum küp talihimin aynı ızdıraplara gark edeceğinin bir simgesi oluyor. Bir de şu yalanlar olmasa…

“Sanki yıllardır uzaktayım ben, özlemlerim hep sessiz, derinden…”

Gün geçtikçe herkes daha uzak, mesafeli ve anlamsız geliyor bana. Herkesi her zaman göremiyorum. Özlüyorum mütemadiyen. Görmeye yeltendiğimde ise herkes hayatlarına gömülmüş, beni sallamaz bir bürünüyor bir anda. Çok değişmiş her şey. Ben neden ayak uyduramıyorum artık peki?

“Olsun demek de zor artık, çocuk düşlerimiz yok artık…”

Bu hiçbir şey anlatmayı beceremeyen yazıya fon müziği olan Pilli Bebek’in “Olsun” isimli şarkısının akustik versiyonuna yazanlardan daha anlamlı olduğu için teşekkür ediyorum…

Benim kendimle olan maceram devam ediyor…

23 Ekim 2009 Cuma

İskele Alabanda

daha hiç puslanmadı deniz,
yüzünde kattığı hüzün kadar belirsiz.
daha hiç katlanmadı takalar böyle bir zulme
öfkendeki dalgalar kadar.
ve daha hiç bir balık böylesine isyan etmedi karaya vurmak için
sendeki bu sükuneti yırtmak adına.
ben seni bir sabah iskelede çay içerken buldum
kuşluk vaktinde dönerken ızdırabımın seferinden.
ağlara takılmış hayalin çözüp almak gelmez içimden...

20 Ekim 2009 Salı

İstenilen Düzey

Bölüm 7: Herkesin Merkezi

En çok sevilen insan türü dinlemesini bilendir. Bunun dışında huyu suyu ne kadar bozuk olursa olsun kulağı hep başkalarının direk anlatımlarında olan hep bir adım önde olur. Herkesi dinleyen bilendir nitekim, dinlemenin sebebi ne olursa olsun. Karşısındaki anlatır hiç durmadan. Kişinin yapması gereken sadece kulaklarını kabartmaktır. O sırada kişi bir çeşit dert mekanizması, sorunların mutlak paylaşım noktası veya sohbetlerin arananı kıvamına gelir. Yaptığı tek şey susmaktır üstelik. Bilincinde olduğu tek şey ise nerede susacağını bilmektir. Bu özelliği ile kişi arkadaşlık makamının gözdesi olur kısa zamanda.

Pek samimi yeni dostları ile mutlu bir hayat formunun içinde olduğuna gün be gün daha fala inandırıyordu kendini Furkan. Mesai bitişlerinin iple çekildiği, hafta sonları gecelerin anlatılamazlarla geçirildiği zamanlardı. Huzur doluydu yaşlandığı her saniye ve belirli belirsiz her az yüzünden tebessümü eksik olmuyordu. Artık arkadaşlarının hepsinin ismini ezbere biliyordu üstelik. Hiçbir hafıza kaybına, unutkanlığa ve üşengeçliğe toslamadan sürdürüyordu hayatını. Yaşadığını böylesine hissetmek Furkan için tabii olguların dışında, heyecan verici bir durumdu.

Her gün bir diğerinden farklı değildi aslında. Gezmeler tozmalar ve buna benzer tüm aktivitelerle geçip gidiyordu zaman. Farklı olan eylemler dışında kalan, insanların özeline dahil tüm olup bitenlerdi. Birkaç kadehin ardından karşılarındaki yabancı Furkan en büyük sırdaşı oluyordu neredeyse herkesin. Çünkü arkadaş grubu çerçevesinde pencere dışından kafasını içeri sarkıtan Furkan, sorunların saptırılarak anlatılabileceği tek kişiydi. Çünkü insan kimi zaman hayatını bire bin katarak da anlatmayı severdi. Geçmişte olanları bilmeyen tek kişi ise Furkan’dı. Dolayısıyla gerçekten ne kadar saparsa sapsın anlatılanlar Furkan için merak uyandırıcı ve dikkat çekici, anlatan için ise rahatlama aracı nitelikli hikayelerdi. Yarı gerçek, yarı sahte tüm hikayeler Furkan’ı dinleyici kontenjanından grup içerisine daha kolay sızdırmaktaydı.

Birkaç gün içerisinde herkesin hikayesine vakıftı neredeyse Furkan. Anlatılacakların tükenmeye yaklaştığı zamanlarda ise Furkan müthiş dinleyici yeteneğini ve adaptasyon gücünü kullanarak kişilerin şimdiki zaman özellerine de kulak kabartmaya başlamıştı. Bunu yapmalıydı ki, insanları elinden kaçırmak veya uzaklaşmamalarını sağlamak mümkün olsundu. İç işlerine susarak dahil olmayı başardığı birkaç yeni arkadaşı ile vazgeçilmezleri oynamaya pek de meraklı görünüyordu.

Bütün çabası yalnızlığına geri dönmemek içimdi aslında Furkan’ın. Birkaç ay önce kenarında oturduğu iskelede daha fazla yalnız kalmak istemiyordu. Bunun için sadece insanları değil, hayat tarzlarını bile yavaş yavaş benimsemeye başlamıştı. İlk olarak dinlenen müzikler vardı hedefte. Kulağını hiç kabartmadığı, sert, aksak, aşırı gürültülü şarkılar eşliğinde eğleniliyor, onlar hakkında yorumlar yapılıyordu her buluşma zamanında. Bu da bu çeşit insanların monoton yaşantısıydı demek ki. Kendini iyice benimsettiği andan itibaren tamamen rahat ve hayatının artık yeni ve yüzeysel bir hal alacağına inanıyordu. Yaşananlar yine standartlaşacaktı fakat, artık yaşanacak bir şeyler olacaktı nihayet.

Akşamlar belirsiz zaman dilimlerinde tükeniyordu. Etrafındaki tamamı öğrenci zümresi grup, kimi zaman ailevi, kimi zaman ise sınavsal nedenlerden ortamın gereğinden daha erken dağılmasına sebep oluyordu Furkan’a göre. Aslında herkes parasızlıktan kaçıyordu dört bir yana ve bunu anladığından kredi kartını devreye sokuyordu Furkan. Daha ilk kredi hamlesinde Furkan madden gönüllere taht kurmuştu.

“Bak sana ne anlatacağım.” dedi Esra isimli bir kız Furkan’a en samimi anların birinde.

Onca kalabalığın içinde üçe beşe bölünmüş sohbetler içinden biriydi Esra’nın gayretleri sayesinde Furkan ile başlattığı sohbet. “Anlat bakalım.” dedi Furkan sarhoşa yakın bir gülümseme ile yanı başından kafasını masaya sokuşturacak kadar küçümen Esra’ya.

“Selen ve Adil sevgililer ya hani…”

Bugüne kadar bunu kimse dillendirmemişti Furkan’a. Ancak anlaşılmayacak gibi değildi Selen ile Adil’in arasındaki samimiyet. “Ne olmuş?” diye sordu Furkan. Selen’den etkilendiğini ne kadar göz ardı etse de duyduğu biraz yaktı canını.

“Nazan’da var hani…”

“Ne geveledin be! Söyle hadi.”

“Bu Nazan ile Adil eski sevgililer. Şimdide Nazan Selen’in en yakın arkadaşı.”

Alışmadığı, ilişki anlayışına ters ilk durum ile karşı karşıyaydı Furkan. Şaşırdığını belli etmedi. Göz ucu ile Selen ve Adil’in sarmaş dolaş halini ve bir köşeden suratına üzerindeki ilgi dağılınca yansıyan şeytanı ile Nazan’ı izledi. Esra konuşmaya, olayların geçmişini anlatmaya devam ediyor, Furkan ise anlattığı hiçbir şeyi duymuyordu. Karşısındaki bu kendine çok acayip gelen manzarayı seyredip kendince ahlak yakıştırmaları yapmakla meşguldü. Üstelik arkadaş grubu içinde bunu herkes biliyor ve kimse yadırgamıyordu. Tüm bunlar Furkan için çok ters hadiselerdi.

Gecenin bitiminde dağılırken herkes farklı bir yöne, ilk defa ikilemde kaldığını hissetti Furkan. Belki de bu kalabalık ona göre değildi. Beyninde tabu olmuş ilişki yumaklarının sadece biriydi belki de Selen, Adil ve Nazan üçlüsü arasında olan. Buna benzer bir başka durumu kaldırabilir miydi bilemiyordu. Bir diğer taraftan da bu uzun zamandır sevişemeyişine son da verebilirdi. Böylesine geniş bir arkadaşlık ortamı içinde Furkan’a da birileri düşerdi elbet. Gülümsedi sinsi fikrinin aynasına. Eski günlerinden kalma ne götürürsek kardır siluetine büründü yüzü. Bir yol ayrımında durdu evine giderken. İkiye ayrılan yolda evine gitmek için en uzun olan yolu seçti ve yürümeye devam etti…

8 Ekim 2009 Perşembe

Defterler

F. işaretlere inanırdı.

Ulaşım aracından inip evine gitmesi en fazla 20 dakikasını alacaktı fakat kendinde bir farklılık hissettiği için eve değil de sürekli takıldığı R. adlı kafeye gidip, biraz kitap okumaya karar verdi. Uzun süredir yakınlarda bir yerde varlığına inandığı kadının, bu sefer daha da yakınında bir yerde olduğunu hissediyor gibiydi.

Çantasında bulundurduğu ders kitaplarının arasına yeni bir kitap ekleme düşüncesi ise kafasında, kafeye doğru giderken önünden geçtiği kitapçının kapısında belirdi. Fazla düşünmeden içeri girdi. Diplere doğru ilerledi. Hep almayı düşündüğü fakat bu kitapçıya her girdiğinde rafta göremediği kitabı rafta yine göremedi. Aynı yazarın diğer kitaplarına ve oradan da diğer yazarların diğer kitaplarına bakmaya başladı. Sevdiği başka bir yazar olan A.'nın N. adlı kitabına rastladı. Kapak tasarımı hoşuna gitmişti. Sanki şimdi almazsa bu kitabı bu rafta bir daha hiç göremeyecekmiş hissi içini doldurdu. Buna rağmen cebindeki paranın bu kitabı alırsa kendisi ne kadar daha tok tutar sorusuna verebileceği cevap, kendisini tatmin edecek uzunlukta değildi.

Kapağını çok sevdiği kitabı rafına geri bıraktı ve şiir kitaplarının bulunduğu raflara yöneldi. Öyle bir göz gezdirdi. Sonra hızlı adımlara dünya klasiklerinin bulunduğu rafa yöneldi, kapağını sevdiği kitabı aldı ve ödemeyi yapmak için kasaya doğru yöneldi. O sırada kitabı tuttuğu elini bir başka kitap rafının köşesine çizdirdi. Bunu kitabı almaması için kendisine gönderilmiş bir işaret olarak kabul etti ama umursamadı.

Z. işaretlere inanırdı.

Henüz kasiyerin önüne gelmemişti ki sırtına kadar uzanan kızıl saçlarıyla bir kadının kendisine dikkatlice baktığını gördü. Gözleri kadının gözlerine takıldı. Sanki bir yerden tanıyor gibiydi. Sanki çok daha önceleri konuşmuşlar gibi hissediyordu. K.'nın kendisine baktığını gören kız utanıp başını önüne eğdi ve yanındaki arkadaşıyla beraber arka tarafa doğru yürümeye başladı.

