30 Aralık 2010 Perşembe

Açık e

El
Elim
Elimiz
Ellerimiz
Ellerimizsiz
Ellerimizbizsiz
Ellerimizbizsizliktensessiz
Bakımsız
Çirkin

Ellerimiz şeytan tırnaklarına yuva
Ellerimiz birbirine kapı duvar
Ellerimiz ters yüz
Ellerimizde ben

Ellerimiz yüzü koyun ağlamakta
Ellerimizde yer yer sarılık
Ellerimizde birer sigara


Ellerimiz birbiribenlerine küs
                                         -Birbiribenlerine gebe ellerimiz!

.

19 Aralık 2010 Pazar

İlkindi

Tanrı içime iki kez doldu
İlkinde beni doğurdu
İkincisinde kendini boğdu

.

3 Aralık 2010 Cuma

Nedenlilik

Neden okur insan?
Neden kitap okur?
Şiir okur?
Neden?

Neden anlatır insan?
Neden kendinden bahseder?
Hiç susmaz?
Neden?

Neden dinlemez insan?
Neden derine bakmaz?
İki yüzlüdür?
Neden?

Ben bu satırları yazıyorum;
Bir insanım,
Neden?

Yeni Bir Çağ

                                                                       Aslı'ya

Bazen hiçbir şeye gerek yoktur
Gözlerinde taşıdığı kubbenin hüznü
yeter de artar konuşmamaya
Sözler erir, gözlerden akar
Tepelerden vadilere ulaşır
Sözlerin bittiği yerde
Yeni bir çağ başlar

Girmek için fethe gerek olmayan
Fethi ile çağ kapatmış şehirde
Yeni bir çağ gerek bize
Yeni bir çağ gerek bundan özgür

Not: Son iki satır, Tuna Kiremitçi'nin yazdığı ve seslendirdiği, Kumdan Kaleler adlı grubun Sana Dair adlı şarkısında geçen "ve bir çağ gerek bize ve bir çağ bundan özgür" cümlesinden evrilmiştir.

27 Ekim 2010 Çarşamba

Yağmur

Sol eliyle göğsünün altında tuttuğu kitabı ve sağ elinin işaret parmağıyla destek aldığı kaloriferin yardımıyla eylülün yağan ilk yağmurunu izliyordu. Karşı apartmanın birinci katındaki evin boş arsaya bakan penceresinin beyaz perdesi dışarı doğru havalanıyordu. Evin altındaki üçgen biçimindeki küçük mısır bahçesindeki mısırlar rüzgâra ve yağmura karşı gelircesine dimdik ayakta durmaya çalışıyor ama biraz da olsa sarsılmaktan kendilerini alamıyorlardı. Perdesi havalanan evin apartman bahçesindeki üzeri naylonla gerilmiş çardağın üzerinde biriken yağmur sularını bir adam süpürge yardımıyla naylona vurup akıtmaya çalışıyor ve yağmur suları top yekûn bahçeye dökülüyordu.


Yağmur başladığında yatağında kitap okuyordu. Psikolojik yabancılaşma, yalnızlık temalarıyla örülü kitabını yatağa bırakıp ardına kadar açık pencereye yönelmişti. Biraz nefes alıp pıt pıt seslerine kulak verince düşünceli, sağ elini dışarı uzatmıştı, eline gelen ıslaklıkla beraber odadan çıkıp mutfak balkonuna yönelmişti. Eylül’e yağmurla girileceğini söylemişti haber bültenleri, çabuk çabuk çamaşırları topladı, yatak odasına götürdü. Kendi eşyalarını katlayıp yine kendi yatak odasına döndü. Yatağa uzandı tekrar,  kitabına kaldığı yerden devam etti. O sırada yağmur da hızlanmaya başlamıştı. Birden bire öyle hızla yağmaya başlayınca yüzünde birden bir tebessüm oluşmuştu. Yağmurun önce hızla sonra da yavaş yavaş yağıp durmasını benzetecek müstehcen anıları vardı. Yatağından doğrulup tekrar pencereye koştu. Açık olduğu için içeriye birkaç damla yağmur damlası vurmuş olsa da aldırmadı. Hayatında ilk kez yağmuru keyifle dinlemiş şimdi de son demlerini izliyordu. Hava serinlemiş, biraz üşümüştü. Pencereyi tamamıyla kapatmadı. Kuru cama vuran damlalar yavaşça aşağıya iniyordu. Başı ağrıdı. Açlıktan mı yoksa yeni aldığı gözlüklerden mi bir türlü bilemiyordu. Öğlen uyandığında kahvaltı yapmaya üşendiği için dünden kalma üç dilim börek yemişti yalnızca. Annesi odaya girip oruç tutsaydın daha iyi dediğinde kendini savunacak bir şeyler gevelemişti kafasını okuduğu kitaptan kaldırmadan.


Son günlerde mahalledeki orta yaşlı kadınların akşamüzeri sohbetlerine katılıyordu. Daha önce katılmadığına pişmandı. Annesi yaşındaki kadınların cinsel konulardaki esprileri gerçekten takdire şayandı. Bir yandan çaylar içilirken bir yandan da her lafı müstehcen bir tarafa çekmeye meyilli teyzeler eşliğinde gülüşüp eğleşiyorlardı. Geçen kış hamile olduğundan şüphelenen üç çocuk annesi Sevim Teyze, Nuran Abla termosla çay getirdiğinde termosu görünce, ben size bir hikâye anlatayım da siz asıl buna gülün demişti. Mahalledeki kadınlara her şeyin en iyisine sahip olduğunu, her şeyi en iyi kendisinin bildiğini göstermek gibi bir çabası vardı; ama yine de bu öyle çok da insanı rahatsız edecek derecede olmadığı için ve herkes bu durumun farkında olduğundan mahalle sakinleri tarafından dışlanmıyordu. Vaktiyle kocası Murat Amca yine böyle bir termostan çay koymaya çalışırken termosun üzerindeki düğmeye iyi basmamış olacak ki, karısı Sevim Teyze ona bastır Murat, bastır diyerek bağırmış. İşte hikâye yalnızca bu kadar. Bütün kadınlar bunun üzerine kahkahalarla gülerken Sevim Teyze’nin bir gözü de evinin balkonundaydı. Mahalle kadınlarının bu basit anlatıya gülmelerinin sebebi, Murat Amca’nın Sevim Teyze olmadan beş dakika vakit geçirememesi idi. Bunu da haliyle diğer kadınlar başka türlü yorumluyor ve karı koca arasındaki bu münasebeti başka türlü şeylere yoruyorlardı. Bastır Murat bastır diyen Sevim Teyze’nin sesini Murat Amca duymuş olacak ki balkona çıkıp karısına bir şey olup olmadığını sormuş, beş dakika sonra da karısı evde işlerinin olduğunu bahane ederek kalkmıştı.


Hacer Abla, kocasından boşanalı yıllar olmuş ve yine o yılların süregelmesi içinde ağabeyinin yanında yaşamaya başlamıştı. Yengesiyle arası iyiydi. Yeğenleriyle iyiydi. Zaten hayli genç bir kadın olduğu için ve yengesinin 25 ile 15 yaşlarındaki kızlarıyla da iyi geçiniyordu görünürde. Kocasından boşandığından bu yana psikolojik destek alıyormuş. Daha önce bu konudan konuşmamaya özen göstermişti. Meğer bu konu konuşulabilen bir konuymuş. Hacer Abla dedi, çay içerlerken neden boşandın kocandan? İçki içiyormuş adam, evine sahip çıkmıyormuş, çocuklarından bihaber bir babaymış, kumar da oynuyormuş hem. Ailede kendisine destek çıkan bir görümcesi varmış, ama işler bu derece büyüyünce et tırnaktan ayrılmaz misali kendi ağabeyinin yanında olmuş kadın. Hacer Abla da kalmış bir başına. Kimse yoğurdum ekşi demezmiş. Deselerdi keşke. Severek evlendiklerini söylemişti yanılmıyorsa. Gözleri dolup dolup taşamıyor, sesi titriyordu konuşurken. Hastalığıyla dalga geçmesini biliyor ama belli ki canını yakıyordu bu. Çocuklarından ayrıydı yıllardır. Bayramda gitmişti bir. Oğlu sigara içiyormuş. İçkiye başlamasın diye sıkı sıkı tembih etmiş dönerken. Halimizi görüyorsun işte demiş oğluna, bizi bu hale içki getirdi. Söz vermiş çocuk. Okumamış liseden sonra. Bir yerde çalışmaya başlamış. Kızı ortaokula gidiyormuş. Ortaokul diye bir şey kalmadığından habersiz. Nasıl olsun ki dedi içinden. Eline cep telefonunu aldı. Sağ başparmağıyla hafifçe silip duruyordu ekranını. Saati görüyordu. Sonra birden eli tuşlara gitti. Kimi arıyorsun dedi? Kimseyi aramıyorum dedi o naif sesiyle. Güldü. Devam etti sonra Hacer Abla, oğlumun telefonunu ezbere biliyor muyum diye bakıyorum dedi. Çok düşündü bazı tuşlara basmadan önce, unutmuş! Bu onu çok üzmüştü belli ki. Evliliğinden, çocuklarından, eski kocasından bahsetmek zaten canını sıkmış ve sıkarken de yakmışken oğlunun numarasını ezbere hatırlayamaması iyice yerle bir etmişti onu. Birazdan da kalkmıştı zaten.

Kadınlar da erkekler gibi canlılardı işte bu evrende. Onların belki de, özellikle de ülkemizde, en eğitimlisinden en eğitimsizine kadar tek farkı kendini güvence altına almak derdiydi. Beni sahiplenecek, bana değer verecek bir eş arıyorum diyordu evlilik programına çıkan her yaştan, her şehirden kadın… Hiçbir kadın çıkıp demiyordu ki, birbirimizi sahiplenebileceğimiz, birbirimize değer vereceğimiz, birbirilerimizin hayatlarına saygı duyacağımız bir evlilik yapmak istiyorum. Kadınların vermeye razı oldukları tek şey ise malum. Geri kalan her şey almaya yönelik. Ondan sonra da mutsuzluklar, boşanmalar, hayal kırıklıkları.


Değişim kaçınılmaz bir gerçekti. Farkında olmadan her şey değişirken o, bazı değişimleri kendi gözleriyle görürken hem müthiş bir acı çekiyor hem de müthiş bir zevk alıyordu. Mazoşizmden farklı bir şeydi yaşadığı. Arkadaşlıklar bitebiliyor, yenileri başlayabiliyordu. Bitemez ve başlayamaz sanıyordu uzun süredir O. Bu yüzden şaşırıyordu artık hayatına bakarken. İyi olmak iyi geliyordu kötülüklerden sonra. Bu iyiliklerin de biteceğini bildiği için tadını çıkarmak gerektiğine inanıyordu.

Ne tuhaftı insan ilişkileri. Hem istiyordu O’nun sevmesini deli gibi hem de istemiyordu. Bir başkasının çektiği acıdan mutluluk duymak kötü bir şeydi evet ama onun da bir şekilde hakkı yok muydu? Kendisinden uzaklaştığını gördükçe de O’nu merak etmesi ayrı bir sorundu. Sevmiyordu O’nu. Ama o biliyordu ya artık ona aşık olduğunu, hep aşık olsun istiyordu. İnsanoğlu bencildi. O da insandı. O da bencildi. Doğanın kanunuydu bu.  Reddetmek güzel bir ego tatminiydi. Eskiden O’nu dinlemekten keyif alırdı. Artık ondan da keyif almaz olmuştu. Bir bir azalıyordu her şey bir tarafta. Ama bir tarafta da yeni bir şeyler başlıyordu bir bir. O bitenlere üzülmüyor, başlayanların güzellikler getirmesini diliyordu.


Bir bebeği özlemenin ne demek olduğunu öğrenmişti. Bunu öğrenmiş olmak duyduğu özlemle birleşince kaçınılmaz olarak canı yanmıştı. Bir bebeğin canını yakması daha da fenaydı. Fenalıklar geçirmesi an meselesiydi. Fenalıklar geçirilirdi. Hep fenalıklar olurdu bu hayatta. İnsan fenalık yapmadan edemezdi. İnsanlar fenalıklar yapar, insanlar fenalıklardan üzülürdü. Bu hayatta insanlar üzenler ve üzülenler olarak ikiye ayrılırdı. Üzenler etken, üzülenler ise edilgendi bu hayatta. Etken olmak fenaydı. Etken olduğunun farkında olmak ise daha fena.


