31 Ocak 2010 Pazar

İstenilen Düzey

Bölüm 10: Kontrolü Kaybetmek -1-

Er ya da geç insanın zihninde büyüttüğü her olay bir şekilde ve eksik dahi olsa karşısına çıkacaktır. Kişinin bilincinde canlılık verdiği her hayal çok istediği takdirde vücuda bürünür. Söz gelimi kişi o güne kadar hiç tatmadığı bir yiyeceğin hayalini kurar. Yaşadığı coğrafya da o yiyeceği tatması imkansızdır. Ancak sürekli dillendirilmeden, içten içe istediği o yiyecek ismi hayat enerjisi midir yoksa dünyaya beyin gücü ile mesaj göndermek midir bilinmez, hiç ummadığı bir anda tabağına düşebilir. Önemli olan sessizce ve sabırla o isteği beyinde tekrarlamaktır. Atlanmaması gereken tek unsur ise kontrolü kaybetmemektir. Yoksa o yiyecek her ne ise zehir olur.

“Ben yedi ayda çok değiştim. Eskiden bu yaşadıklarım bana çok uzaktı. Ben şimdi diğerleri dediklerim gibiydim. Ne bilirdim alternatif bir akım, ne de dinlerdim farklı bir müzik. Ömrümde hiç bu kadar kitap bile okumadım ben mesela. Herkesin geçtiği yollarda benim de ayak izlerim vardı. Şimdi bile bu söylediklerimin başka bir tasvirini yaşıyorum aslında. Düşünsene, gündüzleri devlet mesaisinde bir memur daha ne kadar bir başkası olabilir ki? Ne kadar çabalarsam çabalayayım benim olduğum yer belli. Sabitlerim, merkezim… Her şeyim ortada. Etrafındaki insanlara bir bak. İlk zamanlar etrafımdan ayrılmazlardı. Kimi dalga geçmek için, kimi farklı geldiğim için onlara. Şimdi kimse sallamıyor. Belki beni seviyorlardır ama benden çok şu ısmarladığım şarabı sevdikleri kesin. Böylesine saçma bir yalnızlık içindeyim ben Büşra. Selen beni ne kadar delirmek üzereyken kurtarsa da, yalnızlığımdan kurtaramadı. Aslında belki de bunun için bir işaret verdi bana. O işaret sensin. Bak Büşra; ben bu bilmediğim alem içinde bir başınayım hep. Ne zaman ki seni gördüm, sen güldün. İşte ben o zaman kendim için bir anlam buldum sanki. O anlam sensin. İşte bu yüzdendir ki ben senden çok hoşlanıyorum. Ve yine bu yüzdendir sana yalvarıyorum. Bir el at, beraber çıkalım birbirimizin yalnızlıklarından…”

Ardı ardına sıralı bunca cümlenin akabinde derin bir nefes aldı Furkan ve bir defada bitirdi şişede kalanı. Kendince şairane, dışarıdan bakan için ise acizlikti bu söyledikleri diye düşündü. Elindeki şişeyi tek savuruşta ancak birkaç karış uzağa atabildi. Gözlerini kısıp yüzüne dahi bakmayan Büşra’nın bir şeyler söylemesini bekledi. Ellerini üzerinde oturduğu deniz kumlarına gömdü. Heyecanı nefesinden anlaşılıyordu. Bu kadar acele etmenin meyvesi ne olacaktı bilmiyordu. Büşra’nın yere eğik ve bir türlü yukarı kalkmayan yüzü birçok olumsuz şeyin işareti gibiydi aslında. Suç işlemiş çocuklar gibi parmağıyla kumlar üzerinde anlamsız şekiller çiziyordu. “Bakmayacak mısın bana?” dedi Furkan umutsuzca. Cevap iki tarafa salladığı başıydı Büşra’nın. “Bir şey söylemeyecek misin peki?” dedi Furkan ilkinden daha umutsuz. Cevap yine aynıydı.

Ne düşündüğü, ne hissettiği belli değildi Büşra’nın. Saçları yüzünü kapattığı o mahcup anından beri hiçbir şey anlaşılmıyordu. Dalgalanan denizi izlemeye karar verdi Furkan. Uzun uzun baktı denize, yakamozu izledi. Alkolün etkisinden kafasını kaldıramadığını düşündü yakamoz sayesinde. Aklına en olumlu fikir olarak bu gelmişti o an. Hatta her an bu etki onu kusturabilirdi. Sessizlik sürdükçe içinde olumlu olan her şeyin Furkan’ı terk edişi hızlanıyordu. Kendini okkalı bir “hayır” cevabına hazırlamaya niyetlendi bu yüzden Furkan. İşin en sinir bozucu tarafı ise, o “hayır” cevabının da bir türlü gelmediği lanet sessizliğin giderek daha fazla baş ağrıtmasıydı.

Bir uğultu gibi geldi cevap. “Olmaz…”

Ne kadar hazırlasa da kendini o kısacık sürede Furkan, aldığı cevabın yüzünü düşürmemesi imkansızdı zaten. Bakmaya lüzum dahi görmeden Büşra’ya “Neden peki?” diye sordu.