A., kasiyerin önüne gelmiş ve sıraya girmişti. Ödeyeceği parayı hazırlamıştı fakat aklı kızıl saçlı kadındaydı. Bir yandan ona bakıyor, bir yandan da sıra kendisine geldi mi diye kontrol ediyordu.

Sıra kendisine geldi.
Kitabın parasını ödedi.
Dışarı çıktı.

Dışarıdayken de bir süre kitapçının büyük camlarından içeriye bakıp saçları uzun, boyu kendisininkinden kısa olan kadına bakmaya çalıştı. Bir küçük silüet gördü gibiydi ama ona ait olup olmadığından emin değildi.

F. işaretlere inanırdı ama bu sefer onların peşinden koşmaya çekiniyordu; son sefer başına gelenlerin kendisinden ziyade başkalarına da zarar verdiğini görmüş ve önlem olarak hemen herkesten uzaklaşmıştı.

Yeni satın aldığı kitabı çantasına atıp kafeye doğru hızlı adımlarla ilerledi. Kafenin dışında bulunan masalardan birine oturdu. Bir kahve söyledi. Bir dal sigara yaktı. Kitabını okumaya başlayamadı. Kalbinin hızı arttı bir anda ve kızıl saçlı kadını düşünmeye başladı.

K. işaretlere inanırdı. O kadın gerçekten "O" kadınsa, varlığını gerçek anlamda çok yakından hissettiği "O" kadınsa, mutlaka yine karşısına çıkacaktı. Mutlaka çıkacaktı. Hatta buna o kadar inanıyordu ki, bu ara sokakta, önünde oturduğu kafede kitabını okurken, "O"nun yanından geçeceğinden dahi emindi.

Kızıl saçlı kadın, yanındaki arkadaşıyla beraber, o kitabına tam da ara verdiği anda bu ara sokaktan, hemen önünden geçti gitti. İşaretlere inanmak kişiye cesaret vermiyordu belli ki.

A. kitabını kapattı, tuvalete gitti ve işaretlere inanmaya devam etti.

5 Ekim 2009 Pazartesi

İstenilen Düzey

Bölüm 6: Son Popülasyona Mecburen Adaptasyon

Yalnız kalan insan ne yapar? Birçok şey değil mi? Hani en kötüsü bile olsa yapar. Gideceği yolun sonunu kestirmek işine dahi gelmez çünkü tek başına değildir artık. Son tutunduğu dal, denize düştüğünde sarıldığı yılan olabilir en nihayetinde. Ve yine aynı nihayetin kökündeki neticededir o dala uzanış, o yılana sarılış. Kimlik sormaz olur kişi. Bir hayvan ile yalnızlık paylaşmak çok ucuz bir yoldur. O yüzden karşısına çıkan ilk insan en iyi dost, ardından gelenler arkadaş, en geridekiler günlük selam kontenjanı… Yalnızlık bilinmeyen karanlık bir yola elinde bir ışık kümesi olmadan dalmak gibi değişik sonuçlar doğurabilir. O girilen karanlığın içinden bir daha çıkamayabilir insan. Ya da korkup geri de kaçabilir. Sonuç olarak, o karanlığa bir kez girmek adettendir onun için. Sırf beynine hükmeden merakı dindirmek için birkaç adım atar yalnız kişi. Eksilen bir yeri yoktur. Derken derin bir nefes alır karanlığın içine dalıverir. Kendine özel karanlığını bir başkasının karanlığıyla dindirmek ne kadar da enteresan.

İliklerinden öte, soğuk her yanını sarmış ve çoktan vücudunu uyuşturmuştu Furkan’ın. Bir haftayı aşkındır tek hayal kaynağı hastane günü tanıştığı Selen’di. Yolda, izde, mesai saatinde hep sorgusuz ve keyifli o günü hayal ediyordu. Cümlelerin ardını düşünmeden, ağzından çıkanları umursamadan ve gülmek için kendini tutmadan bir insan ile karşı karşıya oturmak ne kadar da müthişti. Bu gibi zamanların kıymeti bilinmeliydi. Şimdilik bir başkasını bulana kadar veya Selen ile tekrar karşılaşıncaya kadar yaşadıklarını sömürürcesine değil, inceden inceye keyif verircesine hikayeleştirmeliydi zihninde. Soğuk ve gri bir sabahta gamsız bir adam hastaneye düşmüş. Hayatından o kadar çok bezmiş ki hastalık bile bu bezginliğin gölgesinde kalmış. Bir kız görmüş bunca zaman gördüğü tüm kırmızılardan başka bir ton içinde. Kırmızının ardında kalmış soluk yüzü. Hani biri baksa bayrak der gülerdi bu güzelliğe… Böylemesine lafa giren bir sürü kurgu ve cümle içerisinde hep aynı diyaloglar olsa da, girişteki her farklılık başka bir güzellik katıyordu Furkan’ın yaşadıklarına.

Böylece ne üşüyordu ayazda, ne de hüzünlerine eskisi kadar batıyordu. Sürekli kederlere gark olduğu bu iskele köşesi bile eskisi kadar etkilemiyordu artık ruhunu. Böylesine güzel hayallemeler ne kadar sürerdi bilinmez ancak şimdiki zaman kalıplarında insanı dinginleştiren bir yapıya sahipti zihinde parladığı her an.

Aklında büyüttüğü tüm parlak cümleler bir adım ileriye gitmek istercesine sustular Furkan’ın soğuktan uyuşmuş omzunda sıcak bir karıncalanma hissettiği andan itibaren. Oturduğu yerden büzülmüş suratına gizlenen gözlerle baktı ardına düşen ışık yüzünden karanlıkta kalan yüze. Ancak kızıl saçlarından anlayabildi omzundaki elin sahibinin Selen olduğunu. İsmini sayıklayıp gülümsedi Furkan. Heyecanla ayağa kalktı ve artık daha da net olan o karanlık çehreye gülücükler saçabiliyordu.

“Yağlarını erittin sanırım!” dedi Selen, bir gözü Furkan’ın elinde sallanan şişede.

“O zaman sende feci osurdun ki sokaklardasın!” diye yanıtladı Furkan, gözleri yarı baygın bakan Selen’in gözlerinde.

Çakır keyif olduğu her halinden beliydi Selen’in. “Tabi oğlum! Dağları deldim ben bir osurukla!” dedi Selen ve kahkahalarla gülmeye başladılar karşılıklı.

Birbirlerinde bıraktıkları pozitif intibaının etkisi ile sarıldılar birbirlerine. Birisine sarılmak ne kadar da güzeldi. Furkan çok mutluydu uzun zamandan sonra ilk kez o gün. Bir başkasına sarılmanın, temas etmenin verdiği mutluluk vardı içinde. Şimdi daha rahat ve huzurlu hissediyordu. “Hadi ama gelin!” diye seslenen birkaç kişi böldü sarılma anını. O kadarcık bir an bile yüzdeki tebessüm oranını arttırmaya yetmişti. Seslerin geldiği yerde neredeyse her iskeleye gelişinde gördüğü o kalabalık ve gürültülü insan topluluğunun taa kendisiydi. Meğer hayat her akşam büyük bir gürültü eşliğinde yanı başından geçiyormuş da haberi yokmuş. Tesadüfün böylesine sadece gülünür ve anı stokuna eklenir diye düşündü Furkan ve kendini Selen’in ellerinde yeni kalabalığının içine bıraktı.

Gece boyu şaşıracaktı belli ki. Bu şehirde hep önünden geçtiği ve sadece gözünün bir ucuyla baktığı duvarların, kapıların ardında bir yeni bir sürü dünya varmış meğer. Bir tanesinde karar kılıp serildiler bir masanın etrafına birkaç bir sürü insan. Tanışma faslına geçildi hemen. Adil, Nurdan, Esra, Sinan… Gerisini aklında tutamadı Furkan. İleriki bir zamanda sorarak hatırlamayı tercih edip sohbetin kimlik bilgisi kısmına geçtiler. Bu yaşına neredeyse denk insan zümresi içinde ön lisan ve maaşlı bir hayatı olan tek kişiydi Furkan. Geri kalan herkes lisans eğitimi dahilinde aile maddiyatından geçinen öğrenci birliğiydi. İlk anda bir adım önde mi yoksa geride mi olduğunu düşündü. Sohbet ilerledikçe müzik zevklerinden, sosyal yaşam mantalitesine kadar bir çok farklılık içine düştüler. Bunca ayrım bir adım geriyi işaret etti Furkan için. Üzerindeki şeytan tüyüydü onu bu fikrinden kurtaran. Ve yine aynı tüy etrafında başka kimse olmadığından bu kalabalığa ayak uydurmasını kaşıyordu kulağına Furkan’ın. Çok rahat soyutlanabileceği bu ortamda sıcaklığı ile kalmayı başarıyordu. Elinde başka bir seçeneği olsa dakika durmaz çeker giderdi. İnsansız bir durumdaydı ki, yapması gerek kalmak ve uyum sağlamaktı. Cümlelerin kendisini kabullendirmeye yetmediği yerde ikinci büyük silahını devreye soktu. İlk içkileri kendi cebinden karşıladı ve herkesin göz bebeğinde sağlanma yakın bir yeri oldu. Bu hamlesi ile kendi devriminin de fitilini yakmış oldu…

1 Ekim 2009 Perşembe

RÜYA GÖREN KAPLUMBAĞA


Kabuğuna uygun bir kaplumbağa değildi.
Hiçbir terzi dikemedi şöyle afili bir takım ona
Evlenirken bile giydi paçaları kırılmış bir pijama
2 katlı bir eve çıktı böylece nikahtan sonra
Yükseklik korkusu olmasa
Bulabilirdi belki de tek pileli bir pantolon sonunda.

26 Eylül 2009 Cumartesi

Geri Zekalı Bencillik Sendromu

Öyle dalmışız ki rüyasına hayatın; kalkmak bir türlü işimize gelmiyor. Uyandırılalım da istemiyoruz. Başımızda durup bir yandan dürten ve diğer yandan da kalkmamız için seslenen herkesi itiyoruz bir kenara. Yalan uykumuz hoşumuza bekçi. Onun gittiği her yerde biz de varız. Gerçeğimizden ırak ve insanlı ezip geçercesine.

Öyle ya; hepimiz kusurlu yaratılmışız. Birimizin fazlalığı diğerimizin eksiği, çaresizliği, zaafı… Bir başkasının rahatça karşı koyduğuna biz asla itiraz dahi edememişiz. Farklı yaşamışız bu yüzden. Bizi biz yapan diğerlerinden farklı olanlarımızmış meğer. Ama neden farkları kabullenememişiz bir türlü anlamam. Kendimiz gibileri yaşamışız, hep aynı pencereden bakmışız dünyaya bizler gibi olanlarla. Doğrular zaten sorun ihtiva etmez de, yanlışı gören başkaları neden hep bize ters gelmiş? Başkasının penceresine oturup empati çiçeklerini koklamamışız hiç. Gün gelmiş, yanlış sandıklarımızla dolmuş dünyamız. Neye göre, kime göre yanlışlar? Yanlışlar yanlış mı daha kestiremeden hayatımızı daraltmışız. En bariz hata buradadır ki; daralttığımız hayat yine süregelen hayatımızmış meğer…

Doğruyu görmeyi neden sevmez insan? Şeytan dediğimiz bu kadar mı sarmış içimizi ki; yanlışlarımızı –ki onlardan da emin değiliz hani- doğru bilmişiz. Kalıplar oluşmuş kimi zaman. Önce kanırtan gerçekler gibi, ama sahte, sonra ise kabuk bağlamış kalıplar. Ne içeri sokuyoruz bir tutam gerçek, ne de dışına çıkarıyoruz bir gram isyan. Çünkü bizler dünyanın en yanlışlarıyız. Hataların kulu, köpeği! Gerçeği bağırana değil de bizim gibi hissedene dönmüş yüzümüz. Allah aşkına bizim gibi olanın bize verebileceği ne olabilir?

