28 Şubat 2010 Pazar

Neslinin Bir ve Her Günü

İnsanların yıllar içerisinde değişmesine çokça tanıklık etmişti ama kendindeki kısa sürede meydana gelen değişimi fark edememişti belli ki. Arkadaşlarıyla oturup dedikodu ve alışveriş yapıp ağırlıkla gençlerin izlediği dizileri, klipleri izlemesi gerekirken; birden bire, açılan her mevzuda ya bir arkadaşının, ya bir akrabasının ya kendisinin, ya nişanlısının, ya nişanlısının ailesinden birinin ya da hiç olmazsa bir ünlünün de başından geçtiğini anlatmadan duramayan insanlardan olmuştu. Her şeyde olduğu gibi bu değişimi de ivedilikle olmuştu ne yazık ki. Kimse onun hızına yetişemiyordu. Hayatta hep iyi bir şeyler yaptığını sanan bu kadın kendi hayatını mahvettiği gibi etrafındaki bir çok insanın da hayatını mahvettiğinden habersizdi. Her şeyden haberi olduğunu sanan bu kadın yüzlerce insanın hayatını yavaş yavaş mahvettiğinden habersiz olamazdı ama son aylarda öyle hızlı değişmişti ki yine hiçbir şeyin farkında değildi.

Akşamları iş çıkışı çok da lüks olmayan mekanlarda nişanlısıyla belki bir yemek yiyor, belki birer kahve içiyorlardı. Ama içki asla. İçki kötülüklerin anasıydı. Ne demekti öyle nişanlısıyla-yüzük takıldıktan sonra elini tuttuğun adamın sıfatı da değişiyordu- gece vakti (geceden kastı akşam saat sekiz belki) bir yerlerde içki içmek tövbe bismillah ağzına sürmezdi. Ki adı üzerinde, bu meret ağızdan başka bir yere de sürülmezdi. Herhangi bir arkadaşının yapağacağı böyle bir espriye muhtemelen gözlerini belertip cik cik diye karşılık verecekti. Her ne kadar böyle bir insan olsa da teknolojiden bihaber değildi. Twitlemek nedir biliyordu. Onun için bulduğu uygun fırsatlarda twitlemekten asla çekinmiyordu.

Eski sevgilisi yeni nişalısıyla çok geç olmadan (akşam on gibi mesela) yemek yediği; kahvesini, çayını içtiği mekandan ayrılıp yeni aldığı arabasıyla muhtemelen yalnız yaşadığı evine gidecekti. Komşuları onu bu saatte nişanlısıyla sarmaş dolaş görmemeli, nişanlısı da bir fincan kahvesini içmek için sevdiceğinin evine gitmemeliydi. O anda tek istediği konu komşunun diline düşmeyecek bir şekilde, nişanlısına uzaktan iyi akşamlar dileyip doğruca bekarlığın son günlerini yaşadığını düşündüğü o eve gitmekti. Nitekim öyle de oldu. O saatte hiç kimsenin altıncı, sekizinci, onuncu kattan pencereyi açıp da onun tipsiz nişanlısına bakacak halleri yoktu. Birçoğunu tanımıyordu; hatta alt kat ve kapı komşusu dışında tanıdığı kimse yoktu bu on katlı koca apartmanda. Onunki taze nişanlılığın vermiş olduğu taze ve gereksiz heyecandı işte. Nişanlısı ne hayaller kurarak bırakmıştı belki de kendisini eve. Şimdi onun arabasıyla gittiği iki sokak ötedeki evinde olmak yerine nişanlısının yanında olmak için neler vermezdi? Muhtemelen hiçbir şey vermezdi bunun için. Nasıl olsa altı ay sonra fazla fazla alacağı bir şey için riske girmenin alemi yoktu. Onlar artık nişanlanmış bir çift oldukları için ne gözleri harama bakar ne de elleri harama uzanırdı. Onlar harama uzaktan iyi akşamlar, altı ay sonra görüşürüz diyebiliyorlardı ancak. İki yıl süren sevgililik dönemlerinde nerde akşam orda sabahlı günlerini çoktan unutmuşa benziyorlardı.

Kadın yalnız yaşadığı evine gitmiş, cep telefonunun ışığıyla holdeki lambayı yakmış doğruca hem çalışma hem de yatak odası olarak kullandığı odasına girmişti. Bu oda aslında onun yatak odasından çok çalışma odasıydı.