Kitabı yatağın üzerine bıraktı. Ayağa kalktı. Takvime baktı. En son 56 gün önce karalanmıştı önünde duran on iki yapraklı Türk takvimi. Bir bir karaladı kara kalemiyle karalanmamış bütün kara günleri. Pencereye yöneldi, yağmur yağıyordu. Pencereyi açıp elini dışarı uzatmadı. Karşı apartmanda olup bitenlere bakmadı. Yağmurun yağdığını biliyordu artık. Bunu bir kez tüm duyu organlarıyla hissetmişti. Bu kez yağmura dokunmak istemiyordu. Vermedi yağmura elini. Perdeyi çekti. Kapıya yöneldi. Tak.


9 Ekim 2010 Cumartesi

Anatomik Aşk

Okuldaki sıradan günlerinden birisini yaşıyordu. Sıkıcı muhabbetler, yapmacık gülüşler, bayağı espriler... Sıkkınlık hissini sanki damarlarında hissediyordu.

Öksürdü. Dün gece, dışarıdayken soğuk yemiş olmalıydı. Boğazlarında da hafiften kaşıntı vardı, şişeceğini haber veriyormuşcasına. Ne akla hizmetse, geceyi manzarası güzel olduğu için boğazın kenarında geçirmişti. Biraz derdini paylaşmıştı dalgalarla, bankta yalnız oturan şarap dostu ile sohbet etmişti. Hatta içki içmemesine rağmen, bu yalnız dostun ricasını kıramayıp, şaraptan bir iki damla bile almıştı. O bile vücudunun sıcaklığını oldukça artırmış ve montunu çıkarmasına neden olmuştu, belki de bu yüzden kapmıştı şifayı.

O kaçamak bakış, sanki delip geçmişti bedenini. Duygularını belli etmezdi hiç. Kendisinden bile saklardı bazen, marifet sandığından mıdır bilinmez... Bu güne kadar açık açık söyleyememişti hiç, belki de gerçekten kararsızdı. Emin olamıyordu, bu bakışa kadar. Belki de bu bir işarettir diye düşündü. Baktığına göre belki, o da birşeyler hissediyordu. Kalbinin atışlarının hızlandığını hissetti. Metabolizmasının hızlanmasından mıdır bilinmez, tuvalete gitme ihtiyacı duyuyordu. Derse yeni giren hocanın sinirli bakışlarının altında ihtiyacını gidermek üzere sınıfı terk etti...

***

Bu sefer bakışının yanına bir de sımsıcak bir gülümseme eklemişti. Bir bakış delip geçmişken, yanında gelen bir tebessüm ile sanki bedeni parçalanacakmış gibi oldu. Artık birşeyler yapması gerektiğini biliyordu.

Ne konuşacağını planlamamıştı, ne söyleyeceği hakkında en ufak fikri bile yoktu. Yanına vardığında ağzından bir ‘merhaba’ çıkmıştı. Sıcak bir karşılık aldıktan sonra, aklına ilk gelen şey olan dersler hakkında bir konu açtı. Aslında ne dersi, ne de başka bir şey umrunda değildi o an; ancak aklına ilk o gelmişti işte. Bu arada konuşma sürdükçe hafiften heyecanlanmaya başladığını fark ediyordu. Muhabbetin hafiften kısır döngüye girdiğini ve sıkıcılık kazanmaya başladığını anlayınca, ani bir hamle ile konuyu değiştirdi. Espri yapmayı da ihmal etmedi tabii. Espriyi yaptığında sevimli ama yaramaz bir çocuğu andırıyordu hafiften. Hani bir yaramazlık yapan, ardından da zevk aldığını belli eden pırıltılı pırıltılı bakışlarla bakan çocuklar olur ya, işte o da öyle bakıyordu. Karşı tarafın tebessümü ile sıkıcı havanın dağıldığını fark etti. İyice kendisine güveninin yerine geldiği sırada, bir şeyler içmeyi teklif etti. Aldığı yanıt olumluydu. Sanki dünya kendisine bahşedilmiş gibi mutluydu. Suratındaki şaşkın ama mutlu ifadeden bu yeterince belli oluyordu. Gamzeleri belki de ilk defa bu kadar içten bir gülümsemesine eşlik ediyordu.

Öksürdü. Mutluluk bulutunun üstünden düşüverdi bir an, biraz öksürükle boğuştuktan sonra, boğazlarının da hafiften şişmeye başladığını hissetti.

--------------------------
-------------------------------------------


- Sağdaki damara biraz daha hormon. Orası tamamdır, biraz da benden taraftakine hormon yollayın. İyidir, tamam. Fazla kurcalamayın orayı, bozarsınız mazallah.

Ciğerler yine mi tutukluk yapıyor? Ah be Ak*, amma mızıldanıyorsun. Güvenlik güçlerini ciğerlere sevk edin. Bademcik karakolu da biraz fazla mesai yapacak. Bu soğuk algınlığında vücudun direncini yüksek tutmak lazım. Zavallı Ak’ın haline baksanıza... Hem ondan gelen oksijen azalınca, benim de verimim azalıyor.

- Efendim, Göz’den gelen bilgiye göre, kaçamak bir bakış atmışlar kendileri. Bilginize.

- Çok güzel. Kalp’i biraz uyarın da hızlansın. Ayrıca biraz homon salgılayalım arkadaşlar, hazır bahar da gelmiş biraz tetikleyelim şu bünyeyi.

- Efendim, meshane dolmuş. Bir ihtiyaç molası mı versek?

- Haklısınız. Tuvalete gidilmeli emrini giriyorum işleme...

***


- Efendim, ilk kez gülümsedi bakarken.

- İşte aranılan kan bulundu. Cesaret enzimlerini salgılayın. Biraz da özgüven yollamayı unutmmayın. Çok ihtiyaç olacak, çok... Heyecan yollamayınız; zira bu sakarlıkla zaten şansı sıfıra yakın.

- Efendim, hedefin yanındayız.

- Konuşulacakları yüklüyorum.Yavaştan heyecan enzimleri yüklemeye başlayın.

- Efendim, giriş konuşması başarılı. Lakin, muhabbetin uzaması için birşeyler yapmalı, bilginize...

- Konuşulacakları yükledim. En sondaki espride sevimli bir çocuk kisvesine bürünürken, gözlerin içinin parlamasına dikkat edin.

- Başarılı!

- Bir şeyler içme teklif edeceksiniz, çok dikkatli olun. Tek atışlık hakkımız var.

- Başardık!

- Görev bitmez. Gevşeme yok, mutluluk hormonlarını salgılayın. Surata şaşkın ama mutlu bir ifade yükleyiniz. Ayrıca gamzelerin görülmesini sağlayacak bir şekilde tebessüm ettirin.

Akciğerler nasıl? Biraz öksürtün mikrop atalım.

Boğaların mesaisi başladı, tüm izinler iptal.







* Akciğer

4 Ekim 2010 Pazartesi

Uyuyan Yakışıklı

İyelik eki kullanmak ne kolaydı eskiden.

Değil mi sevgili?
Sevgilim derdik hiç çekinmeden birbirimize
Benim sevgilim.
Benim aşkım
Benimsin
Ellerin benim
Gözlerin benim
Baktığın yerler benim
Benim benim…
Nasıl da sahiplenirdik birbirimizin ruhlarını
Sonra da bedenlerini
Eskiden ramazanlar da bir başkaydı zaten
Değil mi?
Eski Türk filmi replikleri değişmişti artık
Ruhuma sahip olabilirsin ama bedenime asla
Diyordu genç kızlar
Annelerinin göster ama elletme sözünü yalanlarcasına
Elletip ama göstermiyorlardı

Zaman hiçbir zaman vasat bir gazeteden öteye gitmedi ki
En iyi ilaç olsun
Sevgili


Uyuyan yakışıklım!
Diyememenin verdiği acı hele,
Ne de büyüktü
Değil mi?
Gerçi,
Sen nereden bileceksin ki
O sırada uyuyordun.

23 Eylül 2010 Perşembe

ZIRT

Karıcığım bu gece künefe mi yesek?


Kocaman adamsın! Hâlâ yemek yemekte mi aklın? Aklın kesiyor mu? Benim aklım bıçak mı? Aklımın eteğinin altına neler neler sığmaz ki!


Karıcığım pijamalar! Pijamalar diyorum. Adamlar yatarken mi giyer bunları?


Senin parçalarını birleştirsem... Ne kadar boşluk kalır geriye? Kalmaz. Kalır mı? Sabahınızı usul usul yiyip bitirin Bay robe de chambre. Bana bir salata. Yanında konyak. Sabah kahvaltısı tadında.


Karıcığım bunlar hezeyan. Gençken de böyleydin sen. Hep hezeyan, hep hezeyan. Bir de söylenirsin insanlara. Senin aynaların sırlanmamış galiba ma cherie. Bana baka baka mı gördün sanıyorsun kendini? Elindeki camlardan art görünüyor karıcığım. Karıcığım. Bal kaymağım.



Arkası yarın.

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Elim Sende Değil

İnsanı zorlayan kelimeleri vardı her daim ağzında
Bitmek tükenmek bilmeyen imgeler
Kafasının içi ne kadar doludur kim bilir?
Ondan başka.
İnsanın kendi kendisiyle girdiği bir savaş olmalı, sonunda kendisinin kaybedeceğini bildiği
Zorlu bir savaş
Duygusuzlaşmaya giden yolda her şey mübahtır!
Ne idüğü belirsiz ruh hali benzetmeleri
Son günlerde herkes mutsuz halinden
Mutluluk bir metafor
Mutsuzluk bir sanat adeta
Her kimselerin uğraştığı da baş edemediği
Bir seçim ya da bir kaybediş
Ya da topyekun bir reddediş
Ya da ruhu ölmüş bedenlerin sessiz inleyişi
Ya da
Ya da
Ya da
Ya da hepsi
Ya da hepsi insanlığın kendi kendine işkencesi
Ne gerek var?!
Böylesi gerek belki de
Zor yaşadım demek, diyebilmek için.



20 Ağustos 2010 Cuma

Karbon Kopya

Beynin tüm kıvrımlarından geçip taşan asi bir nehirdir insanı hayat içinde girdaplara karşı koyduran güç. Etrafından bağımsızlaşmaya başlamasıyla yeni bir devinim yaratır yaşam üzerine. Sayısızca yenilenir/yinelenir ve akışıyla hayatın tortullarına eklemlenir daha kararlı   ve daha da büyüyerek. Karşısına çıkabilecek nelerdir ki bu devinimi aksatacak. Bunu görebilmek için biraz daha yükselmek gerekti hep o geçişlere seyircilik eden localardaki kralların yanı başlarına.

 Zihnin bir tepkisidir olan; parçalanmalıdır ki varlığı sonsuzluğa daha da yaklaşabilsin, buydu olması gerekli olan. Geçiş güzergâhları kim oldukları bilinmezlerce tutulmuş, üzerlerinde Deli Dumrul’lar türemiştir kendilerine bekçi rolleri biçerek bu mutlak yollarda. Soyut oluşlarına aldırmadan insan üzerine abanan, tüm çıkışlara kelepçe vurarak cisimleşmeye bir o kadar namzet duygular kol gezmeye başlamışsa artık gerekli olacak ciğerleri yakacak yeni bir soluktur. O soluk ki belki Zeus ‘un dolaştığı çam ormanlarında raks eder, belki de bozkır ortasında gri renkli bir şehri sarmalamaya hazırlanır bir anne gibi, belki de imbat rüzgârlarının eteklerine tutunup tatlı bir esinti yaratır terli bedenlerde. Yeni bir tunç kalkan belirmiştir gövdeye sığmayan soğuk ama her zaman sadakatini azaltmayan. Hayalinin azık torbası daha bir doludur artık ve daha açılmaktan asla sakınmaz kendini tüm hayata. Ardına bakmak yetecektir son halinin boy aynasındaki yansısını parıltısıyla görmeye.  Tüm bunların vücut buluşları da o akışın yeni bir biçimlenmesinden başka bir şey olamamaktadır. O da bunun bir parçasıydı ya yoluna yeni haliyle akacaktı ya da kendini bilmezlerin kökleri onu ayaklarından prangalayıp çekiştirecekti büküldüğü yerlere. Zihin mi yoksa diğerleri mi galip gelebilirdi. Bu savaştı ki ya yenidünyayı kuracak ya da statik dengesiyle emeklemekten dizlerini çürüten bir çocuk olarak kalacaktı. O savaşta da bilmiyordu varoluşunun nedenini belki.