Kendimiz gibi olana sardık ya kendimizi kurtarsın diye: Bok kurtarır o bizi!

Aynı yoldan gelen iki araba nasıl olur da yolda yan yana ilerleyebilir ki? O kadar mı çift şerit benliğimiz, ya da içimizdeki otoban o kadar mı geniş? Mümkün olsa bile bunlar aynı yolun yolcuları birbirine ne verebilir aynı yolun getirdiklerinden başka?

Gerçeği haykırana kulağımız hep tıkalı. Aslında söyledikleri şeyler çok basit! Hata hatadır! Geçmiştir! Gereken dersler alınmışsa yeniden başlamamak için hiçbir neden yoktur! Hayatın olduğu her yerde umut vardır!

Yok biz salağız! Bu kesin! Kulağımız tıkalı doğru olana. Bakın işimize gelmedi duymadık yine! Üstelik sıkılmaya da başladık bu feryattan, yardın etme isteğinden. Üstelik karşılıksız da bu inat. Ama yok! Biz kendi bitmişliğimizi tercih ediyoruz! Biz insanlar acık çekmeye gönüllüyüz zira… Bencilce kendi acılarımız bile paylaşmaya ihtiyacımız yok. Aynı hataların içinde yuvarlanmak bizim sığlığımız olmuş…

Sıkıldım ben, Başımdan gitmeli bu hak sahibi! Mazeretim de yok kahretsin ki! O zaman soğutmalıyım kendimden. Uzaklaşsın bizden. Yokmuş gibi davranayım, araya set çekeyim, duvar düşeyim, olmadı okyanus aşırı gideyim. Sonra çare terbiyesizliği ele alıp tersleyeyim! Biz ne zaman görüşecektik? Ben bir mazeret uydurarak gitmeyeyim mesela? Evet evet… Böyle başlasın her şey. Nasılsa bende yanlış atadan gelme. Varsın bu seferde hata benim olsun. Zaten kimse mutlu edemez beni, bir daha döndüremez yüzümü güzel olana. Benim benden başka dostum yok. Bu Doğrucu Davut ta kim oluyor ki!...



Kaç zaman geçti aradan* ben neden hatalardan utanılacak bir haldeyim! Biz niye böyleyiz? Hep aynıyız? Hani sen bana yardım edecektin? Benim gibi olduğun için en iyi sen anlardın beni? Sende beni mutlu edemedin işte!..

Sesimi duyan var mı?





Not: Bu yazıda anlatılanlar gerçek hayat ile bağdaştırılamaz! Bu yazıda anlatılanlar, yazar kişinin hayal ürünlerinden öte gitmeyen olaylardan türetilmiştir! İnsanların doğru olan yollarını kendileri çiztikleri günümüz dünyasında yazıda aktıralanların hepsi kişilerin bireysel seçeneklerine haksızlık içerir nitelikte olduğundan dikkate alınmaması tavsiye edilir.

Dip not: Bu yazı rüştünü inkar için 5 gün bir kenarda beklemiştir. Ancak bu mümkün olmamıştır...

25 Eylül 2009 Cuma

İstenilen Düzey

Bölüm 5: Bir Beyaz Koridor

Uyku dolu gözlerle ne kadar zor ise bakmak yeni güne doğan güneşe, aynı gözlerle yollar aşıp hastane koridorlarında fink atmak daha da zordur. Sabahın bilinmeyen bir saatinde uyanılmıştır ve güneş ne hikmetse yeni doğmaktadır. Yüz yıkanmaz, zira hastane psikolojisi taa yatağından başlar insanın beynini kemirmeye. Tahlil yapılır düşüncesi ile kahvaltı yapılmadan tüm mide sıvılarının yatakta dürtükleyen psikolojinin etkisi ile boğaza kadar çıkışıyla ekşi tatlar hissedilir dilin iç kısımlarında. İsteksiz, bitkin ve uykusuz yola konulur. Soğuk bir günün başlangıcı ile caddelere ve toplu taşıma araçlarına en az gün kadar soğuk bir selam verilir. Yol üstünde kalabalık tek güzergah hastaneninkidir. Şehrin tamamı bugün hastalanmış gibi hissedip dünyanın en cüzamlı topluluğu içinde olmanın verdiği hayattan beziş duygusu ile hastaneye varılır. O büyük kalabalık ile hastalığa çare getireceği inanılan poliklinik için sıra talep edilir hasta kabulden. Gerekli işlemler büyük bir kaos içinde, bağırışlar ve aşırı hareketliliklerle yapılır. Böylesine hayattan bezdiren bir ortamda poliklinik sırası almak gibi ulvi bir başarıyı elinde barındırmak, bu başarının bile rahatça gölgesinde kestirebileceği sabır testi bir beklemenin havasız ve beyaz bir koridor içinde kendini göstermesi ile çabucak gözden düşecektir. Sinir harbinin birinci perdesi olan muayene olabilmek için hastaneye kendini kabul ettirme evresi, ikinci perde olan doktor insan ilişkisi ile kendini devam ettiren üç perdelik bir trajedinin sadece başlangıcıdır…

Ağır bir koku yayıldı koridora. Yeterince birikmiş karbondioksit bu ağır kokunun yayılması için müthiş bir katalizör durumundaydı. Herkes burnunu tutuyor, içten içe kokunun bilinmeyen kaynağına sövüyordu. Burası cehenneme girişin bekleme salonu olmalıydı diye marjinal fikirlere kapıldı Furkan. Yalnızca başlayan mesainin ilk bir saati için tertemiz olan bu beyaz ve daracık koridorda acayip olan her şeyi düşünmek mümkündü. Mesela görüş alanı içine girmiş şu kızıl saçlı güzel kızın türbanlı olma ihtimalini düşünmek gibi. Kendini dünyaya karşı tesettürleseydi eğer kim fark edebilirdi ki bu güzelliği. Kendini saklamak ne kadar da yakışıksız olurdu o kız için. Baksa bu tarafa, bir gülse… Bunu beceremediği anda hayaller devreye girse… Lanet olasıca bu yerde beynini düze çıkartmak için her türlü hayale açıktı Furkan’ın beyni o anda.

O kızdan ümidi kesip ne zaman fiziksel kusurları olan insanları izlemeye koyuldu Furkan ve içindeki huzursuzluk bir kat daha arttı, işte o sırada bir patırtı duyuldu. Bir hasta ailenin korunması kanununa aykırı ne kadar küfür varsa savurarak çıkıyordu Furkan’ın da bir umutla sıra numarasının okunmasını beklediği odadan. Güvenlik görevlileri bitti kapının ağzında ve sakinleştirmek için buldukları en saçma yöntem eşliğinde kolundan tutup çekmeye başladılar hastayı. Hasta bu müthiş ilgi karşısında nankörlük edercesine feryadını daha içten dile getirdi ve bozulan ağzının yaylarını biraz daha gevşetti. Orta zamanlı bir arbedenin sonunda hasta hastalığının etkisi ve kollukların kol kuvvetlerinin altında kalması ile muayene odasından uzaklaştırıldı. Herkes olanları en tükenmiş ve anlam veremez tavırlar içerisinde izlerken muayene odasından çıkan görevli Furkan’ın umuda giden, o günlük uğurlu olan numarasını Bağırdı koridora.

“Otuz iki!”

Kalabalığı yarıp otuz üçün yankılarını duymadan daldı odaya Furkan. Odadaki iki masadan doktor olmadığı her halinden belli gevşek tavırlı bir kız canlısına sağlık karnesini ve sevkini teslim etti. Aynı anda selam verirken lafı ağzına tıkarcasına “Şikayetin nedir?” dedi doktor.

Kendini kazık soran bir bilgi yarışmasında hissetti Furkan. Küçük bir tıkanıklığın ardından elini karaciğerinin üstüne götürerek “Şuramda bir ağrı var. Sanırım karaciğer.” dedi.

Hiç istifini bozmayan doktor masasındaki kağıtlardan iki tanesini aldı üzerine anlamsız işaretler koydu. “Bununla önce kan tahlilini yaptır, bununla da röntgen çektir. Sonuçları alınca getir göster” dedi işaretlediği kağıtları yüzüne bile bakmadığı Furkan’a uzatırken.

Gördüğü yoğun ilgi şaşkına döndürdü Furkan’ı. Eline sıkıştırılmış iki parça kağıt ve sekreter kızdan aldığı sağlık karnesi ile odadan çıktı usulca. En nihayetinde tıpkı diğerleri gibi olmayı başarmıştı. Beyni durmak üzereye yakın, elindeki kağıtlarla nefes almadan ilerlerken kalabalığın içinden duvarlardaki yol gösteren levhaları okumadan kuvvetsizleşen hisleri ile ilgili tahlilleri yapacak yerleri arıyordu. Az biraz halsizleştiği bir anda koridorlarda ortamın huzuru için değil de sanki insanlara koca bir kas yığının sanatsal sergisini sunmak için dolaşan güvenlik görevlisinin uyarısı ile uyarı yazılarını okuyarak yolunu daha kolay bulabileceğini hatırladı. İçinde bir dirhem beyninin olmadığını düşündüğü o adam Furkan’ı utançlara boğdu. Bitmeye meyilli enerjisini utancına aktararak sıkıntısını bir kat daha arttırdı sonunda ve olası cinnete daha da çok yaklaştı.

Neden verildiğini anlamadığı röntgen tahlilini yaptırdı ilk ve kan vermek için sıraya girdi. Umduğundan daha hızlı ilerliyordu sıra ve yine ön saflardan bir feryat ile uyumaya yazan bilinci kendine geldi. Doktor sırası beklerken gülümsemesi için dualar ettiği kızıl saçlı güzellik “Biraz daha yavaş olabilirdiniz! İnsanız biz nihayetinde! Koluma saplamanız gerekmezdi iğneyi!” diye bağırarak hızlı adımlarla geçip gitti Furkan’ın yanından. Yüzünde masumane bir öfke ile yine güzellikler saçıyordu Furkan’ın kapalı şuuruna.