“Ben seni hiç o gözle görmedim çünkü.” dedi Büşra. Kumlarla oynuyordu. “sen benim için bu kumsaldaki kumlar gibisin. Eğer seni sevgilim gibi görseydim bu kumların gün geçtikçe tükendiğine şahit olurdum. Hep öyle oldu hayatımda zaten. Ama sen öyle değilsin. Hep daha fazlasın. Eğer bozulursa bu denge hem sen hem de ben zarar görürüz. Üzülmeni istemem ama…”

Öyle bir anda göz göze geldiler ki, Büşra’nın söyleyeceği sözler boğazına düğümlendi bir anda. Gözlerinin birleştiği hizada sadece Furkan vardı cümlelere hakim. “Üzülmememi ne kadar istesen de imkansız bu. Bu konuşmadan sonra sende üzüleceksin belki de. Ama iki gün sonra ne olacak… Hayrı ise hayırdır. Söyleyecek bir şeyim yok. Artık yapacağımız son şey son bir sarılış ve sessizce uzaklaşış birbirimizden. Çünkü bundan sonrasını ben kaldırabileceğimi sanmıyorum.” dedi Furkan kendinden dahi beklemediği bir olgunlukla.

Kısa süre bakıştıktan sonra sarıldılar birbirlerine gözleri kapalı. Olmayacak şeydi bu Furkan’ın yaptığı. Saçma sapan bir acı deneyimi edinmekti aklındaki. Anladı ki, aslında Büşra’da ona karşı bir şeyler hissediyordu. Ancak neden ve nasıl çekiniyorsa uzak durmak istiyordu Furkan’dan. Heyecandan titreyen bedenini hissediyordu Büşra’nın. Yine de kurcalayıp üstüne gitmek istemiyordu. Gözlerini açıp anın ızdırabından kurtarmak için kendini tam karşısındaki Selen’e baktı. Yüzünde şaşkın bir ifade ile denizden tarafa dönmüş bir şeyler izliyor gibiydi. Anlamak için Selen baktığı yöne çevirdi gözlerini. Baktığı yerde Adil’in üzerine abanmış bir Nazan ve kaçacak yeri kalmamış, sadece çırpınan bir Adil vardı.

26 Ocak 2010 Salı

Var Olanın Adamsızlığı

Ağzı çürük elma gibi kokuyor. Durmadan, hiç durmadan bir şeyler anlatıyordu kadına, kadının gözlerinin ta içine bakarak. Kadınsa adamın ağzından çıkan her lafı diğerleriyle birleştirerek koca bir uğultu olarak işitiyor ve konuşan birinin dudaklarına bakan diğer insanlardan farklı olarak hem adamı dinlemiyor hem de dudaklarından çıkacak kelimeleri beklemiyordu.


Ağzı çürük elma gibi kokuyor ve kadın adamın gözlerine bakıyordu. Korkutucu büyüklükte gözleri vardı. Bazen, anlattığı şeylerin heyecan vericiliğinden olsa gerek daha da büyüyordu gözleri. Kadın adamın gözlerinde bir şeyler bulmaya çalışıyordu sanki. Hep böyle mi bakardı gözleri? Yoksa şimdi, şu anda hayatı boyunca hiç bakmadığı kadar güzel ya da çirkin mi bakıyordu?


Adamın gözbebeklerinde kendini gördü. Çiseleyen yağmurda saçları yavaş yavaş etkilenerek baya ıslanmış olmalıydı ki, adamın gözlerinde baktığı kendini hiç beğenmedi. Hemen o anda kalkıp gitmek istedi masadan. Onun için önemliydi adamın bakan gözlerinden kendisini güzel görmesi.


Doğruca oturdukları çay bahçesinin tuvaletine gitti. İlk yaptığı iş saçına çeki düzen vermek oldu. Sonra aynada uzun uzun kendine bakmak. Bu kez adamın gözlerine bakar gibi kendi gözlerine baktı. Adam için düşündüklerini kendi için düşündü. Peki ya o, daha önce de böyle mi, bu gözlerle mi bakmıştı dünyaya. Yok olamazdı. Hiç görmediği kadar güzeldi sanki bu kez gözleri. Korkutmuştu kadını gözlerinin güzelliği. Ya adamınkiler nasıldı? Bilemezdi ki. Daha önce hiç görmemişti ki adamı, gözleri hakkında yorum yapabilsin. Acı vericiydi bu durum, biraz da gizemli. O yüzden değil miydi ki zaten, adamın ağzı çürük elma gibi kokarken onun inatla, ağzında kocaman bir tebessümle belki anlattıklarının bir yerine denk gelir diye adamın gözlerinin ta içine içine bakması.


Kadın birden ne kadardır ayna karşısında kendini ve adamı düşündüğünü düşündü. Kafasından hızlıca neler düşündüğünü geçirdi ve ortalama olarak bu düşündüklerinin kaç dakika sürebileceğini hesap etti. Korkulacak kadar çok dakika olamazdı. Sakin olmalıydı. Aynaya, yüzüne, gözlerine son bir kez bakıp sakince tuvaletten çıktı.


Adam kadın tuvaletteyken çay bahçesinin yağmur düşmeyen bir yerine geçmişti. Kadının eşyalarını da özenle yeni masanın bir sandalyesine yerleştirmişti. Kibar bir adamdı bu adam aynı zamanda. Hoşuna gitmişti. Ona mı özeldi yoksa her çay içtiği kadına da böyle kibarlıklar yapar mıydı? Yüzü ekşidi birden, güzel bakan gözleri bu kez sinir ve hüzünle bakıyordu. Sinir ve hüzün karışık bakışlar ne acayip oluyordu.