Kıvrımları geçen nehir acaba hangi denizlerle bütünleşti, nasıl bir yol çizdi kendine ve artık neredeydi ilk anından farklı olarak? Belki gözleri kamaşarak göğe bakacağı bir duraktaydı ya da kendini bölüyordu iç geçirerek, hayalleri dilinde şarap pası gibi kalıyordu. Donmuştu, bir su gibi buza dönmüştü ancak donmak küçülmektir-kıvrılmak oluyordu doğada. Peki, neden donduğu kabı patlatmıştı donduğuna rağmen?


Yazan- Çizen: Samet Karaçul


  

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Realizm

Bugün işten çıktıktan sonra arkadaşlarla buluşup iki tek atmak için karar almıştık. Buluşma noktası iş yerime fazla uzak olmadığı için, diğerleri gelene kadar midemdeki açlığı bastırmak amacıyla yol üzerindeki bir fast-food'cuya girip patates kızartması söyledim. Yanına içecek almadım.

Oradan, mideme doldurduğum cipslerin ardından iki tek atılacağı mekâna girdim ve bizim elemanların konuşlandıkları masaya doğru ilerleyip boşta kalmış olan tek sandalyeye oturdum.

Havadan sudan muhabbetler, klasik faraza cümleler, kadın meseleleri, iş konuşmaları, biraz politika, referandum falan filan konuştuk. Tam anlamıyla zırvaydı hepsi. Çabuk sıkıldım aralarında ve iki tek'i attıktan hemen sonra çıkmam gerektiğini bildirip eve doğru yola koyuldum.

İş yeri - meyhane mesafesinde inat, meyhane - ev mesafesi biraz daha uzundu. Yıllardır arşınladığım bu kaldırımlar bu sefer daha da uzun gibi geliyordu ve bundan kurtulmak için daha hızlı yürümeye çabalıyordum.

Ama bu çabam, dışarıdan bakıldığında, pek de benim düşündüğüm anlamlara gelmiyor olmalıydı ki insanların gözünde, eve gitmeden önceki sondan üçüncü köşede bir grup genç -sanırım üç kişilerdi- önümü keserek şöyle dediler:

- Bayım, ne bu acele? Hem de sallanıyorsun? Bir şeylerden mi kaçıyorsun?
- Çekilin önümden, eve gitmeye çabalıyorum.
- Bu ne acele? Hele bi' soluklan bakalım.
- Size çekilin önümden dedim. Sadece eve gitmeye çalışıyorum hepsi bu.
- (Benim omuzlarımdan itekleyerek) Sana acelen ne dedik. Sanırım kaşınıyorsun ha?!
- Bana bir kere daha dokunursan parmaklarının hepsini keser senin kıçına sokarım!

O'ndan sonra ne olduğunu pek hatırlamıyorum ama birbirimize girdik, onu iyi biliyorum.

Sabahleyin uyandığımda etrafımda derin bir sidik kokusu vardı. İşe geç kalmış olduğumu düşünüyordum ama gözlerimin yanında belleğim de açılmaya başlayınca bunun endişelenmem gereken ilk konu olmadığına karar verdim. Çünkü nezaretteydim.

Ben tam olayların yavaşça farkına varmaya başlamışken bir polis memuru parmaklıkları açıp

- Gel, komiserim seni görmek istiyor.

dedi. Ben de uslu bir çocuk gibi o polisi takip ederek komiserin odasına girdim. Boştaki bir sandalyeye oturmamı söyledi: itaat ettim. Sorgu başladı:

- Dün gece ne oldu anlat bakalım.
- İşten çıktıktan sonra arkadaşlarla buluşup iki tek attık. Ondan sonra ben eve gitmek üzere onların yanından ayrıldım. Yolda üç kişi önümü kestiler. Onlarla kavga etmeye başladık. Sonrasını hatırlamıyorum.
- Adamlar senin şüpheli davranışlar sergilediğini söylüyorlar. O nedenle önünü kesmişler.
- Ben sadece evime varmaya çabalıyordum.
- Peki o zaman sana saldıran adamlardan birinin parmaklarını kesip sonra da o parmakları sahibinin kıçına sokmaya çalıştın?
- ?
- Cevap versene be adam?
- Elimde değil komiserim. Ben gerçekçi bir adamım.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

geri dönüş

şimdi sanırım on altıncı defa silip baştan yazıyorum. karar verdiğimse yazacaklarımın bir hikaye olamsmasıdır. zamansız patlarken fikirler beynimde kontrolü elimde tutmakta zorlanıyorum. gerçek üstü saçmalamaktansa dedim kendi kendime, gayet ciddi hiç bir şey anlatamamayı tercih ederim dedim ve yine, hatta yine, olmadık yere ve yine yazmaya başladım.

şehirler geçiyor gözlerimin önünden. sayamadığım kadar çok ancak sokakları çok kolay çözülebilen şehirler. bir gittiğim yeri ertesi gün tek başıma bulabildiğim yeşil ama makine gürültülü yerler hatırlıyorum. oralardayken ne garip huzurluyum. geri döndüklerimi hatırlıyorum. her seferinda daha büyük bir hiçe kucak açar gibi dönüşlerim var benim. yollardan, izlerden öyle bir geri dönerim ki ben, her dönüşün manasızlığı sizi yeni bir şoka sürükleyemez bile. ben yolların sefiri filan değilim. etrafımı fazla seyrediyorum, nistagmus sağolsun...

hatta nistagmus yüzünden ben kolay kolay bakamadım innsanların yüzüne, gözlerinin içine. samimiyetsilkle suçlandım bu yüzden. sevdiğim her kadın benden uzak durdu hatta. sebebi açık... kimsenin gözlerinin içine bakamıyordum fizyolujik bir nedenden ötürü. bugünki yazma denemelerimin birinde buna benzer bir kaç cümle kurmak istedim hatta. bizim işimiz fizyoloji ile değildi, ruh ileydi. nistagmus filan hikaye idi yani. kaynayabildiğin kadar inasan kaynadın mı yavrum sen bana ondan haber ver önce!.. gözlerimi ellerime diktim, bakmakta zorlanıyorum...

bir balıkçı kasabasında bir buçuk yıldır yaşıyorum. deniz insanı hakikaten rahatlatıyor. insanlar birbirlerinin yatağına girmek hususunda çok rahatlar. ben başkalarını koynuma almak hususunda cüretkarım. başkaları yalanları ip gibi sıralamakta ısrarcı. ben bunca yalana dolanırken korkak ve kaçmak isteyen. arkama bile bakmadan kaybolup gitmeliyim buralardan. çünkü içine düştükçe bir dolu şehvet dolu yalanın benliğini kaybediyor insan. ben bildiklerimden korkuyorum...

yüksek tavana bakarken elimde bir kamera vardı ve dört çaprazımdan göğe yükselen maytaplar. önümde birileri dans ediyordu ve ben onları unutup tavana baktım. öyle bir andı ki o ne insanları hatırlıyorum ne çalan müziği. bir anda kaybolup gitti varolan her şey. bir ben, bir tavan, dört çaprazımdan göğe yükselen maytaplar ve kamera... kendimi böyle bir anda dünyadan soyutlamak deneyimi başıma ilk defa geliyordu o gün. seslerin ve insanların silinip gittiği o eşsiz anda ben inanması güç bir şekilde çok mutluydum. tavandaki o sarıı renkli mat görüntü benmim umudum olmalıydı. netekim bir kaç gün sonra da öyle oldu. tavandaki ışık şimdi yeri göğü aydınlatıyor. ortalık biraz mat ama idare ediyoruz.

ben bavullarımı toplarken günlerden hep cuma. ben bir yerlerden bir yerlere hep cuma günleri gitmişim meğer. ömrümde saydığım 112 cuma var. 112 cumadır ben hep göç halindeyim. siz bana bakarken uzaktan umursamazca, ben kendi hayatımı sıkıştırıp kolilerine, kimseye fazla belli etmeden ve çaktırmadan gizlenip kapı ardlarına, sinsi bir düşman gibi geliyorum hayattan kalan intikamımı almaya. üstelik bu çok uzak bir gelecekte değil, pek yakında...

otuz üç kilometre göçünün ardından 140 kilometre tepip dönüyorum asıl hayatıma...

23 Haziran 2010 Çarşamba

Renkler Giyili

Önce sen beni gördün. Öyle söyledin. Bunu asla ikimiz de bilemeyeceğiz, kabul etmedin.

Sana gittik; sen, ben, bir de biz. Karanlıktı oda, odalar ve ev; Açmadık ışığı. Işığa duyarlıydık. İçimizdeki bitkinin fotosentez yapmasından korkuyorduk. Birbirimizi bu kadar arzularken, birbirimizden bağımsız olarak bir yaşam enerjisi sağlamak ikimizin de içinden gelmiyordu. Bağımlıydık ve bu yüzden bağlanmalıydık.

Önce siyahlarımızı çıkardık, ki bu zordu. Çok fazla siyahımız vardı. Oda karanlıktı, her şey siyahtı ya da biz öyle düşünüyorduk. Her şey siyaha gidiyordu, bunu samıyorduk. Bundan emindik: sen, ben, bir de biz.

Üç kişiydik. Üçümüzde siyahlarımızı çıkarıyorduk. Biz siyahlarımızı çıkardıkça oda aydınlanıyordu. Karanlık geçici bir durum gibiydi ama biliyorduk ki bağlantımız koptuktan sonra yine siyahları giyecek ve odayı yine siyaha boyayacaktık: sen, ben, bir de biz.

Sıra senin kırmızına, benim turuncuma geldi. Çıkarılmaları kolaydı. Herkes kendi rengini odanın, odaların bir kenarına çıkarıp çıkarıp koyuyordu. Benim turuncum senin kırmızından daha kolay açıktığı için kırmızından geri kalanı çıkarırken seni izliyordum, sen kırmızını çıkardıkça aydınlanan odada, odalarda.

Bir oda vardı, çok oda vardı. Duvarlar saydamdı. Varlıklarından emin değildik. Sen yıllardık kaldığın bu evin odalarının duvarları olmadığını, o yüzden yalnızca bir odanın var olduğu konusunda ısrar etmiyordun. Tek ısrarın bir sonraki rengi çıkarmamdan yanaydı. Çıkartacaktım.

Sıra beyazlarımıza gelmişti. Beyazlarımızı çıkarması keyifliydi. İkimizde de eşit miktarda beyaz olması seni üzmüştü çünkü sen de beni, ben beyazlarımı çıkarırken izlemek istiyordun. İzledin de. Benim beyazlarım bittikten sonra senin beyazlarını çıkarmanı bekledim. Sen beyazlarını çıkardıkça oda, odalar daha da aydınlık hâle geliyordu, geliyorlardı.

Aydınlık gözlerimizi alıyordu ve geri vermiyordu. Ama biz gözlerimizi geri istiyorduk çünkü birbirimizi görmeye ihtiyacımız vardı. Gözlerimiz bize lâzımdı. Ellerimiz de öyle. Bir de...

Artık çıkaracak renklerimiz kalmamıştı. Odayı, odaları rengârenk yapmıştık. Gökkuşağına dönüşmüştü ev, oda, odalar. Gözlerimizi aldığı için birbirimize bağlanamıyorduk. Bu işte bir yanlışlık vardı, ya da yanlışlık bizdeydi. Bir hesap hatası vardı, var olmalıydı.

Önce renklerimiz gitti, sonra gözlerimiz. Gözlerimiz gitmiş olmasına rağmen renklerimizi görüyorduk Nasıl oluyordu, bilmiyorduk. Saydam duvarlara çarpıyorduk. Bu çarpmalardan sonra senin de duvarların var olduğuna inanacağını düşündüm bir ân.

O ândan sonra bütün renkleri tekrar giyindik, gözlerimiz geri gelmişti, ha kezâ ellerimiz de. Uzaklaştık ve fotosentez yapmak için ışıkları açtık.

Jazz

O geceyi hatırlıyorum.

İçtiğimizin rengi sarıydı ama portakal suyu değildi. Ama yine de suyuydu. Tadı fena değildi, ama pahalıydı. İçtikçe içesimiz geliyor ve kafayı bulmak için aynı zamanda müziğe ihtiyaç duyuyorduk. Sarı içkimiz midemizi doyuruyordu ama müzik ruhumuzu değil.
Başka açlıklarımız da vardı. Ben, birkaç gün sonra bulduğunu sandın.