Adım adım ilerleyen kan verme sırasına ayak uydurmakta zorlanıyordu Furkan. Sıranın kendisine gelmesine az bir süre kaldığından kız koridorda bir bankta oturuyor Furkan ise kan verme odasına giriyordu. Hemşirenin kimseye kan alırken torpil yaparak acısız işlem uygulamadığını iğne koluna batar batmaz anladı Furkan. Erkekliğinden sebep bağırmadı, ses dahi çıkarmadı. Bol bol yutkundu sadece. İşlem bitince koluna koca pamuktan bir tampon koydu hemşire ve önündekini kovarcasına sıradakini çağırdı. Sallanarak çıktı Furkan odadan. Kan verme işlemi daha da yormuştu. Sallanarak yürüyordu beyaz koridorda. Dışarı çıkıp nihayet bir şeyler yemenin zamanı geldiğini düşünerek pozitif fikirlerden enerji üretimine başladı. Yeniden karşısına çıkan kız bu kez çok daha garip bir surat ifadesine bürünmüştü. Yüzü soluk haksizce oturduğu banka yığılmış bir haldeydi. Elinde tuttuğu kağıtlar usulca kayıp gitti mermer zemine. Vücudu da yere kapaklanacak gibi eğildi ardından. Durumu fark eden Furkan hemen yanına koştu kızın ve yerdeki kağıtları toplarken. “İyi misin?” diye sordu.

Kafası kaldırıp Furkan’ın yüzüne bakmaya bile hali olmayan kız “İyi değilim. Çok bitkin hissediyorum!” dedi sönük bir sesle.

Yardım etmek istiyordu Furkan. Az önce hayalini kurduğu gülümsemeler ve uzaktan kesişmeler yerini muhtaç bir insana duyulan acıma hissene dönük yardım etme isteğine bıraktı. “Tutun bana da kantine kadar gidelim. Orada bir şeyler yer ve kendine gelirsin.” dedi ve kızı yavaşça kaldırdı oturduğu banktan. Koluna girdi ve iki muhtaç kıvamında koridorlarda adım alıştılar kantine kadar beraber.

Meğerse, kendine gelmesi için bir lokma yiyecek yeterliymiş kızın. Bir lokma poça ve bir yudum kahve sonra dili çözüldü, bitmiş vücudu yeniden hareketlendi. Selen olan adını, hastaneden bulunuş amacını, hayata dair bir saat içinde kurulabilecek tüm cümleleri sarf ediverdi bir seferde. İlk kez suskunluğundan keyif alıyordu Furkan. Karşısındakinin komik konuşma tarzını takip etmek çok eğlenceliydi. Arada bir sohbetin yönünü belirleyen birkaç cümle kuruyordu o kadar. Hayatlarının en bunalım dolu gününde birbirleri sayesinde rahatlamayı başarmışlardı Selen ve Furkan.

Öğle tatilinin hemen ardından koşar adımlarla tahlil sonuçlarını aldılar beraberce. Çok anlıyormuş edası ile birbirlerinin kan değerlerinin olduğu tabloya bakıp espriler çıkardılar kısa bir zaman. Öğleden önce bitkin halde olan bu iki afacan koşarak gittiler doktorlarının polikliniklerine ve ilk sırayı kapmayı başardılar tahlil sonuçlarını gösterebilmek için. İçlerindeki haylaz tüm hastane zorluklarını ve uyumsuzluklarını yenmiş gibi neşe saçmaya çalışıyordu da etrafa, kimsenin bu neşeden gelen sıcaklığı fark edecek hali bile yoktu.

Doktorun odaya girişinin hemen ardından arkasındaki koca kalabalığın itiş kakışları ile odaya girdi Furkan. Doktor yine yüzüne bakmıyordu. Tekrar şikayetini sordu Furkan’a. Furkan konuşurken duvara, duvar Furkan’ın elinden aldığı sonuçlara bakıyordu ve daha Furkan cümlelerini bitirmeden ilaçları yazmaya koyuldu. “Karaciğerinde ufak bir yağlanma var. Alkol alıyorsan azalt. Zaten bu ilaçlar yüzünden bir hafta içemeyeceksin. Bir hafta sonra şikayetlerin sürerse gel ilaçlı film alalım.” dedi Furkan sustuğu anda.

Doktorun söylediklerinin belki de duyabileceği en uzun konuşma olacağını düşündü ve ansızın sinirlendi. Böyle bir muamele ile karşılaştığı için içinde biriken öfkesini taşırmadan sağlık karnesini ve sevkini alıp koşar adım çıktı dışarı. Diğer tüm hastalar gibi olmuştu ya hani: İnsan sağlığı bu kadar mı ucuz! İlla özele mi gitmek lazım!“ tabanlı feryatlarını saydırarak çıktı koridora. Böyle ansızın gelen moral bozuklularının sarstığı bünyeler gibi küfür etmek ve bağırmak geldi içinden. Kendini eyleme dökecekti ki tam, Selen göründü bir anda tam karşısında Furkan’ın ve sinir harbinin üçüncü perdesinin başlamadan kapanmasını sağlayan bir gülümseme vardı suratında. “Ne dedi doktor?” diye sordu sıcak ve samimi.

Çaktırmadan sakinleştiriyordu kendini Furkan. “Yağlanma varmış. İlaç verdi işe… Ya sana ne dedi?”

Gülmemek için kendini zor tutuyordu Selen. “Gaz varmış bende.” dedi sırıtan Munzur dudaklarının içinden.

Furkan’da gülümsemeye başladı. “E yani?”

“Sıkı bir osuruk her şeyi çözermiş buyurdular kendileri!” dedi Selen patlattı kahkahayı.

İnsanları rahatsız eden bir gülüşme faslının ardından hastane çıkışına kadar birlikte yürüdüler. El sıkıştılar arkadaşça. Gün içinde karşılıklı birbirlerine yaşattıkları iyilikler ve güzellikler için teşekkür ettiler. Birkaç adım sonra birbirlerine son kez el salladılar ayrı yönlerde kendi yolarına ilerlediler…

20 Eylül 2009 Pazar

En Belirgin Cümleler

İşte şimdi bir şeyler yazmanın tam zamanı. Böylesine bir ayrımın içine düşmek istemezdim fakat, artık aklımdan geçenleri daha net ifade etmenin başka bir yolu kalmadı…

Varlığın ve yoklun ayrımını yaparak başlamalı söze. Elinde olanın tükettiği, olmayanın ürettiği gerçeğinden. Bu notada hep inanç devreye hep inanç girmiş. Olmayan inanmış, olan savurmuş. Çünkü varlıksız olan her daim tutunacak bir dal aramış. İnanma güdüsü ile koşturmuş duruş. Bu yüzden dünya üzerinde söz sahibi olan birçok insan geçmiş yaşantısında yokluklar içinde yaşamış ve sağlam adımları ile bulundukları noktalara gelmişler. Ve yine aynı dünya üzerinde varlık içinden gelenler ise belki varlıklarını sürdürmüşlerdir. Ancak gelin görün ki; ben bu ti insanların ne iyi hatırlandığını bilirim ne de kedilerine faydalarını.

Bu durum anlatmak istediklerime bir ölçüt teşkil etmez. Sadece kaba ir örnek yukarıda yazanlar. Tam da burada, bu kaba örneğin birkaç cümle sonrasında benim hikayem başlıyor. Benim kaba saba ve biçare hikayem…

Dedim ya elinde olan hep tüketmiş. Bunu maddi değerler ile ve bütün insanlık bazında ele almayalım. Aileden başlasın her şey. Çocukken sıkılası yanaklarımızdan öpücükleri ile içimize sevgi aşılayan geçmişimizin temelleri zaman geçtikçe bu tarz eylemlerini yerine getirmez hale gelirler. Eren oluruz ve zaten azalan bu sevgi toparcığının bir başka kaynaktan karşılanabileceğini fark ederiz. Şanslıysak eğer gördüğümüz ilgi ve sevgi, ilk başlarda içine düştüğümüz bu ilgisizlik hastalığından bizi kurtardı diye düşünürüz. Ama bu hiç de öyle olmaz. İlgisizlik hastalığının kaynağı mikrop aslında yok olmaz. Uygun zamanlarda kendini yeniden belli eder. İnsanın doyumsuzluğunun umutsuzluk ile flörtlerine denk gelir bu anlar genellikle. Daha ilk zamanlarda gösterilen aşırı ilginin kendini yavaşça devre dışı bırakması hastalığı tetikler. Önce kaybedilen ilgi geri kazanılır ve ardından doyumsuzluk kontrol edilemez bir hale gelerek söz konusu ilgiye olan açlığı arttırır. Bu saatten sonra her gülüşe, her söze ve iltifata yönelir insan. Bir çok kişi mutlu olurken, doğru oranındaki diğer birçok kişi mutsuzluğa demir atar. Sebebi ise sadece bir tek insanın ilgi problemidir. Bu sayede hastalık diyalog yolu ile diğer insanlara bulaşır her uygun anda doyum mekanizmasına saldırarak gün geçtikçe daha fazla hasar verir. Bu dönemde kişi geri dönülemez yollara girer ve ruhunda tamiri zor yaralar açar.

Bu durum bir karakter problemi değildir. Dünyanın en iyi insanı bile bu hastalık ile pençeleşiyor olabilir. Onun tek isteği biraz daha hatırlanmak gayet olabilir…

Sadece ilgi ile sınırlandırmamak gerekiyor bunu. Ruhumuzda içimizde düzeltemeyeceğimize inanmadığımız her ruhsal bozukluğun temel prensibidir bence bu anlattıklarım. Ve ne enteresandır ki; bu sorun sadece ve sadece varlık kavramından gelenlerde görülür. Bunları zihnimizde barınması için maddi anlamda zengin olmamıza gerek yoktur üstelik. Çünkü, insan beyni zaten içinde barındırdığını üretme ihtiyacı gütmez. Sürekli sevgi gören bir insan sevgiyi hoyratça kullanır. Dini baskılarla yetişmiş biri mensubu olduğu dini içinden taşırır ve dışarıya savurur. Hepimiz çocukluğumuzda aşırı yaşadıklarımızın hastalıkları ile mücadele ederiz bir ömür boyu.