Adam on dakika öncesinin aksine şiddetle susuyordu. Bu kez o bakıyordu kadının gözlerine, yiyecek gibi bakıyordu tabiri bu romantik ortam için fazla kaba olmalıydı. Kadının onun gözlerinde aradığı şeyi adam da sanki kadınınkilerde arıyordu. Öyle bir bakıştı bu.


Adam ortalarda dolaşan garsona havada salladığı eliyle birtakım hareketler yaparak sipariş vermiş olmalıydı ki iki dakika olmadan masaya iki çay gelmişti. Garson bardakları masaya özenle yerleştirirken adam dünyayı olmasa da kendisini kurtarmış bir adam edasıyla geriniyordu. Altı üstü masasındaki bir kadına çay ısmarlamıştı hâlbuki. Kadınsa adamın gözlerindeki o şeyi aramayı bırakmış bu kez adamın beden dilini kullanışına takmıştı. Çok sertti adamın bedenini kullanışı. Sinirlenince daha da fena olur diye düşündü kadın. Tartışmaya hiç gelmez böyle adamlar. Dur bakalım, daha fol yok yumurta yok; doğmamış çocuğa don biçiyorsun dedi kadın kendine düşünürken. Bir yandan da yüzü garip şekillere bulandığından olsa gerek, adam suskunluğunu bozup kadına:

“Ne düşünüyorsun?” diye sordu.

“Şey,… Geç oldu sanki kalksak mı artık?” dedi kadın.

“?...”

“Aaa şey, kusura bakma. Tabi benim için geç oldu demek istedim. Yapacak çok işim var daha. Kalksam iyi olur. Sen oturabilirsin tabi ki, benimle kalkmak zorunda değilsin…

“Tamam, sakin ol. Haklısın çok geç oldu. Zamanın nasıl geçtiğini fark etmedim ben de. Hesabı ödeyip geliyorum hemen. " dedi adam gülümseyerek.


Kadın hesap konusunda hiç ısrarcı olmadan tebessümle karşılık verdi adamın söylediklerine. Biraz önce ne demişti o? Zamanın nasıl geçtiğini fark etmedim ben de. Benimle ilgisi var mıydı? Kesin vardı. Ya da basit bir cümleydi işte. Üzerine bu kadar düşünmeye ne gerek vardı? Kendi kendisini hasta etmekten öteye gitmiyordu böyle davrandıkça. İyice yorulmuştu artık kendisiyle sürekli bir çatışma halinde olmaktan. Yıllara meydan okuyamamıştı ne yazık ki içindeki kendileri.


Adam, “Hazırlanmamışsın. Daha oturmaya gönlün var herhalde?” dedi. Kadın kendisine öyle dalmıştı ki, fark etmedi bile adamı.


Kadın apar topar eşyalarını sırtına geçirirken bir yandan da adam gülümseyerek kadını izliyordu. Kadınlar bir sinirliyken bir de telaşlıyken güzeldi ona göre. Telaş kadını kadın yapan en önemli unsurdu onca. Adam da fırsattan istifade anın keyfini çıkarıyor, kadını izledikçe onu daha da heyecanlandırıyor ve bu da adamı daha da keyiflendiriyordu. Neyse ki kadın sonunda bütün eşyalarını toparlamayı başarmıştı da bu kısır döngü çabuk sona ermişti.


Çay bahçesinden çıktılar ve yolun solundan yürümeye devam ettiler. İkisi de birbirinin nereye gideceğinden habersiz tek kelime etmeden sadece yürüyorlardı.


Kadın… Kadın nereye gittiğinden habersizdi. Adamın avuçlarındaydı onun dizginleri. Bu da zaaflarından biriydi işte kadının. Ne yapacaktı kendisiyle bilmiyordu hiç? Gençliğinde başına gelenlerden sonra hala hiçbir şey sormadan, sorgulamadan nasıl da cesaret edebiliyordu tekrar canının yanmasına. Canı kendi canı değildi artık onun. Başkasının olmuştu o çok zaman önce. O yüzden duyarsızlaşmıştı bu kadar belki. Adam ara sıra kadının düşünceli yüzüne bakıyor, kadın fark etmediği halde ona sıcak bir tebessümle karşılık veriyordu. Kadınsa yıllar önce canını nerede, kime teslim ettiğini düşünüyordu. Yerin, zamanın, kişinin ne anlamı vardı ki? Bugün, şimdi, şu anda, bu adamın yanında onu derin düşüncelere gark eden adam ve onun aşkı değil miydi bu? Ne önemi vardı tanıştıkları ilk gün üzerinde ne olduğunun? Ne önemi vardı saçının, kılının, yününün renginin? O biliyordu. Kadın her şeyi biliyordu ve bile bile gidiyordu arzu ettiği şeye. Kendisini hiçbir zaman mutlu etmeyeceğini bildiği ama yine de arzuladığı yere, arzuladığı adama.