Sen bulamadığımı ve bulamayacığımı biliyordum. Sen bulunamazı arzulamıştım hep. Bulmak sana göre değildi. Senin amacım daha ziyade aramaktı. Sen aramaya inanıyordum ama bulmaya değil.

Ayaklarımız çıplaktı, çünkü öyle istemiştik. İstemiştik ama beraber istemedik. Herkes kendisi istedi. Ama kimse için değil, kendisi için bile değil... Sadece istedi. Bu isteklerin tümü "İstedik." oldu.

Başka şeyler de istedik sanıyorum. Kırmızı bir ruj olabilir meselâ... Ya da kırmızı bir krampon. Belki de siyah hasır bir şapka. Kimi zaman da yalnızca siyah bir rimel.

Elde edilenler genelde siyah birer damla gözyaşı...

Siyahın bu kadar net görülmesinin nedeni gözlerimizin ışığa duyarsız olması. Bakamıyoruz ışığa. ışığa değil, ışıkla bakmaya bile bakamıyoruz. Ben senin baktığım yerde olmuyorsun. Benim baktığın hiçbir yer beni göstermiyor sana. Çünkü sen bir tek yere bakamıyorum. Sen hep her yere bakıyorum. Sen hep her yerden yara alıyorum. Hep alıyorum yara, hep arıyorum ama ne?!

Üşüyorum ama seni değil.

Özlüyorum da seni kimi zaman. Herhangi bir umudum olmamasına rağmen. Karanlığımı daha da karart istiyorum. Ama sen varken karanlıklar çok aydınlık. Bakamıyorum, göremiyorum ki bakayım. Hem nasıl? 

Gözlerim yok ki benim.

18 Haziran 2010 Cuma

sarhoş

yaz sıcağında üşütmüş bir bedenin kalbiyim ben
dişlerim sızlıyor her nefes alıp verişimde
ağzımda günler öncesinden kalma içki, sigara, haşlanmış yumurta kokusu
her adım atışımda sızlaması başımın
anne ağzı. çok can sıkıcı.
her adım atışında sızlaması...
herkes otursun yerinde!
en çok da sen oturmalısın..
öğrenin artık
3 asal bir sayıdır
ve titreşim mide bulandırır
asal sayılı sensiz gecelerde.





16 Haziran 2010 Çarşamba

DÜŞ GÖRÜSEL AĞITLAR

Betül Erenler aracılığı ile Samet Karaçul'un kaleminden...

Bir alveol boşluğuyla başlamıştı tüm hikâye. Kirli havanın içine girmesiyle daha da büyüdü ve evrildi tüm yapı. Artık geri dönüşlerin hükümsüz kaldığı arkaya bakılmaksızın ilerlenecek bir patika belirdi önümüzde. Yelkovanlar, akreplerden kaçışmaya devam ederken yük katarı pis dumanını havaya boşalttı ve harekete koyuldu. Tüm zırhlar kuşanılmıştı, sadece bilinçaltı bir patlamanın vurduğu acı kırbaçla yolculuk başladı. Seher vakitlerinin tatlı soğuk meltemleriyle, gün batımlarının hüzün verici kızıllıkları arasında bazen geniz yakan doruk soğuklarının acı duyumları bazense devasa volkanların akıl almaz sıcak lavlarıydık değdiği yerleri kavuran. Bir taraftan değişimler- dönüşümler diğer yandan eriyişler - azalışlar düelloya tutuşuyorlardı küstahça aralarında hâlbuki galibi olmayacak boş bir savaşımın değersiz kurşun askerleriydiler. Bilinçsizce, umarsızca karanlıklara mermi sıktılar ama her seferinde kaybettiler. Peki, nedendir bu kadar uğraşı ve bir varoluşu ayakları üzerinde Truva atı gibi taşıma güdüsü?

Önceleri çamurdan bir su testisiydi şekil alması kolay soğumasıyla misyonunun dışına çıkamayacak kadardı. Kızgın güneşleri gördü, nemli sıcakların gırtlak sıkan bunaltıcılığında terledi. Pek de bir şeyler anlayamadı sadece seyretti dış dünyayı. Etrafında Himalayaları kıskandıran yükseltiler belki de onun beynine kazınmış sıradağlardı ve Kafdağı hep o beyaz zirvelerin arkasında kalan idealizmin sonsuz düzlükleriydi. Düşler neredeydi peki bu yük katarı yoluna nasıl devam edecekti? Düşler, ayaklarındaki tunç'tan yapılma prangaların zincirlerine takılmaktan yürüyemezken nasıl olurda düş görülerinin sonsuz tarlarının tasvirini gölgeli, ruhsuz boşluklarla bir hiç uğruna takas etmeyi aklına getirir olmuştu. Olması gereken bu değildi ve adil olması çok büyük mucizelere gereksinmiyordu. Sığ sularda kıpırdamaktan, kirli sularda parıldamaktan ötesi de olmalıydı. Sis perdeleri usulca kalkmaya, yollarını çığların kapladığı patikaların karları erimeye namzetti artık. Kulaklarımızda asil konçertoların benliğimizi şahlandırışları, zihnimizde epik şiirlerin gözlerimizin maviliklerini yolumuza yansıtması..
Pranga zincirlerini erimeye mahkûmdu artık; bu erime destanlarında dağları eritenlere bile nazireler yapmaktaydı. Değişimler, amansız savaşımda azalışların göğsüne bir kılıç darbesi indirmişti. Şuursuz bilinç, sistem anlamsızlığıyla işlerken med cezirleriyle köhne bedenleri yırtılmış paçavra yelkenlere çevirmekteydi. Azalımlar, aldığı derin yaralara inat hortlamaya devam ediyordu. Böyle bir ucube bir savaştı, anlamsızdı ve yok olmaya hüküm giymişti.

Savaşımlar aralarında tezler üretip durdular, çatıştılar yeniden ürettiler sürekli savaştılar. Bu akış içerisinde bu köhne bedenler delirmiş kaplanlar gibi kimi zaman pençeleriyle etrafını dağıttı kimi zamanda derin yaralarla nefes nefese köşesinde oturdu. Mağlup zamanlarında, tecavüz edilmiş zihninde yola koyuluş anlarını çağırmaya çalıştı. Oradaki ikindi serinliklerini, sevgilerin nefes olup ciğerlerini doldurup sürreal gezilere götürdüğü anlarını .. Geri dönülmez evrim burayı da zapt etmişti. Bir varlık yok mu idi bu fakir varoluşu özünün özgürlüğüne kavuşturacağı yerlere üfleyecek. Onlarda yitirilmişti ya da yok olmuşlardı. Bu andan sonra yok olmaları ile yitirilmeleri, farklı suçlar işleseler de ancak ikisi de yoklardı. Aforizmalarını Diyojen in feneri gibi kullananlar, soyut duvarlarına taparken hayatının özünü kaçıran paganlar, birer kuyruklu yıldız olup beynimizin çorak tarlalarına düşüp gömülen masum yıldızlar, karşıya geçerken bırakılan eller ...

Sadece yok oldular birer nefes gibi atmosferde. Ortada bir et yığınından dışarı boşaltılan irinler gibi egotramblenler, boş inanışlar, ıslak düşler kalmıştı ve kendilerini kemirecek fareleri beklemekteydiler artık. Ucube savaşımlar nereye ulaştılar, düş katarları hangi istasyonları gördüler bilinmez fakat bu köhne varoluşlar yok oluşlarına, anlamsız dünyalarının sevgilerini bağlayıp sonsuzluğuna gömülmekten başka çaresi kalmadığına inanıp yeraltına çekilmeye mahkum edilmişlerdi...

09/01/2010


13 Haziran 2010 Pazar

Yanımdaki Çirkin

Bölüm 2: Hayat Pembe Bir Elbise

Bugün her zamankinden daha yorgun ve her zamankinden daha alaka bekler bir halde girişti mutfak temizliğine. Hayat onu duygusal ve insaniyetliği sanarak evlendiği bir adamın pençesinde günlerini geçirmesi için Adnan’ın lokantasında kimi zaman garson, kimi zaman bulaşıkçı ve çoğu zaman temizlikçi yapmıştı. Kendisi ise bütün bunları olabilmek için sadece sunulan fırsatları tepti. Ortalama bir eğitim ve bunun doğrultusunda daha makul bir iş, şimdikinden daha sağlam karakterli bir koca sahibi olabilirdi pek tabi. Ancak o önceleri ne sattığı meçhul bir ticaret işi ile uğraşan, heyecanı ve tatlı kaçamakları seven bir lümpen ile evlenip, gün geçtikçe beyninde yarattığı hayat standartlarından uzaklaşan, kocasının apartman kapıcısı olabilecek kadar elindekileri kaybettiği ve sadece madden değil duygusal açıdan da çöküntülerle dolu bir hayatı seçti. Şimdi sağ elinde bir bez, sol elinde püskürtmeli bir temizlik malzemesi ile tezgah temizliyordu. Düşüncelerinin, isteklerinin ve niyet ettiklerinin tam aksinde, umutlarının tükendiği her anı göz altı torbası yapıp güzelliğine yazık ediyordu.

Hiçbir şey düşünmeden uzaklara dalabilen nadir insanlardandı. Bu yüzden mutfak kapısının açılıp ta ”Müjgan abla!” diye bağıran sesten korkmaması içten bile değildi. Adnan’ın yenilikçi kızı kapıdan seslenmişti. Yerinden zıpladı ve kapıya döndü yünü. “Allah belanı vermesin İclal! Ödümü kopardın.” dedi.

Yüzünde güller açıyordu İclal’in. Birkaç adımda Müjgan ile aralarındaki mesafeyi tüketip özür dilemek babında sarıldı. “Kusura bakma ablacığım ya! Korkutmak istemedim.” dedi.

Bu kadarcık ilgi bile Müjgan’ın mutlu olmasını tetiklemeye yetti. “Dur deli kız. Temizlik yapıyorum deterjan bulaşmasın üzerine.” diyerek uzaklaştırdı İclal’i. Aralarındaki mesafe az da olsa açılınca Müjgan İclal’in giydiği pembe elbiseyi fark etti. Evlenmeden önce Müjgan’da böyle elbiseler ile giderdi sevgilisine. Hafif kısa giyinirdi ki oynaşması kolay olsun. Daha çok o papatya desenli kolsuz elbisesi ile çıkardı karşısına sevgilisinin. “Her sevişmemizde hep o elbiseyi çıkarmak isterdi benden. O elbisem üzerindeyken şair olur şiirler döktürürdü adıma. Ne kadar sevecendi evlenmeden önce…” diye geçirdi içinden. Elbiseye alıcı gözü ile bakıp gülümsedi. “Ne kadar güzel bu elbise. Hayırdır akşam bir randevun mu var?” diye sordu.

Utanır gibi oldu İclal. Gülümseyerek “Evet!” dedi.

O anda anladı Müjgan biri ile randevusu olduğunu. Öyle ki; İclal’in kullandığı parfüm en kadınsı ve içine sıvı şehvet doldurulmuş olanındandı. Kokladıkça hatırlıyordu. “Bana doğum günümde bir parfüm almıştı. Ertesi gün sıkındım. Kendime özen göstermediğim halde o gün kaç kişi laf atmıştı bana. Çok kıskanmıştı beni. Sadece onun için sıkmamı istedi benden parfümü. Bu zamana kadar en azından hiç kaba olmadı. Hiç bağırıp çağırmadı. Fiske dahi vurmayı denemedi. Ama ruhu buna rağmen öldü. Birazcık ilgi için dayak bile yiyebilir miyim acaba ondan?” diye düşündü. Suskunluklarının arasının giderek açıldığını fark etti. “Bu gülümsemeyi ben biliyorum. Kiminle buluşacaksın kız çabuk söyle!”

Ağzı kulaklarına vardı İclal’in. Hani var ya…” derken kapının sesi duyuldu. Açılan kapıdan içeri Adnan girdi. Konuyu değiştirir gibi “Baba. Sana baktım az evvel neredeydin?” diye sordu ve yanına gidip sarıldı.