Peki benim hikayeme ne oldu? Ben onu anlattım bile…

Ben yokluğumdan geldim. Sevgim kendim üretim ve dağıttım. Elimde olanı hep paylaştım. Bu yüzden hep gururla söyledim ben iyi bir insanım diye. Kendim için yaşamadım. Ve bugüne kadar hiç bu deli iddialı cümleler sarf etmedim. Ben bir köşede sessizce oturmuş güneşi seyrediyordum. Kısılmış gözlerimi açan çok güzel bir gölgeydi…

Şimdi, fişinizi çekin ve uykuya dalın. Uyandığınızda söylemek istediklerimi daha iyi anlarsınız. Şimdi de bana bunları yazamam için sebep olan bir kısım neden için kocaman bir alkış istiyorum…

Son söz olarak diyebilirim ki; sadece görmek yetmez, konuşmak kesin sonuç vermez. Bilmek için hissetmek, hissetmek için dokunmak gerekir…

16 Eylül 2009 Çarşamba

Biri

İstediğini ol bu gece.
Katil, maktul, tanık…
Kendine biçilmemiş kaftanlardan bir giysi yap.
Mazeretler süslesin parlak taşlar gibi kıyafetini.
Bir rol yarat ve oyna,
Bir ses duy ve bağır,
Bir uykuya dal, ama yalancı olsun…
Kendini haklı gösterecek her kılıfa uysun vücut ölçülerin.
Parmağının hizasında duranlar senin haksız şahitlerin.
Ez onları!..
Pestil olsunlar tek bir bilek hareketinle.
Beni de bırak hepsinin üstüne.
Al hayatını ve defol git hepimizden uzağa.
Sevenlerinin sevgisine aldırmadan koş diyarlarca öteye.
Git orada yalnız kal, biçare ol, sürün…
Sonra istediğin ol yine,
Katil, maktul, tanık…
Bir rol yarat ve yine oyna,
Bir ses duy ve bağır!
Bir başkasının ol ve asla utanma halinden.
Ama yeter ki uzak dur bizden…

9 Eylül 2009 Çarşamba

İstenilen Düzey

Bölüm 4: Psikolojik ve Fiziksel Olarak…

Etrafta sessizce konuşan gözler gördüğünde o yerden uzaklaşmalı insan. Çünkü, hedefi olduğu o bakışlar anlamlarını çözdüğü anda canını yakabilir veya sinirlerini bozabilir. Sadece bakışlardan da anlaşılmaz dillere malzeme olmak. Birileri söz konusu kişiyi gördüğü anda duruşunu düzenler, boğazını temizler veya olmadı telaşla başka bir şey ile ilgilenir. Çoğu zaman anlaşılsa da bir dedikodu içinde sıfat olunduğu, anlamazlıktan gelinir. Dedikodu üzerine diretilerek sorular sorulduğu anda yalancı konumuna düşebilir insan, aslında hiç alakası bile yokken. Rol kesen ise müthiş bir oyunculuk sergilemişçesine kendini kutlar içten içe. Mevzu bahis olunan kişi ve olaylar oracıkta kısa süreliğine unutuluverilir ve insanların hepsi sahtekarlıklarına kaldıkları yerden devam ederler.

Öğle tatilleri, mesai başlangıçları veya çıkışları, işten başını kaldıramayacakken olmadık bir anda etrafı süzüp rahatlama isteklerinin tümünde her daim bir çift göz vardı Furkan’ın üzerinde. Konuşmasalar da ima ediyorlardı sanki bir şeyleri. Hayatı ile ilgili ne kadar çok konuşursa o kadar insan gözünü Furkan’a dikmekten alı koyamıyordu kimi zaman. Oysaki diğerleri gibiydi Furkan. Sıradan bir hayatı olmuştu. Diğer insanların yaşadıklarını yaşamış, güldüklerine gülmüş, bilinçsizce tepki göstermiş, beyninden çok güdüleri ile hareket etmişti. Yani standart bir insan prototipinde bulunan tüm belirtiler Furkan’da mevcuttu. Buna rağmen insanların bitmek bilmez merak ve hayal güçlerine dayalı abartma güdüleri hızla çalışmaya devam ediyordu. Karşılarında her an süzdükleri adamın duruşundan, yürüyüşünden ve hatta oturuşundan bile mana çıkarıp saatlerce bunları birbirlerine anlatabilirlerdi, etraftan duydukları Furkan merkezli hikayelerden destek alarak. Kimse susmak nedir bilmiyordu ve Furkan bundan hastalıklı bir zevk alıyordu kimi zaman.

Bir karşı cinsin yanı başında tesadüfen dursa çapkınlık ve evlilik, gün içerisinde biraz asabi görünse saygısız, mutlu ise kesinlikle hayatında yeni biri olan… ve daha bir çok duruştan vb. durumdan çeşitli anlam kombinasyonları oluşturabiliyordu insanlar. Hastalıklı zevkinin içinde saçma sapan bir sefa süren Furkan daha ne kadar durumdan memnun olabilirdi ki?

Günlerin hangisi olduğunun önemini yitirdiği bir gün, amirinin sekreteri ile iki defa sadece selamlaşmasına rağmen adının çıktığı ve önceki gün parmağının üstünde ustalıkla çevirdiği kalem sayesinde eski zamanlarda cebinde kesici alet taşıdığını ilk defa öğrendiği zamanlardan birinde, babasının dolandırıcılık yaptığını öğrendi Furkan. Geçmiş zamanda Çankırı’da babasının işlettiği bir bakkalın iflas edişi hikayesiydi bunun kaynağı, kooperatiften ev gelecek vaadiyle dolandırılan baba, mağdur olmuştu sadece ve Furkan aptallık edip bunu da diğer basit hikayeleri gibi üstün körü anlatmıştı insanlara. Dilden dile yayılan hikaye kendi anlatımını güncelleyerek bu hale gelerek Furkan’ın karşısına çıktı. Olanlara şaşırmak yetersizdi, öfkeden kudurmak ve hatta bunun sorumlusunu bulup olay çıkarmak da gerekirdi.

Kim olabilirdi bu dedikodunun asparagas sorumlusu? Çevresindeki memurlardan herhangi biri? Dışarıdaki esnaf? Diğer kurum memurları? Öfkelenmemek elde değildi. Üstelik soracak kimse de yoktu. Çünkü kimse sorsa kapı gibi bir “hayır!” cevabı karşısına dikilecekti. Dedikoduyu çıkaranı kimse bilmiyor, bilse dahi söylemeyeceklerini sürekli deklare ediyorlardı. Diğer taraftan herkes göz ucuyla Furkan’ı takip ediyordu. Böylesine sinir laçkalaştırıcı bir ortamda gözleri kime odaklansa Furkan’ın ya duruşunu düzeltiyor, ya ilgilenecek başka bir şey buluyor, ya da “öhöğm!” sesleriyle boğazını temizleyerek karşısındakine izlendiklerini ima eden bakışlar atıyordu. Rezalet zaman içerisinde doruk noktasına ulaşmıştı ve önceleri zevk aldığı bu malzemelik merak insanlığı iyice canını sıkmaya başlıyordu Furkan’ın. Herkesin başının altından çıkan binlerce söz kimse tarafından söylenmeyerek Furkan’ı yalnızlığına alışma konusunda daha da ikna etti.

Tek dostu mey, mekanı meyhanelerdi Furkan’ın. Bu şehirdeki insanların neden soğuk olduklarını, insanları kabullenmediklerini anlar gibiydi nihayet. Sıcakkanlı olmak da, soğuk durmak da bir şey ifade etmiyordu bu insanlar için. Şehre gelen ünlüler bile ilgisizlikten muzdaripti. Kaldı ki Furkan ne eylesindi. Kendisini atının terkisine atmış, yaban ellerde tek başına oradan oraya savrulur gibi her gece alkol oranı farklı bir içki denemek eylemine girişti. İstediğini elde edememek çarelerini 75 cc’lik şişeler hapsetmişti. Yine de işe zımba gibi gitmeyi, önceki gece hiç sarhoş olmamış gibi görünmeyi gayet güzel başarıyordu. Mesai arkadaşlarına sağlam görünmek içinde tahmin edilemez bir hırs ile bütünleşmişti. Sapasağlamdı her gün işe başlarken, tökezliyordu her gece feneri söndürürken… geceleri kimi zaman iskele civarında bir grup insan yığını gülüşerek dolanıyordu. Onların arasına katılmayı ne kadar da çok isterdi. Ancak korkuyordu…

Depresyonun eşiğinde ayaklarını sallandırıyordu boşluğa doğru Furkan. Hayatında hiç bu kadar ıssız kalmamıştı. İzin hakkı olmadığından memleketine gidemiyordu da üstelik. Hani bir doktor kandırıp rapor alsa, o bile ne sözlere gebe olacaktı kim bilir. Mutsuzdu, kendince dipteydi. Hayat felsefeleri türetti kendini anlatan bir süre saçma sapan. Şiir bile yazmayı denedi de bir türlü tek kelime dahi yazamadı. En iyi yaptığı şey rakı şişesinde balık olmaktı ve o bile artık karaciğeri üzerinde ağrılarla hükümdarlığa yürüyen bir savaş başlatmıştı. İlk ağrılarından hemen sonra artık dayanılmaz olan karaciğer istilası bir gece hastane acilinde kalçadan vurulan bir ağrı kesici iğne ile son buldu. Ertesi sabah poliklinik muayenesine gitmesini önerip az ilgi ile evine gönderdiler Furkan’ı. Her şey tammış gibi bir de doktor telaşı çıkmıştı başına. İsyan etmek için çok halsiz bile olsa gözlerini kısıp hayata seslenmek istedi:

“Daha kötü ne olabilir!...”

31 Ağustos 2009 Pazartesi

Yıl Dönümü

Aylardan Eylül. Bloğun birinci yılının ta kendisi yani. Hadi şimdi sayalım bakalım bir yılda ne haltlara pandik atmışız.

Yine bir Eylül günü ki bu sanırım 2008 yılı olur (ancak bir yıl değil mi) nedenini hatırlamadığım bir sebeple gaza gelerek açtığım bu blogda 80 küsür yazı yazmışız. Kendi yazdıklarımı bir kenara koyalım, onların önemi yok. Geri kalan yazıları parmak ağrılarına rağmen yazan amatör ruhlu güzel insanların bloğu benden fazla renklendirdiklerini unutmamak gerek. İlk günde yazdıklarımı gözden geçiriyorum; ben bu blou sadece açtım ve benim gibi yazmak isteyen herkesin ilgisine sundum. Sonuç olarak 6 nur topu gibi yazar arkadaşım oldu. Birlikte giriştiğimiz ortak hikaye girişimi "Sıradan Veya Sıradışı" anlamsız ancak eğlenceli yerlere geldi sayelerinde, her ne kadar yazmaktan sıkılıp bir kenaya çekilselerde. Ancak biliyorum hiç birinin kudreti ve sabrı bu kadar değil. Daha yazacak çok Sıradan Veya Sıradışı bölümlerimiz var...

Yarıda bıraktığım hikayeler bir yana, bitirmeyi başardığım iki birbirine kökten bağlı hikaye beğeninize sunuldu. İlk defa denediğim bir kurgulama yöntemi ile yazdıklarım ortalıklarda geziniyor. Ha tabi daha önce birileri böyle bir şey yaptıysa affola. Geri kalan tüm yarım hikayeler er ya da geç bitecek. Hatta buna bir kimlik arayışı hikayesi olan İstenilen Düzey ile başlayacağım. Sadec 3 bölümünü yayınladığım bu seri hikayenin bir çok imla hatası olduğunu gördüm ama nedense değiştirmek istemedim. onlarda benim utancım olarak kalsın orada ve bir gün daha başka bir yerde kendini gösterirse bu hikayeler bütünü elbet bütün yanlışları da düzeltilecektir. Ufacık şehirde bir başına kalan Furkan kaybettiği kalabalıkları geri kazanmak için türlü numaralar ile insanların hayatında dalacak ve hep yaptığı şey olan en yanlış yerden başlama huyu yüzünden hayatı sorunlu, kimi zaman çekilmez ancak bir o kadar da mutlu bir hal alacak. işin özü Ferit'in tek düze kahramanı Furkan'ın insanlar içinde vasıflarını kanıtlama hikayesi "İstenilen Düzey" yakın zaman içinde buradan beğeninize sunulacak...

Az zaman bir yıl. Bu az zaman içinde kanımca bir arpa boyundan daha fazla yol kat ettik. Artık 10 güzelim takipçimiz var arada bir bu bloğu tıklayıp içindekileri okuma nezaketini gösteren. Bir yılın ardından söyleyebeleceğim bir tek şey var:

Artık yalnız değiliz!..