Belli ki sahile doğru gidiyorlardı. Kadın adam sormadıkça hiçbir şey söylemiyordu. Adam da çok soru soruyor sayılmazdı. Adam ağzı hala çürük elma gibi kokarken yine bir şeyler anlatmaya başladı ve kadın yine dinlemiyordu onu, gözlerine de bakmıyordu bu kez. Daha doğrusu bakamıyordu.


Kimdi bu adam? Neden onunla bu saatte birlikte yürüyorlardı , nereye gidiyorlardı ve bu adam ne anlatıyordu? Kadını bu adama teslim eden şeyin içindeki iksir neydi?


Sorduğu hiçbir sorunun cevabını öğrenmek istemiyordu kadın. Dinlemek de istemiyordu hiçbir şey. Yorulmuştu yıllarca birilerini dinliyor olmaktan hatta çokça da konuşuyor olmaktan.


Yol bitmişti. Ayın ışıltısı adamın yüzünü, sonra da gözlerini aydınlatıyordu. Bir süre öylece birbirlerine baktılar. Kadının yüzünde şefkat vardı. Sıcacık, şefkat. Ve yine adamın gözlerine hapsetmişti gözlerini.


Kendini hapsettiği gözlerden kurtardığında, adamın sıcacık ellerini avuçlarına alıp seni seviyorum, affet dedi ve arkasını dönüp gitti.


Aradığını bulmuş olmanın sevinciyle ve gururuyla bir kez olsun arkasına bakmayı düşünmedi.


Ama adam koştu kadının ardından. Kolundan tutup çevirdi kendine, baktı kadının gözlerine. Kadın dayanamazdı ki adamın ona bakan gözlerine. Ama adam nerden bilsindi. İkisinin de birbirlerine bakmaya doyamadıkları gözlerinden birer damla yaş geldi. Kadın başını adamın göğsüne gömdü, adam kadını kolarının arasına aldı. İkisinin de o an tek bildiği, hiçbir zaman mutlu olmayacaklarıydı. Adam kadının kulaklarına fısıldadı:


Kim istemez mutlu olmayı


Ama mutsuzluğa da var mısın?


...


Ağzı çürük elma gibi kokuyor. Durmadan, hiç durmadan bir şeyler anlatıyordu kadına, kadının gözlerinin ta içine bakarak. Kadınsa adamın ağzından çıkan her lafı diğerleriyle birleştirerek koca bir uğultu olarak işitiyor ve konuşan birinin dudaklarına bakan diğer insanlardan farklı olarak hem adamı dinlemiyor hem de dudaklarından çıkacak kelimeleri beklemiyordu.


Özür dilerim.


Özür diler.


Özür dil..


Özür di


Özür


Özür


Öz.

25 Ocak 2010 Pazartesi

Bir Şey Var Aramızda

bir şey var aramızda...
beni sana iten,
seni benden götüren...
bir şey var aramızda
güneşin kör ettiği kadar mavi,
gecenin yut dediği kadar siyah...
bir şey var aramızda
ve sen bilemezsin
sakladığın tüm geçreklerini itiraf etsen bile...
bir şeydi bu aramızda
okyanus dibine göçmüş deniz kabuklarının hikayesi gibi...


Not: Şiire ilham cümle için Merve'ye teşekkürler...

19 Ocak 2010 Salı

Hiçşey

Hiçşey'i bilmelisiniz.

Her yıl dönümünde,
O'dur çoraplarınızın içine naftalin koyan

Çorbanın tuzu eksikse,
O'dur tamamlayan
Hem de "Çorbada benim de tuzum olsun."
Diye değil.

Çorbanın tuzu olsun diye

Öncesi Her'dir Hiçşey'in
Sonrası Hiç...

O bir "ŞEY"dir,
Anlaşılmamaya hazır.

18 Ocak 2010 Pazartesi

Hiçşey

Korkulacak
Hiçbir şey
Yoktu!

Bir şey olsun
Diye
Korktu!

"Hiçşey" oldu!

15 Ocak 2010 Cuma

Fiziksel Aşk

Meryem V=50 m/s hızla 200m uzaklıktaki Alper’in evine doğru gidiyordu. Alper ve Meryem İlkokul arkadaşlarıydı. Meryem o zamanlar Alper’e; Alper’in yakın arkadaşı ise Meryem’e âşıktı. Yıllar sonra kader onları bir koordinat sisteminde buluşturmuştu. Meryem y, Alper ise x ekseninde çalışıyordu. Sinüslerle ve kosinüslerle çarpışmaya dayanamayıp kendi problemlerini kurmaya karar vermişlerdi.

Meryem t=5 saatte vardığı Alper’in evine geldiğinde çok heyecanlıydı. Kalbinde pascal pascal basınç vardı. Zile bastı, Alper t=2 saniyede kapıyı açtı ve aralarındaki kinetik sürtünme katsayısı 15 olan bir sarılma yaşandı. Kinetik sürtünme katsayısının on beş olması bu genç taze sevgilinin birbirlerini çok özlediğinin göstergesiydi.

Birazdan salona geçtiler ve Alper Meryem’e, X=200m uzaklıktan V=50m/s hızla buraya t=4 saatte gelmen gerekirken neden t=5 saatte geldin aşkım diye sordu. Meryem, yolda V=20m/s hızla ters yönden gelen bir araçla (araca henüz isim verilmemişti ama ya A, ya B, ya da C,D olacaktı, kaçarı yoktu) aralarında ufak bir problem yaşandığını ama önemli olmadığını söyledi. Alper sorunun ne olduğunu sordu Meryem’e. Meryem, bırakalım da problemi bari biz çözmeyelim aşkım diye karşılık verdi.