“Babam bana hep iyi kötü bir eğitim alıp daha düzgün bir hayat sürmemi söylerdi. O zamanlar daha düzgün hayatın ne olduğunu bilmiyordum ben. Düzgün hayat babamın bana verdiklerinden ibaretti zaten. Onun elinden çıkanlar ile bir sevgilim vardı, her ikisi beni yeterince mutlu ediyordu. İlerisi için hiç kafa yormadım ki ben…”

“Dışarıda işim vardı kızım.” dedi Adnan. Kapıdan girdiği andan itibaren gözü kızının giydiği o pembe elbisedeydi. “Bu akşam neden bu kadar iddialı bir kıyafet var üzerinizde küçük hanım?” diye sordu.

Tereddütsüz “Bu akşam okulun mezunlarından bu şehirde yaşayanlar bir araya geleceğiz de ondan.” dedi tek nefeste İclal.

“Böyle bir buluşmaya neden baloya gider gibi gidiyorsun peki?”

“Çünkü babacığım bu buluşma hani şu Aksoylar balık Lokantası var ya işte orada olacak.”

Gülümsedi Adnan. “Senin orada yemek yiyecek kadar paran var mı peki?”

“Daha iyisi var… Bana istediğimde nakit yardımı sağlayabilecek bir baba.”

Gönlünü çaldırmıştı kızına Adnan. “Sen sakın bir kızın olursa ona ne işletme okut, ne de böyle pahalı yerlere gitmeyi isteyeceği kadar iyi davran.” dedi Müjgan’a dönüp.

Bir şey söylemedi Müjgan. “Babamı çok kolay kandırırdım. Her seferinde ona gittiğimi anlamazdı. O zamanlar evlenmemize neden karşı çıktı anlamadım. Biz kötü bir şey yapmamıştık. Anlamıştı bu hale geleceğimizi. Bu güne kadar ona hiç kötü davranmadı. Beceriksizliğini hiç hatırlatmadı benim hatırıma. Babam benim! Her karşılaştığımızda üzgün bakar bana. Eğer istesem geri dönmek acaba kabul eder mi beni?..” diye geçiriyordu aklından mutfaktan çıkan Adnan ve İclal’i izlerken.

Yeteri kadar mutlu aile tablosu izlemiş olacaktı ki, kendini yeniden kadınsal isteklerinin pençesine bıraktı. Birkaç yıl önce kocasının rafa kaldırdığı romantizmi hatırladı. Ay ışıkları, yakamozlar, araba kaçamakları ve daha niceleri. Kocasıyla alakalı tüm geçmişi zihninde parlayıverdi bir anda. Sevgi dolu bakışları ve sıcak gülümsemeleri bir daha nasıl elde edebileceğini düşündü. Hayatının bu denli sıradan ve bu sıradanlığın artışı ile gittikçe çığırından çıkan bir hal alışını durdurabilmenin bir yolu olmalıydı.

“İclal’in n kadar güzel bir elbisesi vardı. Beni o pembeler içinde görse ne yapardı acaba? Şarabı severdi o. Hala içmek ister ama paradan dem vurur. Eve giderken şarap alsam, çaktırmadan girsem eve, pratik bir iki parça yemek hazırlasam, hatta buradan götürsem. Öyle ya, Adnan bey israftan hoşlanmaz, burada bozulacağına evinizde meze olsun der. Soğuk mezelerden alsam. üstüne de şarap! Sonra giyinsem onun için. Dekoltemi bol tutsam mesela. Eve gidince kesin uyuyakalır o televizyonun başında. Ama zorla da olsa uyandıracağım onu. Hayattan bezmiş hallerinden sıyrılmalı birazcık canım! Sofraya otursak. Yemeğimizi yesek. Eski günlerdeki gibi. Kollarımı masanın üstünde birleştirip göğüslerimi üstüne dayasam. Göğüslerime bayılırdı o. Bekli o iktidarsız hallerinden kurtulur. Ne olur bu gece sevişse benimle! Artık bir şey için herhangi bir tepki verse! Susmasa, korkuyor gibi bir tarafa çekilmese. Ne olur ya beni bir kere olsun görse üç yılın ardından!..”

Büyüdükçe hayalleri feryatlar savruluyordu sanki her yana o hayallerin içinden. Bir saate yakın kurdukça kurdu beyninde. Emin olmadığı için hiçbir şeyden aramak istedi kocasını. Telefonu açan yine aynı bezgin adamdı ve “Ne var!” dedi sanki azarlar gibi.

Alışkındı bu ses tonuna Müjgan. “Öylesine aramak istedim.” dedi çekingen.

“Madem aradın iyi oldu. Gelirken bana sigara getir.”

“Peki ya başka?” diye sordu Müjgan. Hayallerinin içine diliyordu o anda ve morali sorusuna alamadığı cevapla daha da bozuluyordu. “Vay Salih bey!” diye mırıldandığını duydu kocasının ve beklemeden “bana cevap vermeyecek misin?” dedi öfkesine kendisini kaptırarak.

“Pembe giyinmiş bir kadın Salih beyin ziline bastı.” dedi.

“Peki!” diyip kapattı telefonu Müjgan. Kocasında bir şekilde de olsa hayat belirtisi vardı şu anda. Bir başkasını beğenmişti evet ve bu onun hormonlarının hala ölmediğini gösteriyordu. Kıskanması gerektiği yerde sevinmesi ne kadar ilginçti. Bir anda hayalini kurduğu her şeyi yapmaya karar verdi. Önce içinden o pembe elbiseli kadına teşekkür etti ve sabahı vuracak gecesi için hazırlanmaya başladı.

9 Haziran 2010 Çarşamba

Deneme

iki dudağımın arasındaydı utancın.
Şimdi seni yücelten de benim, yerle yeksan edende...
Sen kalibresiz bir silahsın ellerimde ateşlenmeyen.
Mermin de benim, şarjörün de…
Kimsenin bakmadığı taraflardan aldın kattım seni dünyaya
Doğrun da benim, yanlışında...
Sen boğulup gitmek istedin insani yanının hatalarıyla,
Günden güne ben söküp aldım seni hayatın pençelerinden.
O günlerden sonra kininde bendim, suskunluğunda...
Bakma artık yüzüme,
Kırma fikirlerimi,
Düşme ruhumun üzerine daha fazla!
Çünkü sen gördükçe beni zahir aynanda
Ben çökertmediğim için seni
Kendimden utanıyorum!
Bundan kurtulmak içinse
Sırf seni yitirmek bile olsa sonu
Yine aynı cümleyi kuruyorum;
İki dudağımın arasında utancın
Ve kalk git artık dünyamın orta yerinden...

6 Haziran 2010 Pazar

Yanımdaki Çirkin

Bölüm 1: İddia Hakemi Patron

Bugün işler kesat. Kızının sürekli ve mızmızlanarak sunduğu yeni lezzetler fikri her müşteri kaybında daha da aklında yer ediyor sanki. “Artık sadece kebap ile olmuyor baba. Daha farklı, çabuk ve basit yiyecekler gerekli. Ne olur şu fast food işine de girsek. İki patates, bir hamburger derken sadece öğle yemeği için gelenlere değil, okul sonrası aç acıkan öğrencilere bile satış yaparız. Bu sayede satışımız inanmayacaksın ama ikiye katlanır.” Diye tekrarlıyordu her seferinde kızı ve her seferinde duyduğu bu cümleler yüzünden verdiği tek bir kararı vardı: küçük kızı işletme bölümünü kazanırsa asla göndermeyecekti.

Düşünüyordu. Okul çıkışı bir sürü kendini bilmez çocuk buraya doluşacaklar ve bir anda uğultulu bir karmaşa başlayacaktı. Kendinden başka, mekanının sabit müşterileri bile sırf bu yüzden gelmeyi bırakabilirdi. Birkaç lira daha fazlası için değer miydi bütün bunlara. Yağmasa bile gürleyen, kendi halinde bir lokanta idi burası. “On sekiz yılımı iki tane patatese kaybedemem!” diye geçirdi içinden. Üstelik sürekli müşterinin hoş sohbetini hiç bir şeye değişemezdi. Kim saat kaçta gelir, ne yemek ister ve hatta ne hakkında konuşur yemek yerken hepsini bilirdi. Kenetlenmiş, kendince kırılmayan bir döngü içerisinde kendi kendini ve on iki personelini rahatlıkla götürüyordu bu lokanta. Değişmenin ne alemi vardı?

Mesela şimdi saat 12:03. Birazdan Salih ve Musa gelirler. Daha kapıdan girerken koyu bir muhabbet üzerine tartışmaktadırlar. Musa çorba içmeden yemeğe başlayamaz, Salih ise yemek yerken sıvı tüketemez. Hesabı hep birbirlerine ödetmeye çalışan iki iyi arkadaştırlar. İlaç mümessili olmaları bugüne kadar çok yarar sağlamıştır.

Ve yine zamanı geldi. Önce kapıdan Salih girdi. “Pembe diyorum. Bu kadar da iddialıyım!” diyerek hızlıca yürüdü cam kenarındaki masalarına. Hemen peşinde Musa belirdi. “Bu kadar iddia bünyeye zarar bak kaybedeceksin!” dedi. Tek kusurlarının biraz gürültülü konuşmak olması dışında her şey yolundaydı. Sesli konuştuklarını fark etmiş olacak Musa mimikleri ile sessiz olmasını istedi Salih’ten. Musa kasaya baktı. “Adnan bey, buyurunda iki çift laf edelim.” dedi.

Patron Adnan tebessüm ile başını olur manasında salladı, elindeki işini kısa zamanda bitirdi. Sanki hayattan tek beklentisi samimi bir sohbetmişçesine hızlı adımlarla Musa ve Salih’in masasına yürüdü, selam verdi ve oturdu. Kısa süre sonra siparişler geldi. Sohbet yükünü almış ilerliyordu. “Siz yine neyin iddiasına girdiniz?” diye sordu Adnan.

Sessizlik oldu masada bir an. “Önemli değil Adnan Bey. Bildiğin şeyler işte.” dedi Salih soruyu geçiştirmek istercesine.

Musa girdi araya. “Bu adamın yine çapkınlık yapası gelmiş. Biri var, tavlarım diyor, tavlayamazsın diyorum. Yemeğine de iddiaya giriyoruz.” dedi. Söylediklerinden büyük keyif alıyor gibi bir hali vardı.

“Salih, sen sözlü değil misin zaten? Daha ne çapkınlığı?” diye sordu Adnan.

Zaten Musa’nın söylediklerine bozulan Salih Adnan’ın sorusu ile keyfini yitirdi. Samimi bir dile ve kendince açıklama yapmaya koyuldu. “Sandığın gibi değil be Adnan abi! Şimdi bu salak birini gösterdi durup dururken. Kız güzel evet. Dedi ki sen bu kızı tavlayamazsın durup dururken. Gaza getirdi beni. Bende değil tavlamak üç güne yatağa atarım dedim. İddia oldu işte.” dedi sıkıla sıkıla.

Adnan biraz bozuldu bu duruma. Ona göre ters bir durumdu bu anlatılan. “Şimdi sen bu kızla beraber olacak mısın yani?” dedi biraz sinirli.

Öfkeyi fark etti Salih. “Yok canım! Sadece yan yana bir resmimizi çekip bu mala göndereceğim!”

Biraz olsun duruldu Adnan. “İyi madem. Sen öyle diyorsan öyledir. Peki kaybeden ne yapacak?”

“Kaybeden hani senin bahsettiğin balık lokantası var ya, orada yemek ısmarlayacak.”

Olanları izlerken gayet keyifle lokmalarını yutuyordu Musa. “Hatta abi eğer ben kaybedersem seni de yemeğe götürürüm. Üçümüz böyle karşılıklı bir güzel rakı balık yaparız.” dedi.

Tereddütsüz kabul etti teklifi Adnan. Müşterileri ile sağlam bir dostluk kurmayı çok istiyordu. Musa’nın sırtaran ve Musa’nın buruşan suratlarına çaktırmadan bakıyor. Sanki yapayalnız bir adammışçasına kendince mutluluk çıkarıyordu. Yemeğin geri kalanını çoğu zaman sessiz, konuşulduğu zaman ise günlük sohbetler ile geçirdiler. Adnan her ikisine tatlı ikram etti ve yemek sonunda kapıya kadar eşil etti. Lokantadan çıktığında Musa ve Salih arkalarından bakıp kendini kızına karşı bir kez daha haklı çıkardı. Patates kahrolsundu. Yaşasındı kebapların gücü!