Ve eğer halen daha ben hikayeler anlatmak istiyorum diyenleriniz varsa benimle veya diğer ekip üyeleri ile irtibata geçmelerini istiyorum. sansürle ve engellmelerle sıkıntısı olmayan, tüm benliğinden sayfalara içindekileri haykırmak isteyen herkese kapımız ardına dek açık. özellikle ortak hikaye için tabi... :)

Bir yılımı bana en içten yorumları ile bedbaht eden arkadaşlarım herkese teşekkürü bir borç biliyorum. yeni yazılar ve anlatılacak hikayeler ile görüşmek dleğiyle bir keç günlüğüne benden müsade. Umarım diğer ben gibi amatör arkadaşlarım buraları sahipsiz bırakmazlar...

Saygılarımla...

Ferit (transkripsion)

28 Ağustos 2009 Cuma

Neden Beden

On Dört: Son

“… Birileri bir söyledi biz sevgili, bir başka söyledi biz ayrı. Sen tahmin edebiliyor musun kimdi bizi dilinde oynatan veya neye hizmet eden bir tarikattı? Beklide bunların hiçbir önemi yok şimdi, Başkaları hakkında satırlar tüketip de ne sen ne de ben üzülmeliyiz. Bunlardan farklı sözler yazmam gerek bu yüzden buraya. Öff!.. Ne kadar da hazırdım halbuki…

Anlatmak istediklerim yönlendirilmiş olmanın katlanılmazlığı değil aslında. Soruyorum sana: birileri bizi birbirimize itmiş bile olsa beni nasıl hayal ettin? Biz seninle hayallerinde neler yaptık?

Oysa ki ben seninle uzun ve yorucu yolculuklar, geniş ve huzursuzluk verici hastane koridorları, bilimum sosyal aktiviteler, bize yakın olan herkesle mutlu anlar, kuytu köşelerde utangaç öpüşmeler, dokunuşlar, sevişmeler… Ben seninle geniş zamanlar hayal ettim sadece. Ve inanmazsın bunların hepsi sadece birkaç saniyede oldu. Çünkü sen farkına vardın mı bilmiyorum ama biz birbirimize birkaç saniye bile olsa aşıktık. Gözlerimiz sarıldı birbirine, seviştiler sarmaş dolaş. Biz ikimiz aynı göz bebeğinde tektik saniyeler içinde. Kimse yoktu o anda. Sadece birbirine aşık iki çift göz bebeği ve onların bütünü iki ruh… sen bunu fark ettin mi? O anı hatırlıyorum da, ne kadar güzeldi diye geçiriyorum içimden. İnsana sadece birkaç saniye içinde ömrünün geri kalanının hayalini yaşatan bir aşk ne kadar da yücedir değil mi?

Diğer olan bitenlerin ardında ben hep bu hissiyat ile dolandım ortalıklarda. Sonra bir gün bir resim gördüm ismi önemsiz bir sanal dünya içinde. O Adam ve sen vardınız resimde. Sen omzuna yatmıştın onun ve o kadar masumdun ki, ben utandım kendimden. Yüzünden ona karşı olan tükenmez bir güven akıyordu. İşte tam o anda bana haram olduğunu anladım. Böylesine huzurlu bir anın yaratıcısı o iki insanın hayatına girmek anlamsız ve cahilce olurdu. Asla benim olamayacağını ve bunun için yeterli sağlamlıkta sebeplerinin olduğunu artık gözlerimle görüyordum. Sanmıyorum ama, hayatına girdiğim zamanda aklını karıştırmayı veya bana dair bir etki bırakmayı başardıysam senden özür diliyorum. O resmi daha erken görseydim eğer bunların hiç biri olmazdı inan.

İşte bunlar beni sana saplayan son şeylerdi. Şimdi aklımda olan son şey bugün son defa gördüğüm o solgun yüzünün neden ağlamaklı olduğu? Bunu öğrenemeyeceğimi bile bile söyleyebilecek tek telkin cümlem var başkalarından araklama: her gün güneş doğar, yeter ki açık olsun perdeler…

Şimdi ben yeni bir hayatın içine giriyorum. Başka Biri’nin dünyasında mutlu olmak için elimden geleni yapacağım. Umudum seninde hayattan kopmadan o Adam ile mutlu olman. Eğer bir gün ulaşırsa bu mektup sana beni gülümseyerek ve iyi hatırlaman dileklerimle…”

Uzaktan yazdıklarına baktı Çocuk. Gülümsüyordu sonunda. Kağıda bile olsa içini dökmenin, tüm hislerini anlatmanın verdiği mutlulukla doldurdu tüm ruhunu. Uzaktan yazdıklarına baktı ve son bir gülücük attı Kız’a dair tüm yaşadıklarına. Masadan kalktı ve odasına gitti yazdıklarını güzelce katlayıp bir ajandanın arasına koyduktan sonra. Odasına salondan vuran ışık yatağından dünyanın belki de en güzel tebessümlerinden biriyle uyuyan Biri’nin güzel yüzünü aydınlatıyordu. En nihayetinde mutluydu Çocuk ve sessizce gidip Biri’nin yanına uzandı.

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Çığlık

Ne idüğü belirsiz değilim ben!!!
Değilim!!!
Değilim!..
değilim...
değilim..

İdam kararı verilmiş olduğundan artık yapılabileceği sadece, iki koluna girmiş muvazzaflara rağmen, ellerini uzatabildiği kadar karanlıkta parlayan o küçük ışıklı pencereye uzatmaktı.

Sonra o ışık da kayboldu.

Ve mutsuz başlangıç böylece bitmiş oldu.

Neden Beden

On Üç: Tesadüf

Hiç bu kadar konuşmaya niyetli olmamıştı Çocuk bugüne kadar. Bugün ise tek aklının içinde dolanan tüm sözler eksiksiz ve en samimi haliyle dilinden masaya dökülüyor oradan da tam karşısında oturan Biri’nin kulaklarından içeri sızıp benliğinde anlamlar buluyordu. Konuşurken Çocuk’tan gözlerini ayırmak imkansızdı Biri için. Aslında kim olsa o masada kilitlenir kalırdı Çocuk’un sözlerinde. Tüm imkansızlıklarını ve Kız ile ilgili hayatında ve içinde olanların hepsini bir çırpıda anlatıp bitirmek üzereydi. Uzun uzadıya giden her cümlenin ardından önündeki kadehten bir yudum alıyor, kendini kaybettikçe yudumlarda daha da samimi ve sempatik oluyordu. Çocuk’un bittiği anda ise Biri sadece bir tek söz söyledi. “Salakmış!..”

Beklediği söz bu olmasa da Çocuk’un o anda yeşeren egosunu biraz olsun okşamayı başarmıştı. Fakat devamını getirecek kadar yeterli değildi cümlelerin ve sessizce bir sessizlik oluştu masada. Birbirleri ile ilgilenmediler bir süre. Görüş alanlarının içine düşmüş masaları süzmeye durdular. Sessizliğin giderek derinleştiği bir anda Biri: “Aaa! Bu o otobüste sürekli ağlayan kız! Ya neye üzüldü bilmem de zehir eti bize yolculuğu.” dedi.

Tam ardından oturuyordu ki o ağlak yüz ardına dönmek zorunda kaldığı Çocuk. Ardında gördüğü ise şaşkınlığın bulaşıcı bir hastalık gibi yüzünde yer ettiği Kız’dı. Ruhunun hayret bataklığına sürüklenmesine izin veremezdi o anda. Yapabileceğinin en hızlısı olan başı ile selam verme jesti ile Kız’ı ve masadaki diğer kişileri selamladı. Seri bir hareketle masaya döndü. Kadehinden bir yudum aldı rahatlamak için Biri’nin şaşkın bakışları altında. Derin bir nefesle birlikte Birinin yüzünde elini gezdirirken “Böylesine bir tesadüfe nail olduğun için seni ne kadar kutlarsam az!” dedi gülümseyerek.

Gülümsedi Biri bu söz üzerine. Göz ucuyla takip ettiği Kız’ın kıskançlığa saplanan bakışları onda farklı bir istek doğurdu. “O zaten ne kaçırdığının farkında değil.” dedi işveli bir ses tonu ile ve Çocuk’un dudaklarına ince bir buse kondurdu…

Sıradan veya Sıradışı

Yirmi Bir: Sıradan ve Sıradışı

- Alo?
- Merhaba, ben Samet. Dün gece tanışmıştık.
- Evet, biliyorum. İsmin göründü. Nasılsın?
- (Demek ki numaramı verdiğim konusunda yanılmamışım. Bu iyi.) Teşekkür ederim, seni sormalı?
- Az çok tahmin edersin sen de nasıl olduğumu. Bir garip hâller içerisindeyim. Ayrıca dün geceki tutarsızlığım için de özür dilerim. Sebebi mâlum...
- Aslında ben de biraz da onun için aramıştım. Dün geceyi unutarak farklı bir başlangıç yapmak ister misin?
- ...
- ...
- Şimdi gelebilir misin?
- (Bu kadarını da beklemiyordum ama...) Elbette. Neredesin? Gelip seni alayım mı?
- Şu an sahilde bitmek üzere olan kavunlu dondurmamla beraber üşüyorum. Mıntıka'nın Yeri'nin hemen aşağısındayım.
- Hemen geliyorum. 15 dakikaya oradayım.
- Görüşürüz.
- Görüşeceğiz.

"Görüşeceğiz!" diyerek aslında ne demek istediğini biliyordu ama farklı anlamlar da barındırıyor gibiydi bu cümle. Bu durumu ise ancak telefonu kapattıktan sonra fark etti. "Umarım o da benim takıldığım gibi bu konuya takılmamıştır." diyerek telefonu elinden bırakıp bir an önce, yemek yemek için sıklıkla kullandığı Mıntıka'nın Yeri'ne doğru yol almak için hazırlanmaya başladı.

23 Ağustos 2009 Pazar

Neden Beden

On İki: Teğet

Bitti her şey. Kız beklide gitti çoktan. Çocuk ise hissiyatını belli edemeden Kız’ın yüzüne karşı ortada kalmış gibi düşünüyordu. Tek başına yuvarlanıp giderken kendi deryasında, istemediği sızıntılar ve dertler içindeydi sonunda. Sürekli reddettiği aşk kapısından bile içeri girmeden ruhunun hırpalayabiliyordu Çocuk’un. Yaşanan bir mağlubiyet üzüntüsü değildi pek tabi. Kaybediş, terk ediliş de değildi. Yaşanan sadece alışkanlıkların dışında bir şeye tutunmaktı. İnsanlardan, sözlerden ve olaylardan farklı bir yerde öylece duran bir insan figürü, o uzak durdukları yüzünden bulaştığı aşk illetine yenik düşmüş ve bunun hezimetini fazlasıyla yaşıyordu. Çok şey söylemek isterdi, sustukça meylere gömülüyordu. Gömüldükçe gözleri kararıyor, tüm dünyası önce flulaşıyor ve yavaşça kararıyordu. Görmüyor, duymuyor ve hissetmiyordu Çocuk bilmem kaç kadehin ardından.