Alper ve Meryem, Meryem eve geldiğinden beri evden dışarı çıkmamışlardı. Bütün günlerini evde geçiriyorlardı. Meryem Alper’e kâh V=5m/s hızla tezgâhla 0,2 saniye etkileşimde kalan yumurtalar kırıyor, kâh V=1cmküp demlikte ona çay demliyor, kâh yerleri viledayı parkelere sürte sürte temizlik yapıyor kâh pencereden aşağıdaki bakkala m=1 kg ağırlığındaki sepetini h=20 m yükseklikten aşağıya bırakıyordu.

Meryem en çok sürtünmeyi seviyordu belli ki, ya da doğa gereği öyle olmak zorundaydı.

Meryem ve Alper bir gün salonda oturmuş televizyon izlemez birbirleriyle eski günlerinden konuşurlarken, Meryem koltukta bir ileri bir geri, bir ileri bir geri hareket ediyor, koltukla arasındaki kinetik sürtünme kat sayısını hesaplamaya çalışıyordu. Alper ise ağzı açık ayran budalası gibi, en saf âşık haliyle Betül’ü izliyordu. (Meryem=Betül) Gözleri Betül’ün aşkından başka bir şey görmüyordu belli ki, bu yüzden Meryem’in bu tuhaf hallerini anlamaması normaldi.

Hey hat, aşk fizik kurallarına karşı gelmiş ve Meryem ve Alper ufaktan birbirlerine sokulmaya, dokunmaya ve akabinde dudakları birbirlerinin dudaklarına değmeye başlamıştı. Bu noktadan sonra Alper ve Meryem’in gözlerini kapatması ve bundan sonraki her hareketi el yordamıyla gerçekleştirecek olmaları kaçınılmazdı. Bu da aşkın kanunuydu.

Öpüşme t=3 dk kadar sürdükten sonra dudaklarından başka uzuvları da harekete geçince Meryem’i n altta, Alper’in ise Meryem’in üzerinde olduğu bir pozisyona geçtiler. t=2 dk kadar zaman geçtikten sonra Alper bir şeylerin ters gittiğini nihayet anladı. Meryem bir yandan Alper’le öpüşürken bir yandan homur homur bir şeyler söylüyordu. Alper t sn olmadan çekti dudaklarını Meryem’in dudaklarından. Meryem: V= 25 m/s hızla yatay ve sürtünmeli bir yolda hareket eden Alper, Meryem’e F=10 N’luk (N=Newton) kuvvet uygulamaktadır, aralarındaki kinetik sürtünme katsayısı 25 ise Fnet kaçtır? V çarpııı...

Alper t=2sn’de Meryem’in üzerinden kalktı ve ev kendi evi olmasına rağmen V= ışık hızıyla Meryem’i orda öylece, sırt üstü bırakıp gitti.

Meryem ise hala problemi çözmeye çalışıyordu gözleri kapalı….

14 Ocak 2010 Perşembe

kahraman yazar

Herkesin uyuduğu bir vakitte odasının önce perdesini daha sonra penceresini açmıştı. Ürkek bakışlarla sigarasını yaktı. Bir yandan etrafı kolaçan ediyor, hala uyumayan evlerin yanan ışıklarında kendisine doğru bir hareket belirmesin diye tanrısına dua ediyordu. Her sigara içişinde düşündüğü gibi sigaranın kötü bir madde olduğunu ve en kısa zamanda bırakmak gerektiğini, hatta bundan sonraki paket bittiğinde azaltacağını düşünüyordu.

Akşam gelen telefona canı sıkılmıştı. Aslında canını sıkan gelen telefon değil, telefondakinin ufacık gereksiz bir cümlesiydi. Telefonu kapattıktan sonra sinirden gözleri dolmaya ve akabinde hiç şaşırtıcı olmayacak bir biçimde ağlamaya başlamıştı. Siniri kendisineydi ağlayanın. Ağlayacak bir şey yoktu hâlbuki ortada, can sıkacak, düşünecek…

Odanın içerisinde bir yandan volta atıyor bir yandan sessizce ağlıyordu. İçinden sabah uyandığında gözlerinin güzel görüneceğini düşünüyordu. Ağlayınca gözleri şişiyor, sabah uyandığında kendisini aynada güzel buluyordu. Sadece kendisi değildi gözleri şişken onu güzel bulan, biraz da onlar için ağlıyordu. Ağlamaların ve kendi iç çatışmalarının sonu gelmeyeceğini düşünerek uyumaya karar verdi. İki ağladı, bir düşündü, iki ağladı bir düşündü… Sonra aniden fırladı yataktan. Böyle olmayacaktı, böyle yapmamalıydı, böyle olmaması gerekirdi. Başarısızlıklarının sebebini yükleyecek bir insana ihtiyacı yoktu.