Eşyalarını çalışma masasının yanına bırakıp üzerine hemen rahat bir şeyler buldu ve giydi. Bulması o kadar zor olmadı zira yatağın üzerinde sabah çıkarıp üzerine attığı gri üzerine pembe puantiyeleri olan son yılların en revaçta pijamaları vardı. Bu grili pembeli, kimisi kalpli, kimisi çizgifilm kahramanlı istisnasız 12-35 yaşları arasındaki her kadının çekmecesinde olan bu pijamalara sahip olmak ona müthiş bir farklılık duygusu hissettiriyordu. Aslında bu pijamalara sahip olan her kadında vardı bu ve buna benzer gereksiz duygular ve böbürlenmeler. Çünkü hepsi bu pijamaların yalnızca kendilerinde olduğunu sanıyordu. Tezgahtar muhtemelen bu pijamaların yanında bir de farklılık, biriciklik, tek sendecilik gibi duygular veriyordu promosyon olarak. Yoksa griyle pembenin uyumunu yakalamış birbirinden habersiz bunca kadın, aynı duygulara nasıl sahip olabilirdi ki? Yeni aldığı arabasından ve iki yıllık sevgilisi, bir aylık nişanlısından gözlerini açıp birazcık etrafına baksa çalıştığı dershanenin bulunduğu caddede her pazar beş liraya bu ve türevi pijamaların kapış kapış satıldığını görecekti.

Hızlıca soyundu ve hızlıca giyindi sabah yatağın üzerine fırlattığı pijamalarını. Toplu olan saçlarını hiç yakışmayan ojeli elleriyle geriye doğru itti. Saçlarının önüne gelmesinden rahatsız olmalıydı ki artık bu onda bir tik haline gelmeye başlamıştı birçok refleksif hareketleri gibi. Öğrencileri daha ikinci dersten anlamışlardı onun garip hareketlerini. Kendine has birtakım hareketleri ve konuşması vardı. Taklit edilmesi de kolay değildi öyle. Konuşmasında ve hareketlerinde hafiften bir erkeksilik/kabadayılık seziliyordu. İnsanı kararsız bırakan tiplerdendi.

Bilgisayarını açtı ve masaüstünün gelmesini bekleyene kadar kendisine hiç mi yakışmadığı zaten çoktan akmış olan makyajını, asıl amacı bebeklerin poposunu silmek olan bir ıslak mendili alarak gözlerini fal taşı, ağzını da yamuk bir o/ u harfi gibi aynı anda açarak önce gözlerini daha sonra da aynı ıslak ve kirli mendille tüm yüzünü sildi ve yer yer kara yer yer ten rengi olmuş mendili konsolunun önüne öylece bırakıverdi. O sırada masaüstü çoktan gelmişti. Hemen internete bağlandı. Onun bağlan tuşuna basması hemendi; ama internetin bağlanması pek hemen gibi olmadı. O, internet hemen bağlansın diye beklerken o sırada msn'de çevrimdışı konuşacağı meslektaşlarına soracağı ve meslektaşlarının da ona soracağı fakat onun öldürseler söylemeyeceği soruları düşünüyordu hızlı hızlı. Ya o her şeyi çok hızlı yapıyor ya da dünya çok yavaş hareket ediyordu ona göre. İnternet bağlanır bağlanmaz kullanıcı adı ve şifresinin kayıtlı olduğu, kişi kartında ise nişanlısı ile nişan töreninde çektirdikleri fotoğraf olan msn'sini açtı ve çevrimdışı konuşacağı arkadaşlarının çevrim içi olup olmadığına baktı. Meşgul görünüyorlardı. Bir tanesiyle slm, mlm derken konuşmaya başladılar ve rakip dershanelerin yine rakip iki meslektaşı birbirlerinden hem bir şeyler koparmaya hem de birbirlerinden bir şeyler koparmamaya uğraşmakla iki saat geçirdiler. Sohbet sonunda ikisi de aldıklarından memnun, verdiklerindense hiç memnun değildiler.

Kadın işini bitirdiği bilgisayarını kapattı ve derhal öğrencilerine aylar öncesinden uygulayacağına söz verdiği tarama için kollarını sıvadı. Evin içinde ne kadar soru bankası, yaprak test, konu anlatımlı kitap, fotokopi varsa salondaki mütevazi yemek masasının üzerine yığdı ve koşa koşa odasındaki çalışma masasının üçüncü çekmecesinden yapıştırıcısını (o buna prit diyordu, markası prit olmasa dahi), makasını, lazım olmayacağını bile bile falçatasını ve temiz A4 kağıtlarını aldı ve onları da kitap yığınlarının arasına bırakıp doğruca kaynadığını "tık" sesiyle haber veren su ısıtısının yanına, mutfağa koştu. Suyu ısınması için ısıtıcıya koyarken hazırlamış olduğu üçü bir aradalı kahve kupasına sıcak suyunu doldurdu ve salondaki mütevazi masasına geçti.