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Dile Gelmeyen Sıfat

Yüzünde gülümsemeler, kanında yeteri miktarda arpa suyu, beyninde hiç olmadığı kadar garip ve histerikli bir karmaşa. Oturdukları bu bankta kaç zamandır sohbeti için yanında gezdirdiği bu adamla Nilüfer bariz bir flörtün içindeydi. Kendini adamın şefkatinin başladığı yer olan omuzlarına yatırmış, arada yüzüne ve saçlarına konan öpücüklere aldırmadan ayın ılık yüzünü seyrediyordu…

İki yıl önce tanıştı Nilüfer Salih ile. İki yıl önce yan yana oturmak zorunda kaldıkları o tiyatro salonu akşamı, birbirlerinden zerre hazzetmeden ortak arkadaşları vasıtası ile el sıkışıp ilk selamlaşmalarını gerçekleştirdiler. Konuşmadılar, gülüşmediler ve neredeyse bakmadılar bile birbirlerinden taraf. Ne kadar yüzeysel ve olağandı her şey. Farklı olan, herkes gibi olsa da Salih’teki çekimdi. Kokusu muydu ilgi çeken? Hayır, bu çok basit olurdu…

Sohbet aşktan ve seksten açılmaya meyil etti ya bu gece, şimdi ne Nilüfer’in, ne Musa’nın tansiyonu bir dirhem düşmezdi. Daha yüksek dozaja erişmeliydiler cesaretlerini arttırmak için ve Musa gerekliği tedariki yapmak için bir süreliğine ayrıldı Nilüfer’in yanından. Gider gitmez Musa, telefonuna sarılıp Salih’i aradı Nilüfer, telefon açılmadı…

Salih’in kolunda Sertap’ı ilk gördüğü zaman Nilüfer sıradan bir olaya baktığını biliyordu. Salih’i her gördüğünde ise sıradan bir adama bakmıyordu o ayrı. Aynı olan ilk gün farklı olana denk gelen çekimdi sadece. Koku değil, yüz değil, bakış değil… Somuta anlam vuramadığın bir şey ise seni çeken ona şeytan tüyünden başka ne denir ki?..

Sohbetler açık saçık bir hal alıyordu. Hiçbir insan bu denli erotik öyküye bir seferde katlanamazdı. Sohbetin koyu şeridine girmeden önceki son işarette sabitledi beynini Nilüfer. Aklını son bir defa Salih için yordu. Boşverdi…

Salih avın kokusunu alan profesyonel bir avcı mıdır yoksa duyguların az daha ötesini isteyen pasif bir etobur mu? Nilüfer’i kıskacına almak hiç zor olmadı. Daha doğrusu Nilüfer o kıskacın içine kendini bırakmaya dünden razıydı. Koku değil, şeytan tüyü… Dokunuşlar, öpüşler hep bir adım ilerisine sabırsızlanan basit hareketlerdi. Salih’in üzerinde Sertap’ın gölgesi, sevişmekteydiler herhangi bir kuytuda…

Öyle bir noktaya geldi ki sohbet, artık cümleler kendini başka cinsel yaklaşımlara bırakmalıydı. Bu bankın üzerinde ne kadar olacağı bilinemezdi belki ama en azından ya Musa ya da Nilüfer bir hareket yapmalıydı artık. Bu kadar iç içe geçmişken bedenleri birbirlerine dokunmamaları içten bile değildi…

Kolay akan zamanların birinde büyüdü Sertap’ın gölgesi. Bu kadar erken rest çekmeyi Nilüfer bile beklemiyordu aslında. Tercih edilenin ise yine büyük gölgeli Sertap olacağı aklının ucundan dahi geçmemişti. Aynaya baktı bundan bir buçuk yıl kadar önce. Aynadan görünen surete nasıl bir sıfat yakışırdı? Düşündü, kabullenemedi…

Hepi topu iki kadeh yuvarlamak için çıktıkları bu akşam gezmesinin bu noktaya gelmesi olağan dışıydı. Salih ardından ağıtlar yakarken kısmen yanı başında olan Musa şimdi manalı gözlerle gözlerinin içine bakıyordu Nilüfer’in. O bakışlardan her manayı çıkarmak mümkündü. Arada bir sarf edilen kısık sesli ve iç gıcıklayan cümlelerin birinin ardından Musa nihayet yaktı gemilerini. “Sanırım seni öpeceğim!..”

Yalnız kaldığında iyice bundan bir yıl kadar önceydi Nilüfer. Sadece vakti oldukça Musa gelir, iki yersiz espri yapar, hayat ile ilgili saçma sapan saptamalarda bulunur ve ardına bile bakmadan giderdi. Kendi kendineydi sözün kısası Nilüfer. Şuursuzca aradığı sığınaklı limanın adı İlker’di. Geçmişinden gelen bir hatanın devam filmini yapabilmek adına İlker’e onu ne kadar özlediğini söyledi ve hayata kıyım yeniden başladı…

Olmazlara geldi Nilüfer. Olmazlarda uzun süre naz yaptı. Sebebi ise içindeki aslında hiç uyumayan kurnaz kadının tekrar kendini göstermesiydi. Musa elinde oyuncak oldu o andan itibaren. Tamamıyla kuklalaşan bu adamı avuçlarının içindeki bir şişe bira gibi savurması ne kadar da acımasızcaydı…

İlker’den sıkılıp, yeniden Salih’i arzulamaya başlayışı yine uzun sürmedi. Bunca kısa zamanlar periyodunda Nilüfer’in ne kadar ayran gönüllü ve şehvet meraklısı olduğunu gören sadece Musa değildi aslında ama, dillendiren bir tek o olmuştu. Yine üzülen ve bu seferki ile aynı kadın tarafından bozguna uğratılma rekorunu eline geçiren İlker oldu. Altı ay öncesine yakın bir zamanda iken Nilüfer Salih’e dönmenin çeşitli yollarını aramaktaydı…

Hakimiyetini ele geçirdi Musa’nın. Tüm kalelerini zapt ettiği halde, kendi surlarının gizli girişlerine ulaşan haritaların bir tek onun elinde olduğunu unutmuştu. Hiçbir şey yapamasa bile Musa tek bir cümle ile tüm emellerine ulaşabilirdi ancak ağırdan almak istedi ve saldırısını birkaç cümleye yaydı. “Benden hemen sonra telefona sarıldığını gördüm. Salih’i aradığını biliyorum. Açmadı değil mi?.. Açmaz.. Açamaz.. Ulaşamazsın… Çünkü, şu anda sözlenmek ile meşgul kendisi Sertap ile… İlker’de gitti hepimizden uzağa. Şimdi ise sadece ben varım!..”

Oysa ki daha iki gün öncesindeki sevişmelerinde bile Salih’in böyle bir iş içerisinde olacağı mantık dahilinde bile değildi. Salih iki yıl öncesinin aynısı idi ancak Nilüfer gittikçe daha fazla bağlandığı bu adamın tüm günahlarını üstlenip hayatına sahip çıkmasını istiyordu. İmkansız düşüncesini zihnine daha da fazla oturttuğu her an aynada yüzüne dair uydurup da dillendiremediği sıfata en sonunda nail olmuştu. Bir tek daha dün “Beni bir müddet arama…” diyen o adamın ardından bakarken henüz bunun farkında değildi…

Musa Nilüfer’in aniden dudaklarına yapışacağını biliyordu. Çünkü ancak şehvet müptelası kadınlar hayattan intikamlarını cinsel yöntemlerle alırlardı akıllarınca. Onların gözünde bu tatmin dünyaya verilmiş bir ders, geriye kalan milyarlarca insan için ise basit bir sıfattan ibaretti. En başından beri oyunun tek hakimi olan Musa ise Nilüfer’in benliğini tamimiyle ele geçirdiği anda kendini çekti. Nilüfer’in saçlarından tuttu ve öfke ile baktı gözlerinin içine. Dudaklarının ucuna basit bir sıfat geldi, söylemedi…

Olanlardan birkaç adım sonra Musa telefonuna sarıldı. “Salih… Dediklerim aynen oldu… Şimdi oturduğu yerden sıfatına ağlıyor…” dedi ve telefonun kapatıp olay yerinden uzaklaştı.

6 Nisan 2010 Salı

Bir İle Altı Arasında

Sade parıltılardan ibaret bir gün içerisinde. Düşünmeye, düşlemeye gerek duyulmayan sesiz ve kendine has bir zaman dilimindeyiz. Göz kamaştırıyor kimi renkler ya biz sanki kör olmuşçasına birbirimize dahi bakamıyoruz. Biz… Tam altı kişiyiz. Sen bir’sin, bizimki iki, turuncu kafalı olanımız üç, ben dört ve benimle balık tutan beş, o kadın ise altı… Hep beraber durmuşuz kayık gibi bir şeyin üzerinde, ışıkların körlüğünden suretler çözmeye çalışıyoruz.

Ne kadar zaman oldu ki böyle olmayalı, bir araya gelmeyeli veya. Bir ve hep yan yana halbuki. Beş bir adım uzaklarında. Sadece dört ve üç gereğinden fazla uzakta o kadar. Böyle bir durumda herkesin bu derece yakınlığından dolayı mutu olması gerekir. Ama bizler değiliz. Kör olsak bir deniz parıltılarıyla, renk cümbüşleriyle veya kendimizi kaybetsek bu huzur deryasının içinde, inatla mutlu olmuyor gibiyiz. Bu sebeple sanki herkes kendi haline göçmüş gibi. Belki de sırf bu yüzden kimsenin kimseye söyleyecek sözü yok. Biz şu an mutlu değiliz ve kimsenin kimseye hüznünden bahsedecek hali yok!

İki ve altı sohbet etmeye koyuluyorlar kendi aralarında. Dört ve beş zaten balık tutmanın derdinde. Üç desen yüzünü denizden yana çevirmiş, kollarının üzerine başını sindirmiş öylece kayboluyor mavinin içinde. Bir dediğin kendi içine kapanıyor sanki. Bir, boğazına cümle düğümlüyor. Ortada küçük bir kız çocuğu var. Vızıldayıp duruyor rahatsız etmeyecek boyutta ve kendi halinde. Baktıkça ona bir daha da küçülüyor kendi ebadından sanki. Bir kütlesi gittikçe azalan ve hacmi aynı oranda kaybolan çürümeye yüz tutmuş bir madde sanki o bit kadar çocuğun suratındaki aptal gülümsemeye baktıkça. Yüzü kararıyor, nedendir bilinmez.

İki ve altı sohbeti koyulaştırıyor. Herkes kendi dünyasına göçüyor belli ki. Yalnızca bir o anda kalmakta inatçı gibi, nedeni bilinmez. Çocuk gülümsüyor, iki ile altı sohbet ediyor ve bir zamana daha sıkı sarılıyor. Saniyeleri dikişliyor sanki vücuduna. Hani elinden gelse durduracak tek bir bilek hareketi ile zamanı ya, gücü yetmiyor. Bir zamanı kontrol edemiyor ve bunu ve o çocuğun gülümsemesini ve o sohbeti ve herkesin kendi alemine ruhen göçüşünü kabullenemiyor. Bir istemediği biri gibi oluyor, nedeni bilinmez.

Zaman sarkaçlarını aksatmaz asla. Ne akrep durur olduğu yerde ne yelkovan. Zaman dediğin aktıkça tükenmeyen tek kum çeşidi. Kabul ediyor bir. Elinden geleni yaptı nasılsa. İmkansızı beceremeyince geriye kalan tek şey içinden geçen o düğümleri çözmek oluyor…

“Onunla birlikte olmayı sen istedin. Şimdi sen istesen de istemesen de buradaki herkes hep beraber olacak…”

Bir ne demek istedi? Bu söylenenin anlamı ne? Allah aşkına söylese, bunu söylerken amacın neydi? Usulca kararan yüzünde görünmeyen dudaklarından çıka çıka bu sözler mi çıktı? Bir açıklaması olmalı bunun. Konuştuktan sonra bile kararmaya devam eden çehrenin bir manası olmalı! Hepimizi dünya döndürmenin, ilgiyi senin üzerinde toplamanın… Her şey iyi güzel ama, iki ile altı seni duymadılar sanki. Baksana onlar hala kendi halindeler. Çocuk bile seni fark etmemiş gibi tam dibinde olmasına rağmen. Neden?..

Gittikçe kararan, karadıkça yok olan bir varlıksın artık sen ve seni bu yok oluştan kurtaran, içimde bir yara olmanı engelleyen, günlerce seni düşünmemi sağlayacak olandan kurtaran çalar saatime teşekkür etmelisin!..