Güçsüzse de, başarısızsa da, zayıfsa da kendisine ait olmalıydı bunlar. Bir insanın yüzünden olmamalıydı. Hayatını karartamazdı bu götten bacaklı insan. Başarıları da başarısızlıkları da onun olacaktı. Bencilceydi. Ama yıllardır okumak zorunda kaldığı kitaptaki yazar da öyle demiyor muydu insan denen canlı için: insan doğası gereği bencildir. İçi rahattı hem teoriğe hem de pratiğe uyan bir davranışta bulunuyordu şu an. Odasında kendisine iyi geleceğini düşündüğü şeylere odaklandı, kitap okudu iki satır, müzik dinledi, internete girdi, komik yazılar okudu, güldü, bir iki satır sohbet etti arkadaşlarıyla karşılık bulamasa da. Egosu arada sırada görevini başarıyla yerine getiriyordu kahramanın. Kahraman?

Yazar karakterinin baş ve tek oyuncusuna kahraman diyordu. Ne kahramanlığını görmüştü ki? Yoksa yazar mı kahramandı. Kahraman mı yazardı yoksa. Ortada bir yazar mı vardı? Ona göre ortada ne bir kahraman ne de bir yazar vardı. Sahi neden yazarlar kahramanlarına kahraman der? Bak o da söyledi şimdi.

Bir insana değer vermek yalnızca onu büyütüyordu kişinin içinde diye düşündü, büyütülen büyüteni tanımıyordu belki de. Değer verdiğini içinde büyüttükçe kişi kendi kayboluyordu göz göre göre. Hiç gereği yoktu. Böyle insanca duygulara hiç gerek yoktu.

8 Ocak 2010 Cuma

Portakal Suyu

Portakal
ortaka
rtak
ta
.

+

Suyu.

Afiyet olsun.

İstenilen Düzey

Bölüm 9: İki Lafın Biri


Kimileri istedikleri şeyin ayaklarına gelmesini bekler sabırsızca. Bazı insanların öyle tılsımları vardır ki, istedikleri hakikaten de ayaklarına kadar kendini sürüklemiş olabilir. Böylesi insanlar hırs küpü ve hırçınlık yüklü olabilirler. Buradan da rahatça anlaşılır ki, insan ruhuna bulaşmış eksi yüklü iyonların çekim gücü çok yüksektir. Sırf bu yüzden pozitif yüklü iyonlar hep kötülerin kazandığına dair yalan bir prensibin ışığın ipi elden bırakmış, bir köşede sabırla isteklerinin olmasını beklerler. Sabır kimi zaman yerini öfkeye bırakabilir. İnsan sinirlenip iyimser artı değerlerinin bir kısmını yitirebilir ve böylelikle istediklerine bir şekilde ulaşabilirler. Her durumda kötü eksenine eğimli hayat grafiği istediklerini alır. Alır almasına fakat ne kadar sağlıklı ve sağlam bir gerçekleşme olduğu henüz netlik kazanmamıştır…

Her on eylemden sekizinin hayalen bile olsa içinde, her beş kurgunun veya buluşma anının üçünün olmasa da orta yerinde ve her iki laftan birinin adı geçmese bile akılda bir yerlereydi Büşra. Sürekli olayların içinde, insanların orta yerinde ve cümlelerin yarısında olmasını isteyen ise Furkan’dı. Çünkü biliyordu ki; o da olsa kendisi için aynı şeyi düşünürdü. Havaya kalkan kadehlerden birinin sahibi olmasını temenni ederdi mesela, midye tava yerken tabağın bir ucundan kayıntılanan da olabilirdi. Sorduğu sorulara cevap veren ve akabinde sorular sorup muhabbeti yönlendire de pek tabi Büşra olabilirdi. Kendi içine işletmeyi ne kadar reddetse de oluk oluk damarlarından kalbine ulaşıyordu Büşra Furkan’ın.

Tüm bunları yaparken sadece gülümsemesi yeterdi üstelik. Her tebessüme bir hayal payı bedavaydı Furkan’da. Yine de erkek gururu durmasını emrediyordu ona. Durmalı ve beklemeliydi. Niyeti olan Büşra zaten kendi ayakları ile gelirdi yanı başına. Usulca sokulurdu omuz hizasından gözlerinin ferine. Ilık nefesi ile tüm solunum yolları tıkanır ve sadece kendisinin solunmasını isterdi belki de. Yüzler birleşirdi, dudaklar kenetlenir ve vücutlar terler. Sonrası desen yeterlilik fazlası mutluluk… işte tüm bunlar için kendini durdurmaya değerdi.

Aklında harmanlarken tüm bu fikriyatları karşısında oturan Selen’in Adil hakkındaki açmazlarını sunduğu brifingi pek dinlemiyor gibiydi. İlk başlarda hoşlandığı Selen, Büşra sayesinde pek çekici gelmiyordu kısa bir süredir. Selen ise temcit pilavından kazanlar kaldırmışçasına hep aynı şeylerden bahsediyordu. Ana fikrin Adil’in sürekli Selen’i arayıp sorması ve akabinde Selen’in bu durum içerisinde kendini boğuluyor hissetmesi olduğunu kavrayan Furkan ani çıkışları haricinde pek fazla dinlemiyordu Selen’i. İki aşk yoksunu karşılıklı oturmuşlar sıradan bir diyalog içine dahi giremiyorlardı.

“Boğuyor beni Adil. Seyrek görüşelim diyorum, olmuyor. Ne yapacağım ben?”