Nedenlerini düşünüyordu. Yalnızlığının, insanlardan uzak durma isteğinin, ardında kalanları nedensizce özleyişinin nedenlerini. Cevapsızdı her geçen süre ve bir türlü anlam veremedi kabuklarının dibine gömülme nedenine. Dünya güzel ve yaşayıp paylaşmaya değerdi oysa ki. Gömülmenin ve toprak altında çürümenin bir nedeni yoktu. Dünya haklıydı ever, yaşanmalıydı her şey ömrün yettiğince. Aşk, sevgi, bağlılık ve mutluluk kombinasyonları paylaşılmalıydı düğer tüm insanlarla. Zira kimsesizlik bir yerden sonra patlak verir ve insanı içinden çıkılmaz buhranlara iterdi. Patlama noktasındaki Çocuk’un tek fırsatı olan Kız ise şimdi yoktu. Uzak durduklarının bir armağanı olan Kız göçüp giderken geç kalınmış her şeyin canlı bir simgesi gibiydi. Kim bilir, Kız sayesinde Başkaları bile daha güzel görünecekti gözüne ve çocuk’ta dünyanın kısır döngüsüne karıştıracaktı kendini. Ancak olmadı… Olamadı… Bu durumda nefretler kusmaktan, bağırmaktan, isyan etmekten ve kendini kaybettiği tüm dehlizlerden daha büyük yalnızlıklar ve çaresizlikler ile çıkmaktan başka bir çaresi yoktu Çocuk’un. Karamış görüş alanında, ağrıyan başından ve büzülmüş vücudundan kalan son enerji kırıntısıyla isyanı dile geldi. “Neden be Kız’ım!..”

Bu feryat sanki şarj etti vücudunu, karamış gözleri yeniden açılmaya kirpiklerinin ardında biriken yaşların kırdığı ışıkların ardında denizi gördü. Sanki başı daha az ağrıyordu şimdi. Aklında dönenlerin gücü tükenmese de, şimdi nefes alıyor, gözyaşlarını silip etrafını seyredebiliyordu çatık kaşlarla. İskelede, bir sabah vaktinin en kör anındaydı. Elinde tuttuğu şişeden bir yudum daha çekti ve içlenerek martıları ve takaları seyretmeye koyuldu hiçbir şey olmamış gibi. İçindeki isyan ateşi saman alevi gibi parlayıp sündü. İçinden geçenleri bir çırpıda ve yine kimseye göstermeden yaşadığını zannediyordu, ardında olan her şeyi görmüş Kız’ı fark etmeden.

Kendini kalkıp yürüyeceği kadar güçlü hissettiği anda doğruldu. Bitip tükenen her şeyin yaşam fonksiyonlarını yok etmesine izin veremezdi nihayetinde. Sokalar boyu yürüyor, evinin yolunda ilerliyordu sallanarak. Kendine o kadar gömülmüştü ki yanından geçen otobüsü fark bile etmedi. Halbuki kafasını kaldırsa ve az dikkatli baksa o siyah camlarından içeri otobüsün Kız’ı görmek o kadar da zor olmazdı. Görse bile sıyrılırdı bu uyuşuk halinden ve optimist insan tavırlarına bürünürdü hemen. Ancak çocuk’u bu uyuşuk halinden uyandıran tek şey inatla çalan telefonuydu. Otobüs çoktan gitmiş ve Çocuk ancak başını standart düzlemine kaldırabilmişti telefonla konuşmak için. Yüzü gülmese de espritüel bir ses tonu takındı ve konuşmaya başladı:

“Ne o ha! Yoksa Biri beni rüyasında mı gördü de sabahın bir körü arıyor!..”

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Sıradan Veya Sıradışı

Yirmi: Emanuelle ve Elizabeth

Apar topar çıktı işinden Ferit. Hazırlanması gereken bir buluşması vardı ya akşam, onun içindi bütün telaşı. Otobüs veya bir başka toplu taşıma aracı beklemeksizin sokaklarda arayan gözlerle ilerledi. Nihayet kısa süre içinde bulduğu bir CD satıcısının dükkanından içeri girdi. Ne aradığını bildiği halde bulamamaksızın bakınıyordu tezgahlarca sıralanmış filmlere. “Yardımcı olayım abi!” diyen satıcının meraklı bakışları altında ezildiğini hissetti. Çünkü sıradan bir film almak için aşırı heyecanlı görünüyordu onun gözünde ve bu durum birazcık dahi olsa utanç vericiydi.

Daha da utanıyordu aslında. Sadece belli etmemek için elinden geleni yapıyordu satıcıya. “Bana porno lazım!” diyiverdi bir anda.

Gülümsedi satıcı. Karşısındakinin sıra dışı bir abazan olduğunu düşünüyordu. “Bunun için bu kadar heyecanlanmaya gerek yok abi. Hepimizin ihtiyaçları olur kimi zaman.” dedi bıyık altı gülümsemesi ile.

“Yok be! Sandığın gibi değil!” diyerek itiraz etti Ferit yanlış anlaşılmalara ve “Bu akşam bir randevum var ve ben sevişmeyeli uzun zaman oluyor. Olası bir seks anında ne yapacağımı hatırlamam lazım.” diye ekledi.

Kendince haklılığını onayladı satıcı. Karşısında duran adam hakikaten orijinal bir abazandı. “Abi onun için ne pornosu alacaksın! Yıpratacak mısın kızı ya! Orada gördüklerini zaten uygulamaya gücün kudretin yetmez.” dedi daha belirgin gülümseyerek.

Sıradan bir satıcıya bırakıvermişti bütün utancını Ferit. Artık satıcının isteğine göre şekilleniyordu utancı. “ne izleyeceğim peki?” diye sordu çekinerek.

Ferit’in saf hallerine acıdı bir anda satıcı. Zor durumda olduğuna nihayet kanaat getirdi. Gözden uzak bir rafa uzandı elleri. Birkaç film CD’si içinden bir tanesini Ferit’e uzattı. Emanuelle!..

“Aaaa!.. bu benim neden aklıma gelmedi ya!” dedi Ferit elindeki CD kabını incelerken.

“Şimdi ağabeycim; Öğreten kadın Emanuelle’i tanımayan erkek yoktur. Bilirsin bu ablamız hepimizin gençlik hayali ve seks arkadaşımız Elizabeth’i bir çoğumuza ilk tanıştıran hatun kişidir. Eli öpülesice yüce bir insandır… sana verdiğim bu CD’de Emanuelle olmaya hak kazanmış en güzel ablalarımızdan birinin ilk geceler ile ilgili harika tezlerinin barındığı sıcak ve eğitici bir konu ilenmekte.”

“Maşallah sende izlemiş gibi anlatıyorsun valla, bravo!”

“ E abicim işimiz bu bizim!”

Filmi satın aldı Ferit. Ceketinin iç cebine koydu. Samimi satıcının tebessümlerle dolu başarı dilekleri ile ayrılırken dükkandan “Fakat dikkat et! Bugün Elizabeth’i bir defa al koynuna fazlası zarardır! Sonra malum kişiye mahcup olursun!” diye bağırdığını duydu satıcının. Tepki vermeden gülücüklerle çıktı dükkandan.

Buluşmaya çok zaman vardı. Acele etmeye gerek yoktu artık. Hazırlanmak için gerekli tüm gereçler ile evindeydi nihayet. Öncelikle zerindeki resmiyetten kurtuldu. Don ve atlet kombinasyonun albenisi ile CD oynatıcısına filmi CD’sini koydu. Kanepesine uzanıp slip donunu sıyırdı. Usulca izlemeye koyuldu filmi ve daha ilk sevişme sahnesinde sağ eline bakarak “Selam Elizabeth!” diyerek gülümsedi… Buluşma için en önemli aşama tamamlanmış oldu böylece…

18 Ağustos 2009 Salı

Neden Beden

on Bir: İçtenlik

Sonunda biten bir gün elinde nihayet Çocuk’un. Biten ve yeterince sinir bozan bir gün. Öyle ki yaşadığı duygu yoğunluğundan zaman hızlıca akıp geçmişti. Bunun sebebi duygu yoğunluklarına teslim olamamak için kendini işine vermesi de olabilirdi. Belki de çok başka bir şeydi zamanın olağan hızından daha çabuk akıp gitmesi. Ancak artık bir önemi yoktu geçip giden dakikaların. Mesai bitmiş, herkes evinin ya da başka bir meşguliyetin, bir hat-yata gayesinin veya çok farklı ve bilinmedik bir şeyin derdine düşmüştü. Kimi acele ederken iş dışında farklı bir dünyanın kollarına atılmak için, kimi de Çocuk gibi hantal hareketlerle yoluna ilerliyordu. Gün içinde yaşadıkları Çocuk için yeterince büyük bir zihin yorgunluğu bırakmıştı bile bünyesinde. Dingin olsa da vücudu, aklı hükmettikçe tüm kaslarına yorgun gibi hissediyordu. Adımlarını en tembel halleriyle atarken hep bir ileriye, başı öne eğik ve düşünen bir haldeydi. Neye ne kadar daldığını bilmeden, aklının boşluğuna bırakmıştı kendini. Yanından süratine ayak uydurmuş yarı lüks otomobilin kornasını duymakta zorlanacak kadar içine gömülmüştü. Yanı başında sürekli klakson öttüren Efendi’nin arabası vardı. Siyah filmli açıldı ve Efendi Çocuk’un arabaya gelmesi için işaret etti. Olanı bir emi gibi algılayan Çocuk tereddüt etmeden arabaya bindi.

Küresek ısınmadan bir haber, kliması dondurucu soğukları insanın içine işletecek kadar kasıtlı bir abraya ve bünyeye sahipti Efendi. Onca sıcakta, arabanın içinde üşüdüğünün ve hatta titrediğini görünce Çocuk’un, nihayet dünyanın gerçekleri ile yüzleşerek arabanın klimasını kapatıp kendi tarafındaki pencereyi açtı. Yüzü solgun Çocuk’a kayıyordu ara sıra gözleri. Bugünkü suskunluklarının üzerine daha fazlasını koymaysa niyetli olduğunu anlamak hiç zor olmadı Çocuk’un. En iyisi lafa kendiliğinden girmekti. “Siz gitmeden önce Kız’a seninle oynamamasını söyledim!..” diye en orta yerinden başladı kelama.

Anlayamadı ilk anda Çocuk fakat idraki artık hiçte zor olmayan bir durum olduğundan içinde Kız geçen cümleler anlarmış gibi gözlerini Efendi’nin yüzüne kaydırdı. “Neden böyle dediniz?” diye sordu olanları biliyormuş havası yaratarak.

“Çünkü onun niyeti seninle gezip tozmaktı. Seni ciddiye almayacaktı.” dedi Efendi kendi düz mantığı ile.

“iyide zaten bende farklı bir şey düşünmedim hiç.” dese de içinden Çocuk, “Anlıyorum Efendi’m. Zaten milletin diline sakız olmuş bir durumdan meymenet beklenmezdi.” dedi en sakin tavrı ile.

“Ne O? Çabuk unutmuş gibisin…”

“Zaten Başkaları soktu aklıma Efendi’m. Yoksa biz arkadaş olabilirdik ne güzel. Demek ki; arkadaşlığını bile insanların gözü önünde yaşamayacaksın. Hele ki Kız gibi sıcak kanlı biriyle.”

“Sence Kız sıcak kanlı olduğu için mi bu dedikodular böyle yayıldı.”