"Fon Müziği: Replikas - Boş Vücut"

3 Nisan 2010 Cumartesi

Sonrası

Kanatsızlık kötüdür. Hakkından gelemediğiniz her davranışın ardından kendinizi geri çektiğiniz andan itibaren çelişkileriniz başlar ya hani, işte o zaman hüküm yeteneğiniz kaybolur. Sonuçlara varamazsınız. Kestirmeden akıp gitmek gibidir içine düştüğünüz belirsizlik. Yolun sonunda intihar bile olsa kapılıp gitmek en doğrusu olabilir size göre. Ama bunu yapmayın! Ölüm asla belirsizliğin getirdiği bir çözüm yolu olmamalıdır. Bunu söyleyen ben bundan birkaç saat önce intihar etmiş bulunmaktayım.

Boş bir odada etrafıma baktım bir müddet. Duvarlar üzerinde hayali filmler oynatmak önce keyifliydi, ardından yüreğimi burktu. Saydam yüzeyi olan, altı uçurum bir cam üstünde çıplak ayaklarımla yürümek istedim. Düşünmesi bile heyecan vericiydi. Sonra düşmekten korktum. Derken ne hikmetse düşememekten… Bu bir ölme iste değildi ilk bata. Yattığım bu sedyeye düşmeme meyil ettiğim zamanın başlangıcında farklı hisler besliyordum çünkü. Aklımda ölmek yoktu. Evet, bütün hayatım ters gidiyordu. önce dış sesler gitti benden, ardından insanların önemsiz olanları, son olarak önemsediklerim ve sevdiklerim. Buna rağmen beslemediğim bir ümidimin bile olmayışı ölümü zihnime değdirmiyordu bile. Akşam güneşi doğmadı ki batsın. Bu sefer yalan söylemişti Orhan Baba…

Yüzeysel olmayı seçmedim asla. Kurallar, değerler, yargılar hep benden öteydiler. Kendime bir uç belirlemiştim buna da evet. O uçta ben vardım ancak sadece. Benim gibi olan yoktu. Zaten başlangıç noktam da bu oldu benim. Yüzümü çevirdiğim tarafta, gittiğim yolda, durduğum yerde ya da herhangi bir ortak payda içerisinde olduğumu sandığım anda insanların sayısı git gide azalıyordu. Azınlığa düştükçe farklılaşıyordum. Farklılaşan ben değildim oysaki, insanların mercek ayarlarıydı sadece. Mercekten içeri yansımayan zahir bir görüntüyü var saymalarıydı tüm fikirlerini değiştiren. Çünkü değişen dünya kendini olumlu olanın içine sürüklemiyordu ve bu sayede tüm fikirler, hissiyatlar gittikçe kutuplaşan bir fesatlık kümesi içinde hapsoluyordu. O tutsaklıkların haricinde ben sahteymişim gibi dışlanıyor, hor görülüyordum.

“Beni bu hale toplum getirdi!” demek işin başında gerçekten çok zordu. Hangi yöne ne haykıracağımı bilemedim. İnsanların haddini bildiremezlik bir müddet onarın yolunda akmamı gerektirdi. Sadece küçük bir çıkış noktası ile bastığım ilk feryadımı hala daha susturamıyorum. Tüm hayata rest çekip kendi dünyama benzerlik göstermeyen ne var yoksa yıktım, parçaladım, üstüne basıp ezdim! Nitekim sağlam bir duruşum olmuştu hayatta.

Derken kendimi tek sahibi ilan ettiğim kalemin surlarını iyice sağlamlaştırıp genişlettim. Hava limanlarında donuna kadar aranan insanlara çekilen o aşırı paranoyak muameleyi düşünün, işte herkese bunu yaptım ben! Ne zaman ki insana acıktım, zikrime yakınlık gösterenleri barındırdım yanımda. Düşünmedim onlarında diğerlerinin dünyasından olduklarını. Bu durumu hep göz ardı ettim sırf açlığımı dindirmek için. Onlarda başımı belaya sokmak ve hatta kendilerine beni küstürmek gibi mühim hususlarda çok başarılı oldular. Zamanı gelince ilişkimi kestim, görüşmedim. Yeri geldikçe insana acıkırdım, kimse olmazdı, son isyanımı da böyle bastım tüm dünyaya: “Ulan!.. Hiç mi benim gibi yok bu dünyada!”

Amerika’da evet… Viktorya şelalesinde yanlış hatırlamıyorsam… Yanlış hatırlıyor da olabilirim. O saydam yüzeyden var. Şelalenin üzerinden kalın ve camdan bir platform üzerinde yürüyorsun çıplak ayakla. Sırf bu heyecanı bu halimle hissettiğim için kendimi şanslı hissedebilirim. Zaten az önce tepemde tansiyonumu ölçen hemşire de bu heyecanımın ne kadar hoş olduğunu söyledi. O cam platformun nerede olduğunu sordum, bilemedi.

Hemşire de tıpkı diğerleri gibi. Ama ne kadar güzel gülümsüyordu. İnsanlığından mıydı peki bu davranışı? Yoksa sahtekar bir gülümseme mi? İşte aynı böyle bir ikilemde kalmıştım intihar etmeden önce. Kimsesiz, insansız hatta, bomboş dururken o odanın içeririnde kendime bir soru sordum. Onlar gibi olmalı mı, olmamalı mı? Cevabım yoktu. “Hayır, onlar gibi olamam!” diyip ölmeye niyetlendiğimi sanmayın. Bu çok kestirme olur. Beni bu karasızlık öldürdü ruhen. Ne yapmam gerektiğine karar verememek, söylemek de pek istemem ama kanaat getirememek benim katilim olmak istedi. Madem bu dünyada böyle boş bir kalıptım, toprak altına yolculuğu biraz öne almalıydım. Bir veda mektubu bile yazmadan, fazla ortalığı karıştırmadan geberip gitmeliydim. Ben nasıl diğerlerinin yaşamını umursamıyorsam onlar da benimkini umursamazlardı nasılsa. Öyle ya, ayrılık bir bıçak gibi keskin ve terk edilmiş bir şehir gibi ıssız olmalıydı. Bir tek buna kara verdim ve ölmeye yattım…

Etrafımda kimse yok. Bana sürekli bir refakatçi soruyorlar. Beni buraya getirenin kim olduğunu, neden beni bırakıp gittiğini… Cevap veremiyorum. Beni kim getirdi bilmiyorum. Fakat, sanıyorum ki beni getiren “o”. “O”nu çok kırdım. Bu hayatta en çok “o”nun ızdırabı oldum. Bir tek bunun için üzülüyorum şimdi. Ve geri döndüm şimdi. Ve yine hayatımda ilk defa bir insan için suçluluk duygusu hissediyorum. Sanırım sırf bunun için yaşadığıma seviniyorum. Nihayet bir yönüm var insana dair ve kazanmam gereken biri. Bunca cümledir sürekleşmiş ”ben”cilliğimin aksi istikametinde bir yöne sapıp birazda bir başkası için yaşamanın zamanı sanırım. Ya da ben öyle sanıyorum… Yine paranoyaklığımdan mıdır nedir, bilmiyoru…



“Ezgi’ye…”

28 Şubat 2010 Pazar

Neslinin Bir ve Her Günü

İnsanların yıllar içerisinde değişmesine çokça tanıklık etmişti ama kendindeki kısa sürede meydana gelen değişimi fark edememişti belli ki. Arkadaşlarıyla oturup dedikodu ve alışveriş yapıp ağırlıkla gençlerin izlediği dizileri, klipleri izlemesi gerekirken; birden bire, açılan her mevzuda ya bir arkadaşının, ya bir akrabasının ya kendisinin, ya nişanlısının, ya nişanlısının ailesinden birinin ya da hiç olmazsa bir ünlünün de başından geçtiğini anlatmadan duramayan insanlardan olmuştu. Her şeyde olduğu gibi bu değişimi de ivedilikle olmuştu ne yazık ki. Kimse onun hızına yetişemiyordu. Hayatta hep iyi bir şeyler yaptığını sanan bu kadın kendi hayatını mahvettiği gibi etrafındaki bir çok insanın da hayatını mahvettiğinden habersizdi. Her şeyden haberi olduğunu sanan bu kadın yüzlerce insanın hayatını yavaş yavaş mahvettiğinden habersiz olamazdı ama son aylarda öyle hızlı değişmişti ki yine hiçbir şeyin farkında değildi.

Akşamları iş çıkışı çok da lüks olmayan mekanlarda nişanlısıyla belki bir yemek yiyor, belki birer kahve içiyorlardı. Ama içki asla. İçki kötülüklerin anasıydı. Ne demekti öyle nişanlısıyla-yüzük takıldıktan sonra elini tuttuğun adamın sıfatı da değişiyordu- gece vakti (geceden kastı akşam saat sekiz belki) bir yerlerde içki içmek tövbe bismillah ağzına sürmezdi. Ki adı üzerinde, bu meret ağızdan başka bir yere de sürülmezdi. Herhangi bir arkadaşının yapağacağı böyle bir espriye muhtemelen gözlerini belertip cik cik diye karşılık verecekti. Her ne kadar böyle bir insan olsa da teknolojiden bihaber değildi. Twitlemek nedir biliyordu. Onun için bulduğu uygun fırsatlarda twitlemekten asla çekinmiyordu.

Eski sevgilisi yeni nişalısıyla çok geç olmadan (akşam on gibi mesela) yemek yediği; kahvesini, çayını içtiği mekandan ayrılıp yeni aldığı arabasıyla muhtemelen yalnız yaşadığı evine gidecekti. Komşuları onu bu saatte nişanlısıyla sarmaş dolaş görmemeli, nişanlısı da bir fincan kahvesini içmek için sevdiceğinin evine gitmemeliydi. O anda tek istediği konu komşunun diline düşmeyecek bir şekilde, nişanlısına uzaktan iyi akşamlar dileyip doğruca bekarlığın son günlerini yaşadığını düşündüğü o eve gitmekti. Nitekim öyle de oldu. O saatte hiç kimsenin altıncı, sekizinci, onuncu kattan pencereyi açıp da onun tipsiz nişanlısına bakacak halleri yoktu. Birçoğunu tanımıyordu; hatta alt kat ve kapı komşusu dışında tanıdığı kimse yoktu bu on katlı koca apartmanda. Onunki taze nişanlılığın vermiş olduğu taze ve gereksiz heyecandı işte. Nişanlısı ne hayaller kurarak bırakmıştı belki de kendisini eve. Şimdi onun arabasıyla gittiği iki sokak ötedeki evinde olmak yerine nişanlısının yanında olmak için neler vermezdi? Muhtemelen hiçbir şey vermezdi bunun için. Nasıl olsa altı ay sonra fazla fazla alacağı bir şey için riske girmenin alemi yoktu. Onlar artık nişanlanmış bir çift oldukları için ne gözleri harama bakar ne de elleri harama uzanırdı. Onlar harama uzaktan iyi akşamlar, altı ay sonra görüşürüz diyebiliyorlardı ancak. İki yıl süren sevgililik dönemlerinde nerde akşam orda sabahlı günlerini çoktan unutmuşa benziyorlardı.

Kadın yalnız yaşadığı evine gitmiş, cep telefonunun ışığıyla holdeki lambayı yakmış doğruca hem çalışma hem de yatak odası olarak kullandığı odasına girmişti. Bu oda aslında onun yatak odasından çok çalışma odasıydı.

Eşyalarını çalışma masasının yanına bırakıp üzerine hemen rahat bir şeyler buldu ve giydi. Bulması o kadar zor olmadı zira yatağın üzerinde sabah çıkarıp üzerine attığı gri üzerine pembe puantiyeleri olan son yılların en revaçta pijamaları vardı. Bu grili pembeli, kimisi kalpli, kimisi çizgifilm kahramanlı istisnasız 12-35 yaşları arasındaki her kadının çekmecesinde olan bu pijamalara sahip olmak ona müthiş bir farklılık duygusu hissettiriyordu. Aslında bu pijamalara sahip olan her kadında vardı bu ve buna benzer gereksiz duygular ve böbürlenmeler. Çünkü hepsi bu pijamaların yalnızca kendilerinde olduğunu sanıyordu. Tezgahtar muhtemelen bu pijamaların yanında bir de farklılık, biriciklik, tek sendecilik gibi duygular veriyordu promosyon olarak. Yoksa griyle pembenin uyumunu yakalamış birbirinden habersiz bunca kadın, aynı duygulara nasıl sahip olabilirdi ki? Yeni aldığı arabasından ve iki yıllık sevgilisi, bir aylık nişanlısından gözlerini açıp birazcık etrafına baksa çalıştığı dershanenin bulunduğu caddede her pazar beş liraya bu ve türevi pijamaların kapış kapış satıldığını görecekti.