Bir yandan sıcak kahvesini üfleyip ufak yudumlar alırken bir yandan da kitap yığının en üstündeki kitabı almış bir arpa boyu adlı konuyu arıyordu. Zira kendisi dört ay boyunca ancak bir arpa boyu yol kat edebilmişti. Bulduğu bir arpa boyu konusuyla ilgili ilginç, zorlayıcı, geçerliliği ve güvenirliği yüksek olmasını beklediği soruları seçip kesiyor, bir yandan da boş A4 kağıtlarına yapıştırıyordu. İki saat süren çalışmasının ardından bugün de çok iş, az laf yaptığını düşünerek kes yapıştır olarak hazırladığı taramasını da bitirmiş olmanın mutluluk ve rahatlığıyla doğruca yatağa attı kendini. Yatmadan önce hızlıca tuvalete gidip yine hızlıca hacetini görmeyi, sonra banyoya gidip hızlıca dişlerini fırçalamayı ve tabi ki hırsızlara ve kötü adamlara karşı dış kapısını kilitlemeyi unutmadı.


23 Şubat 2010 Salı

Soytarının Sorunu

Aklımın soytarısı...
Hala komik değilken şakaların
Sen inadına güldürmek ister gibisin.
Bir burnun kaldı seni bana eş tutan.
Geriye kalanın zaten boya...
Aklımın soytarısı...
Sen benim asla hüzünlenmediğimken
Nereden çıktı bu seyirsiz ızdıraplar söyle bana!
Ya da yok...
Git bir yüzünü yıka ve dön bak aynaya.
sorun sensin çünkü!
Sen ve senin olamadığın her şey...

12 Şubat 2010 Cuma

Atari

10 yaşındayım. Dersleri fena olmayan bir ilkokul öğrencisiyim. Sabahçıyım. Hiç sevmiyor olsam da sabahları erken kalkmayı, mecburen sabahları saat 6'da ayakta oluyorum. Aslında öğleden sonra tamamen boş olduğu için fena da olmuyor aslında. Günde 7 saat ders görüyorum ve 12.30 gibi evde oluyorum.

Evde yapacak çok fazla işim olmuyor. Tâkdir edersiniz ki ilkokul ödevleri kısa sürede bitiriliyor. Meselâ ben, öğretmenin haftasonu yapmam için verdiği ödevleri cuma akşamından bitirip Cumartesi-Pazar sokaklarda arkadaşlarımla eğleniyorum.

Aslında çok fazla da arkadaşım yok. Mahallemdeki çocukların birçoğunu sevmiyorum. İki kardeşle aram iyi sadece: Hikmet ile Mehmet. Onlar olduğu zaman beraber evlerinin önündeki bahçede top oynuyoruz. Genelde de kavga ederek ayrılıyoruz. Eve gidince kim niye kavga ettiğini hatırlamıyor ve ben ertesi gün kahvaltıdan sonra kendimi yine onların kapısını çalarken buluyorum.

Pek çok zaman da televizyon başında çocuk programları ve çizgi filmler izlediğim oluyor. Kimi zaman çok eğlenirken kimi zaman da çok sıkılıyorum ama arkadaşlarım sokakta poşet ile kar üstünde kayarken Susam Sokağı izlemek, bana daha cazip geliyor.

Bunun dışında bir eğlencemiz de atariler. Benim atarim yok. Mustafa adındaki bir başka arkadaşımın var. Aslında Hikmet ve Mehmet kadar iyiydik onunla da fakat o atariyi aldıktan sonra değişti. Evden çıkmaz ve akşama kadar onnunla vakit geçirir oldu. Bu nedenle de artık sevmiyorum Mustafa'yı. Beni de oynatsa severdim ama.

Bazen Hikmet ve Mehmet'in evine değil de Mustafa'nın evine gidiyorum dışarıya onu çağırmak için: gelmiyor. Yatak odasının camı kolay uaşılabilir bir yerde olduğu için demir parmaklıklarla kapatılmış ve benimle oradan konuşuyor. Ne yaptığını sorunca "Atari oynuyorum." diyor. Aslında buradan bu görülüyor ama yine de beni de davet etsin diye bu soruyu soruyorum: davet etmiyor. "Ama istersen buradan izleyebilirsin" diyor. Ben de ayakta onun oynadığı oyunları dışarıdan izliyorum: demir parmaklıkların öbür tarafından.*

İnsanın bir zamanlar iyi bir arkadaş olduğu insandan bu şekilde bir davranış görmesi beni üzüyordu. Ama ben oradan ayrılmayı hiç istemiyordum çünkü o anda yaşadığım eğlence üzüntüme baskın çıkıyordu. Bir de gurur var ama onu anlamlandırabilecek bir yaşta değilim.

Daha sonra -biraz geç kalmış olsam da- sünnet oluyorum. Düğünümde takılan paralarla bir atari de ben alıyorum. İki farklı eğlencemin yanına bir de bu atari ekleniyor. Ben de uzunca bir süre kendi başıma evde atari oynuyorum.

Sonra büyüyorum. Hikmet ve Mehmet'in kardeşi de büyüyor. Atarilerin yerini Play Station'lar alıyor ama bir tavır hiç değişmiyor: Eğlencenin dışındaki çocukların demir parmaklıkların ardından kendi başlarına bu eğlenceye katılması.

*Bu satırları yazmak bana şu karikatürü anımsattı:

2 Şubat 2010 Salı