Güzlerini son yarım saattir zorlayarak ittiği yerden Selen’in yüzüne çevirdi. “Şimdi Büşra olsa madem boğuluyorsun o zaman sal ipleri’ derdi.” dedi konudan bağımsız bir şeylerden bahsediyor gibi.

Sinirinden gülüyordu Selen. “Sıçtırtma şimdi Büşra’nın bacağına!.. Hem nedir bu ara senin her iki lafından biri Büşra!”

Selen’e yalan söylemek hiç işine gelmiyordu. Söylediklerinin altından çıkardı anlam sebebiyle yüz kızartıp kekelemeye başladı. “Çünkü Büşra o! Bir başkası değil.” Dedi ve o durumda kurulabilecek en saçma cümleyi de kurmuş oldu.

“Furkan! Yoksa sen!”

İyice utandı Furkan. “Evet ben hoşlanıyorum Büşra’dan! Duydun rahatladın mı?”

Keyfi yerine geldi Selen’in. Gülümsüyordu yine Furkan’ın sayesinde. “Geldi tabi. Hatta aklıma Büşra’nın kalelerini zapt etmek için hain planlar bile geldi!”

“Aman kalsın senin hain planların! Ben kendi işimi hallederim. Hem zaten gelmek isterse Büşra bana gelecektir. Yapacak da pek bir şey yoktur.”

“Bok yoktur! Beklersin sen daha durakta. Sonra alır bir otobüs gider, mal olur karılsın egzoz dumanına bulanıp!”

Sadece iki cümle yeterli oldu Furkan’ın reflekslerinin uyanmasına. Birkaç saat içinde toparlanan ve her zamanki gibi alkol deneyimlerine bir yenisini ekleyen arkadaş grubu içindeki şeytanın yeniden uyanmasına yeterli bir sebep oldu. Ortam içerisine dışarıdan sadece bir günlük katılan herhangi birinin Büşra’ya olan yakın ilgisi bir anda Selen’in teorilerini doğrular bir hal aldı. Kimliği alkolden bilinmez bir adam Büşra’ya gittikçe daha fazla yaklaşıyordu. İster istemez müdahale isteği doğuyordu Furkan’da. İlgisinin tek sahibi olan kız başkasının ilgi kapsamına ilerliyordu. Selen’in söylediklerini düşündü Furkan. Beklemenin manasızlığını. Önce Büşra’ya baktı gitme vaktine yakın, ardından Selen’le kurdukları göz teması ile kimliksiz kişiyi saf dışı etmek gerekliliğinin anlaşmasını yaptılar aralarında. Büşra’yı eve bırakmak için iki adaydan aslında tek olanı Furkan oldu bu sayede.

Yol boyunca akıllarına gelen tüm gülecek mevzular hakkında usanmadan konuştular. Orta mesafeli yürüyüş istikametlerinde konuşulacağından daha fazla malzeme sarf ettiler tek seferde. Gülüyorlar, güldükçe daha da eğleniyorlardı. Tüm bu keyifli dakikalar Büşra’nın evinin önüne kadardı. Kapı ağzında daha fazla beklemenin anlamsız olduğunu ve zafere ulaşmak için atılım yapmak gerektiğine inana Furkan Büşra’nın iki elini iki eliyle tuttu. Beklemenin Büşra’yı getirmeyeceği kanaatindeydi artık Selen sayesinde. Heyecanlandı. Heyecanı ellerinin titremesinden Büşra’ya da yansıdı. Kendini kastı biraz ve tek seferde söylenecek sözleri döküverdi ağzından.

“Sen diğerlerinden çok daha özelsin. Bunu unutma!...”

6 Ocak 2010 Çarşamba

Sebeb-i İadet

;7 yaşındayken içine oturtulduğu kum havuzunda, yanındaki arkadaşının da yardımıyla yapması beklenen kumdan kaleyi yapmadığı için kum kovasıyla başına vurulması değildi sebep

;9 yaşındayken karşıdan karşıya geçirmek için tuttuğu annesinin parmağını bırakıp da hızlı bir şekilde koşmaya başlaması sonucu kendisine hızla çarpan araba değildi sebep

;15 yaşında girdiği lise sınavlarında ihtiyacı olan puanı alacağı yerde, "0" çekmesi değildi sebep

;18 yaşında bekaretini aldığı kız değildi sebep

;22 yaşında sigaraya başlaması değildi sebep

;25 yaşında olası değildi sebep

;27 yaşında olması olabilirdi sebep

Ama o kadar yaşayamadı:

Öldü.

Çünkü düşündü.

5 Ocak 2010 Salı

Ağaçkadın

Kadın ağacın dibine kadar gidiyordu. O kadar ki canını yakıyordu ağacın kabukları, dalları. Kadının canını… Çıplaktı kadın. Çırılçıplak… Çıplaklıkla çırılçıplaklık arasındaki fark neydi? Hangisi daha estetikti? Yoksa ikisi de değil miydi? Bomboştu ağacın etrafı. Bir kadın ve bir ağaç vardı yalnızca. Hatta denilebilirdi ki tek bir ağaçkadın vardı orada. Görenler böyle demeliydi, ama yoktu ne gelen, ne de giden.