“İnsanlar Kız’ı başka bir gözle gördükleri için böyle oldu Efendi’m. Bizler, bu şirketler içinde sürekli rekabet halinde olanlar birbirimize çamur atmak için yaşıyoruz sanki. Aslında sadece biraz insani yönden baksak olaylara her şey daha net olacak ve hiçbir dedikoduya gerek kalmayacak. İşte bu kadar basit.”

Efendi alması gerekenleri bir anda alıverdi Çocuk’un ağzından ve bir kez daha ona olan saygısı daha da belirginleşti. Bugün olduğu gibi, diğer personeline karşı Çocuk’u koruduğu her anda ne kadar haklı olduğunu bir kez daha yineledi. Göz ucuyla süzerken trafiğin müsait olduğu anlarda Çocuk’u aslında ne kadar üzgün ve buruk olduğunu fark etti. Sormak istedi, samimiyet sınırlarını genişletmek ona göre olamayacağından vazgeçti. Çocuk’un inmesi gereken uygun yere geldiklerinde yapabildiği ise sadece en samimi tavrı ile Çocuk’un elini sıkmaktı.

Arabadan inişinin hemen ardından isyan etmek geldi içinden Çocuk’un. Artık Kız ile ilgili duyduklarından ilk kez bıkmıştı. Yüzü ekşidi, beyine yapılan bu hücumun anlamsızlığını vücudundan atmak istercesine ağlamak istedi. Fakat bu sefer yapmamalıydı.

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Sıradan veya Sıradışı

On dokuz: Birine bakmak, birini görmek

Dilşa uzun saatler boyunca arabada ağladı, durdu. Bu yüzden bir perdenin arkasından bakıyordu dünyaya. Tabi bu durumun bir sebebi de arabanın bütün kapalılığına inat edermişçesine içtiği koca paket sigaraydı. Aklından neler yapması gerektiğine dair pek çok şey geçiyordu:

1-Kilolarca tatlı yiyip, paketlerce sigarayı peş peşe içerek dünyanın en güzel ölüm şeklini deneyebilirdi. Ama bunu sevmedi çünkü hiç bir insan uğrunda ölmeye değmezdi. ki gördüklerinden sonra O’ nun yaşamaya da değmediğini farketmişti.

2- Her şeyi bir kenara bırakıp çok uzun bir tatile gidebilirdi ancak mümkün olduğunca çabuk bir sahaf açmak, yıllanmış kitapların arasında, yaşanmışlık kokusuna gömülüp sürdürmek istiyordu hayatını. Bu hayal çok uzun zamandan beri vardı, vazgeçilemezdi.

Düşünmeye devam ederken aklına Emre geldi. Hayatına giren kadınlara yaptıklarıyla onu çok kızdırsa da lise yıllarından beri tanışmaları yüzünden kopmamıştı ilişkileri. Çünkü Emre çok zor bir çocukluk yaşamış ve bunun yükünü hep sırtında taşımıştı. Yaptığı yanlış şeyler bunun yüzündendi Dilşa' nın gözünde.

Birine anlatması, en azından içmeye başlayınca birinin ona sınırını bildirmesi gerekiyordu. Telefonu eline aldı. Telefon dükkanı olan bir hastası ameliyattan sonra teşekkür etmek için vermişti bu telefonu. Herkes bir şekilde göstermeye çalışıyor memnuniyetini diye düşündü. Ve bu düşünce biraz rahatlattı onu. Bu sırada telefon kulağında bekliyordu.

“Bir kere de ilk arayışımda duy be adam!”

Neyseki sonunda o bildik, güven veren ve insanı inceden titreten sesi duydu.

“İşyerini ara, bir kaç gün izin al, sende kalacağım.” Dedi.

Emre daha önce buna benzer hiç bir isteğini duymamıştı Dilşa’ nın. Bu yüzden hiç düşünmeden hemen kabul etti, zorlanarak ne olduğunu sordu.

“İçkileri hazır et anlatacağım.” Diye yanıtladı Dilşa.

“Daha güzel bir fikrim var, seni sahilde şirin bir yere yemeğe götüreyim bu akşam. Nasılsa bir kaç gün evde olacağız.” Dedi Emre ve duyacağını bildiği itirazları dinlemeden telefonu kapattı.

Emre yaptığı bütün korkunç şeylere rağmen, hiç dillendirmese de Dilşa’ yı bir abi bir baba gibi severdi. Ve onun bu hale gelmesinin tek bir kişiye bağlı olduğunu biliyordu...

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Olması Gerekenler

Bu en yürekten haykırışım!..

İçinizde sonralara bırakılmış hiçbir şey bırakmayın! Yollara düşün! İnsanlara onları sevdiğinizi söyleyin! Aileniz veya arkadaşını, sevgiliniz… Gidin ve boyunlarına atılın! Sevgilerinizi yarınlara ertelemeyin.

Yardım edin insanlara. Kucak dolusu iyiliklerle gidin kapılarına. Yıldızlardan hayat dileyin. Bir kerecik olsun bir başkası olun! Başkasını düşünün. Bencilliğinizden sıyrılıp en fazla sencil olan insanların arasına katılın! Gülümseyin ölürken bile. Ya da öldüğünüzü hissederken acılarınıza gıcıklık olsun diye gökyüzüne gülücükler fırlatın. Hayatı sevmek zorunda değilsiniz belki ama sevmemek için üreteceğiniz her nedeni size hayattan başka bir şeyin vermeyeceğini unutmayın! Sırf bu yüzden, sizler için mecburiyetten bile olsa hayata sarılın ki nefret edecek lanet dünyalarınız büyüsün…

Kendinizden başka kimseye zarar vermeyin! Bırakın dökülsün incileriniz. Neyiniz varsa yerin dibine göçsün. Ama kimseyi ne üzün kendiniz için ne de onarımı imkansız yaralar açın. Fikirlerinizi koyun ortaya. Düşündüklerinizi tozlu sandıklara kilitlemeyin. “Ben” dediğiniz ne varsa haykırın dünyaya! Ama bugünlük bile olsa ne olur kimseyi üzmeyin.

Düşkünlüğünden mazlum biri bunları söyleyen. Bildiğinin aksine kafası çalıştığı için ne kadar pişmanlığı varsa kusar onları kimi zaman. Kimsesiz hisseder ama aslında dünyanın en kalabalığıdır. Sevgisiz kaldığını düşündüğünde aslında herkes onu eskisinden kat kat daha fazla sevmektedir. Aşktan nasip alamadığını söylediğinde yüzüne gülen birileri mutlaka vardır. Fakat o yine de üzgündür, mazlumdur, eziktir… O aslında beceriksizdir. Güzelliklerini şekillendiremeyen bir zavallıdır.

Size son tavsiyem onun gibi olmayın. Yoksa adınız Ferit olur, bir daha da kurtulamazsınız!..

Neden Beden

On: Başkaları

Böylesine küçük bir diyarda insanların birbirleri ile birden fazla kere karşılaşmaları gayet muhtemeldi. Yolda veya bir toplu taşıma aracının içinde, olmadı bir kafede açık havada oturması keyif veren başka bir yerde herkes herkesi bir çok defa görüyordu mutlaka buralarda. Her zaman olmasa da çoğu zaman hoşnut olmazlardı bu durumda. Birini birden çok görmek uğursuzluk gibiydi herkes için. Dile getirilmemiş batıl bir inanç gibiydi bu karşılaşmama isteği. Kimileri ise artık hayatlarının en monoton ve kısır döngülere saplanmış doğrultusuna girdiğini düşünüyordu. Onlar kendilerine göre dönüşü olmayan bir yola girmişlerdi nihayet.

Çocuk için ilk olmayan bir rastlantı anıydı otobüste yeniden ve yeniden gördüğü Başkaları. Bu tiksindirici durum artık bağışıklık kazandırmıştı ki Çocuk’a içinde onlara selam verme isteği bile duymaktaydı kimi zaman. Kalabalığın içinde, ayakta ve birbirlerine eğilip konuşuyorlardı Başkaları. Kendi hakkında konuşulduğunu hisseder mi insan bilinmez ama Çocuk ne hikmetse bu kez onları dinlemek istedi. Çaktırmadan yanaştı duyabileceği bir mesafeye. Elinden geldiğince kamufle etti kendini ve cümlenin içinde ismi zikredilirken yakaladı tam da diyalogu.

“… Sonra Çocuk atmış bardağı yere.!”

“Adam Kız’ın aşkından kuduracaktı zaten!”

“Hakikaten bir şey olmuş mu lan iş seyahatinde Kız’la Çocuk arasında?”

“yok oğlum bende oradaydım ne olacak!.. Bir ara kayboldu bunlar. Sonra bir geldiler çocuk’un surat beş karış. İçilmiş, eğlenilememiş! Belli ki Kız vermedi buna surat yapıyordu ibne!”

“Ama Çocuk her yerde böyle siktim, şöyle elledim diyormuş?..” sözünü duyduğunda irkildi Çocuk. Bu güne kadar değil söylemeyeceği, söylemeye tenezzül etmeyeceği şeyleri ağzından çıkmışçasına duyuyordu.

“Yok be Oğlum ya! O’nun en sağdık dostu olsa olsa Elizabeth’tir.”

“Sen nereden biliyorsun peki bunları?”

“Nereden olacak. Kız söyledi tabi ki.”

“Sen ne ara… Lan az çakal Herif değilsin sen!”

“Tabi Oğlum. Gittim sordum ben. Çocuk için o sünepe bana sevgili olacak kalemde değil dedi. Sonra baktım hafiften gerdan kırıyor haspam hemen yapıştırdım teklifi.”

“Sonra ne oldu?”

“O kadar fazla atıp tutmuşuz ki meğer bunların hakkında Kız soğumuş ortamdan tabi. Biraz abartmışız kanımca. Canımı sıktı zaten bu durum. Eski sevgilisi olacak Adam’ın yanına gidiyormuş yarın.”

“Lan ne Herif’sin sen. Bende tavladı diyip ciddi ciddi dinliyorum!”

“Biz ettik biz bulduk abi! Bunlar yakınlaşmasın diye dedikodu çıkardık haybeden. Sonra elimizde patladı. Meğer bu mamalaklar hakikaten sadece arkadaşmış.”

“Yani?”

“Yani biz bunları ağzımızla sevgili yaptık, ağzımızla ayırdık olan bu. Ha bu arada kantarın topunu da kaçırınca Kız’da uçtu gitti elimizden! Ama ben vazgeçmedim daha. Bir gitsin gelsin ne yapar eder ikna ederim ben onu. Hiç bu kadar istemedim oğlum ben birini!”

Soluk bile almadan ilk durakta apar topar indi çocuk. Duydukları hayretler denizinde boğuyordu resmen onu. Duydukları ne kadar da kendinden alakasız şeylerdi. Böylesine saçma bir eğlence malzemesi olacağını asla tahmin edemezdi. Kısa bir an istifa etmeyi bile düşündü. Kurgulayacak bir fikir bile üretemiyordu aklının içinde. Sokakları arşınlarken adım adım bu duyduklarını Kız’a anlatmak istedi bir anda. Eli telefonuna gitti, aramaya cesaret edemedi. Zihninde Kız ile ilgili bütünleşen tek bir gerçek vardı. Artık her şey için çok geçti. Kız’ı sevdiğini hissetse bile…