Kadın oraya nasıl gelmişti? Ne getirmişti kadını o koca, yaşlanmış ağacın yanına; ne ile/ kim ile gelmişti? Etrafta soracak kimse yoktu. Kadının öğeleri bulunamıyordu… Bu bir masal değildi ağaç konuşsun; pembe dizi değildi, kadın kameraya dönsün onu dinleyen yetmiş milyon izleyiciye anlatsın yaşadığı ne varsa… Neydi bu? Merakımızı kim giderecekti? Kadın susuyordu. Çıplaktı ve susuyordu. Tek bildiği susmaktı bu kadının. Yazar birinci paragrafta kadınla ilgili yazması gereken belki de en önemli şeyi unutmuştu. Kelimeler vardı kadının vücudunda. Kimisinin üzeri defalarca karalanmış, tekrar yazılmış, tekrar karalanmış… İsimler vardı: Ali, Ahmet, Ceyhun, Hüseyin, Hatice, Begüm… Kadın susuyordu ama anlamlı cümleler oluşturulabilirdi kadının vücudundaki kelimelerden. Ama kim uğraşacaktı şimdi. Karanlıktı.

Bomboştu etraf… Nasıl gelmişti kadın buraya? Geleceği son nokta mıydı burası? Yoksa gideceği başka bir yeri var mıydı? Etrafta ne bir yol, ne bir iz vardı… Belli ki kadın, kadın çok acılar çekmiş olmalıydı. Hayır çok acılar çekmiş olamazdı kadın, olsa olsa çok acı çekmiş olurdu. Ama öyle kadınlar vardı ki hep çok acılar çekmiş kadınlardı! Belki de bu kadın o çok acılar çekmiş kadınlardan kaçmıştı? Kaçışı, akla direkt gelen bir aşk acısından değildi belki de. Belki kadın aşktan vazgeçeli çok olmuştu. Belki ilk kez bir ağacın dibine o zaman varmıştı. Ağacın büyüklüğü vazgeçirmişti belki onu, ya da içindeki aşktı onu yürümeye tekrar iten.

Kimdi bu Allah’ın cezası kadın? Nereden gelmişti? Nasıl açıklanırdı bu durum? Nasıl betimlenirdi ki? Hayatta aşktan başka elzem bir konu yokmuş gibi aşka bağlanamazdı ya bu yazı da. Bir girişi vardı belki evet ama sonucu olmamalıydı. Aşk olmamalıydı bu sefer. Başka bir şey yaralamalıydı kadını! Aslında kadın belki de hiç yaralı falan değildi. Neden yalnız bir kadın yaralı olsundu ki? Kimin dillerimize, gönüllerimize pelesenk ettiği basmakalıp düşüncelerdi bunlar? Allah onların belasını versindi. Yazar mişli geçmiş zaman ekini kullanmayı sevmiyordu. Aslında yazar birçok şeyi sevmiyordu. O dili geçmiş zamanların yalancısıydı. Saklambaç oynuyorlardı belki ve o da saklanmak için bu ağacın dibini seçmişti. Kadın çıplaktı ve saklambaç oynuyordu ha? Belki de çıplak oynanan bir oyundu onlarınki. Olamaz mıydı? Olamazdı.

Kadın kendisiyle ilgili bir şeylerin olduğunu fark etti. Gittiği her yerde suskunluğundan dem vurulmuştu zira. Bu artık son olacaktı. Vücudundaki kelimeleri yokladı ve söküp aldı kelimeleri yerlerinden. Söktüğü her bir kelimeyi düzgünce yerleştirdi toprağa. Şöyle yazıyordu toprakta: bir rahat rahat işeyemeyecek miyim ben yahu?

İşeyemeyecekti. Tepesinde bir yazar olduğu sürece asla işeyemeyecekti.

İtiraf

Aslında buraya yazar olarak girmeyi teklif ettiğimde kafamda bir şey yoktu ama dedim ki kendi kendime "Ulan gireyim de fitili ateşleyeyim, elbet bir dinamit patlar." Fakat bir türlü o dinamit patlamadı ve ben bir türlü istediğim estetiğe sahip bir yazı yazamadım. Bunun ezikliğini hissediyorum.

Mesela kendi bloğuma kısa kısa, kendimden bir şeyler karalıyor ve oranın öyle ya da böyle güncellenmesini sağlıyorum. Ama buraya o şekilde şeyler yazmak istemiyorum. Elim ve içim el vermiyor bana bu konuda. İstiyorum ki, adı "Hikayeden Blog" olan bu bloğun kendisi de bu tarzdan eserlerle dolsun. Gerçi Ferit, dışavurum, içedöküm gibi işlerine de bakıyor buranın ama ben bunlara dönmek istemiyorum. Zira bunun için kendi bloğum var en nihayetinde.

Birçok konuda yeteneksiz olduğumu bilsem de yine de yazabilirim sanıp kendi kendimi göt edişimin bilmem kaçıncı yıldönümüdür bugün. Yıldönümlerini genel olarak sevmem, o nedenle de bunu yazayım dedim.

Öptüm, muck!

Ekleme: Farkında olmadan yeni yılın da ilk yazısını yazmışım. Kendimi kutluyorum. Hatta şimdi aklıma geldi de Ocak ayının ilk haftasını "Kutlu Yorum Haftası" olarak kutlayalım. Evet, bence de çok zekice bir fikir.