Hızlıca soyundu ve hızlıca giyindi sabah yatağın üzerine fırlattığı pijamalarını. Toplu olan saçlarını hiç yakışmayan ojeli elleriyle geriye doğru itti. Saçlarının önüne gelmesinden rahatsız olmalıydı ki artık bu onda bir tik haline gelmeye başlamıştı birçok refleksif hareketleri gibi. Öğrencileri daha ikinci dersten anlamışlardı onun garip hareketlerini. Kendine has birtakım hareketleri ve konuşması vardı. Taklit edilmesi de kolay değildi öyle. Konuşmasında ve hareketlerinde hafiften bir erkeksilik/kabadayılık seziliyordu. İnsanı kararsız bırakan tiplerdendi.

Bilgisayarını açtı ve masaüstünün gelmesini bekleyene kadar kendisine hiç mi yakışmadığı zaten çoktan akmış olan makyajını, asıl amacı bebeklerin poposunu silmek olan bir ıslak mendili alarak gözlerini fal taşı, ağzını da yamuk bir o/ u harfi gibi aynı anda açarak önce gözlerini daha sonra da aynı ıslak ve kirli mendille tüm yüzünü sildi ve yer yer kara yer yer ten rengi olmuş mendili konsolunun önüne öylece bırakıverdi. O sırada masaüstü çoktan gelmişti. Hemen internete bağlandı. Onun bağlan tuşuna basması hemendi; ama internetin bağlanması pek hemen gibi olmadı. O, internet hemen bağlansın diye beklerken o sırada msn'de çevrimdışı konuşacağı meslektaşlarına soracağı ve meslektaşlarının da ona soracağı fakat onun öldürseler söylemeyeceği soruları düşünüyordu hızlı hızlı. Ya o her şeyi çok hızlı yapıyor ya da dünya çok yavaş hareket ediyordu ona göre. İnternet bağlanır bağlanmaz kullanıcı adı ve şifresinin kayıtlı olduğu, kişi kartında ise nişanlısı ile nişan töreninde çektirdikleri fotoğraf olan msn'sini açtı ve çevrimdışı konuşacağı arkadaşlarının çevrim içi olup olmadığına baktı. Meşgul görünüyorlardı. Bir tanesiyle slm, mlm derken konuşmaya başladılar ve rakip dershanelerin yine rakip iki meslektaşı birbirlerinden hem bir şeyler koparmaya hem de birbirlerinden bir şeyler koparmamaya uğraşmakla iki saat geçirdiler. Sohbet sonunda ikisi de aldıklarından memnun, verdiklerindense hiç memnun değildiler.

Kadın işini bitirdiği bilgisayarını kapattı ve derhal öğrencilerine aylar öncesinden uygulayacağına söz verdiği tarama için kollarını sıvadı. Evin içinde ne kadar soru bankası, yaprak test, konu anlatımlı kitap, fotokopi varsa salondaki mütevazi yemek masasının üzerine yığdı ve koşa koşa odasındaki çalışma masasının üçüncü çekmecesinden yapıştırıcısını (o buna prit diyordu, markası prit olmasa dahi), makasını, lazım olmayacağını bile bile falçatasını ve temiz A4 kağıtlarını aldı ve onları da kitap yığınlarının arasına bırakıp doğruca kaynadığını "tık" sesiyle haber veren su ısıtısının yanına, mutfağa koştu. Suyu ısınması için ısıtıcıya koyarken hazırlamış olduğu üçü bir aradalı kahve kupasına sıcak suyunu doldurdu ve salondaki mütevazi masasına geçti.

Bir yandan sıcak kahvesini üfleyip ufak yudumlar alırken bir yandan da kitap yığının en üstündeki kitabı almış bir arpa boyu adlı konuyu arıyordu. Zira kendisi dört ay boyunca ancak bir arpa boyu yol kat edebilmişti. Bulduğu bir arpa boyu konusuyla ilgili ilginç, zorlayıcı, geçerliliği ve güvenirliği yüksek olmasını beklediği soruları seçip kesiyor, bir yandan da boş A4 kağıtlarına yapıştırıyordu. İki saat süren çalışmasının ardından bugün de çok iş, az laf yaptığını düşünerek kes yapıştır olarak hazırladığı taramasını da bitirmiş olmanın mutluluk ve rahatlığıyla doğruca yatağa attı kendini. Yatmadan önce hızlıca tuvalete gidip yine hızlıca hacetini görmeyi, sonra banyoya gidip hızlıca dişlerini fırçalamayı ve tabi ki hırsızlara ve kötü adamlara karşı dış kapısını kilitlemeyi unutmadı.


23 Şubat 2010 Salı

Soytarının Sorunu

Aklımın soytarısı...
Hala komik değilken şakaların
Sen inadına güldürmek ister gibisin.
Bir burnun kaldı seni bana eş tutan.
Geriye kalanın zaten boya...
Aklımın soytarısı...
Sen benim asla hüzünlenmediğimken
Nereden çıktı bu seyirsiz ızdıraplar söyle bana!
Ya da yok...
Git bir yüzünü yıka ve dön bak aynaya.
sorun sensin çünkü!
Sen ve senin olamadığın her şey...

12 Şubat 2010 Cuma

Atari

10 yaşındayım. Dersleri fena olmayan bir ilkokul öğrencisiyim. Sabahçıyım. Hiç sevmiyor olsam da sabahları erken kalkmayı, mecburen sabahları saat 6'da ayakta oluyorum. Aslında öğleden sonra tamamen boş olduğu için fena da olmuyor aslında. Günde 7 saat ders görüyorum ve 12.30 gibi evde oluyorum.

Evde yapacak çok fazla işim olmuyor. Tâkdir edersiniz ki ilkokul ödevleri kısa sürede bitiriliyor. Meselâ ben, öğretmenin haftasonu yapmam için verdiği ödevleri cuma akşamından bitirip Cumartesi-Pazar sokaklarda arkadaşlarımla eğleniyorum.

Aslında çok fazla da arkadaşım yok. Mahallemdeki çocukların birçoğunu sevmiyorum. İki kardeşle aram iyi sadece: Hikmet ile Mehmet. Onlar olduğu zaman beraber evlerinin önündeki bahçede top oynuyoruz. Genelde de kavga ederek ayrılıyoruz. Eve gidince kim niye kavga ettiğini hatırlamıyor ve ben ertesi gün kahvaltıdan sonra kendimi yine onların kapısını çalarken buluyorum.

Pek çok zaman da televizyon başında çocuk programları ve çizgi filmler izlediğim oluyor. Kimi zaman çok eğlenirken kimi zaman da çok sıkılıyorum ama arkadaşlarım sokakta poşet ile kar üstünde kayarken Susam Sokağı izlemek, bana daha cazip geliyor.

Bunun dışında bir eğlencemiz de atariler. Benim atarim yok. Mustafa adındaki bir başka arkadaşımın var. Aslında Hikmet ve Mehmet kadar iyiydik onunla da fakat o atariyi aldıktan sonra değişti. Evden çıkmaz ve akşama kadar onnunla vakit geçirir oldu. Bu nedenle de artık sevmiyorum Mustafa'yı. Beni de oynatsa severdim ama.

Bazen Hikmet ve Mehmet'in evine değil de Mustafa'nın evine gidiyorum dışarıya onu çağırmak için: gelmiyor. Yatak odasının camı kolay uaşılabilir bir yerde olduğu için demir parmaklıklarla kapatılmış ve benimle oradan konuşuyor. Ne yaptığını sorunca "Atari oynuyorum." diyor. Aslında buradan bu görülüyor ama yine de beni de davet etsin diye bu soruyu soruyorum: davet etmiyor. "Ama istersen buradan izleyebilirsin" diyor. Ben de ayakta onun oynadığı oyunları dışarıdan izliyorum: demir parmaklıkların öbür tarafından.*

İnsanın bir zamanlar iyi bir arkadaş olduğu insandan bu şekilde bir davranış görmesi beni üzüyordu. Ama ben oradan ayrılmayı hiç istemiyordum çünkü o anda yaşadığım eğlence üzüntüme baskın çıkıyordu. Bir de gurur var ama onu anlamlandırabilecek bir yaşta değilim.

Daha sonra -biraz geç kalmış olsam da- sünnet oluyorum. Düğünümde takılan paralarla bir atari de ben alıyorum. İki farklı eğlencemin yanına bir de bu atari ekleniyor. Ben de uzunca bir süre kendi başıma evde atari oynuyorum.

Sonra büyüyorum. Hikmet ve Mehmet'in kardeşi de büyüyor. Atarilerin yerini Play Station'lar alıyor ama bir tavır hiç değişmiyor: Eğlencenin dışındaki çocukların demir parmaklıkların ardından kendi başlarına bu eğlenceye katılması.

*Bu satırları yazmak bana şu karikatürü anımsattı:

2 Şubat 2010 Salı

31 Ocak 2010 Pazar

İstenilen Düzey

Bölüm 10: Kontrolü Kaybetmek -1-

Er ya da geç insanın zihninde büyüttüğü her olay bir şekilde ve eksik dahi olsa karşısına çıkacaktır. Kişinin bilincinde canlılık verdiği her hayal çok istediği takdirde vücuda bürünür. Söz gelimi kişi o güne kadar hiç tatmadığı bir yiyeceğin hayalini kurar. Yaşadığı coğrafya da o yiyeceği tatması imkansızdır. Ancak sürekli dillendirilmeden, içten içe istediği o yiyecek ismi hayat enerjisi midir yoksa dünyaya beyin gücü ile mesaj göndermek midir bilinmez, hiç ummadığı bir anda tabağına düşebilir. Önemli olan sessizce ve sabırla o isteği beyinde tekrarlamaktır. Atlanmaması gereken tek unsur ise kontrolü kaybetmemektir. Yoksa o yiyecek her ne ise zehir olur.

“Ben yedi ayda çok değiştim. Eskiden bu yaşadıklarım bana çok uzaktı. Ben şimdi diğerleri dediklerim gibiydim. Ne bilirdim alternatif bir akım, ne de dinlerdim farklı bir müzik. Ömrümde hiç bu kadar kitap bile okumadım ben mesela. Herkesin geçtiği yollarda benim de ayak izlerim vardı. Şimdi bile bu söylediklerimin başka bir tasvirini yaşıyorum aslında. Düşünsene, gündüzleri devlet mesaisinde bir memur daha ne kadar bir başkası olabilir ki? Ne kadar çabalarsam çabalayayım benim olduğum yer belli. Sabitlerim, merkezim… Her şeyim ortada. Etrafındaki insanlara bir bak. İlk zamanlar etrafımdan ayrılmazlardı. Kimi dalga geçmek için, kimi farklı geldiğim için onlara. Şimdi kimse sallamıyor. Belki beni seviyorlardır ama benden çok şu ısmarladığım şarabı sevdikleri kesin. Böylesine saçma bir yalnızlık içindeyim ben Büşra. Selen beni ne kadar delirmek üzereyken kurtarsa da, yalnızlığımdan kurtaramadı. Aslında belki de bunun için bir işaret verdi bana. O işaret sensin. Bak Büşra; ben bu bilmediğim alem içinde bir başınayım hep. Ne zaman ki seni gördüm, sen güldün. İşte ben o zaman kendim için bir anlam buldum sanki. O anlam sensin. İşte bu yüzdendir ki ben senden çok hoşlanıyorum. Ve yine bu yüzdendir sana yalvarıyorum. Bir el at, beraber çıkalım birbirimizin yalnızlıklarından…”

Ardı ardına sıralı bunca cümlenin akabinde derin bir nefes aldı Furkan ve bir defada bitirdi şişede kalanı. Kendince şairane, dışarıdan bakan için ise acizlikti bu söyledikleri diye düşündü. Elindeki şişeyi tek savuruşta ancak birkaç karış uzağa atabildi. Gözlerini kısıp yüzüne dahi bakmayan Büşra’nın bir şeyler söylemesini bekledi. Ellerini üzerinde oturduğu deniz kumlarına gömdü. Heyecanı nefesinden anlaşılıyordu. Bu kadar acele etmenin meyvesi ne olacaktı bilmiyordu. Büşra’nın yere eğik ve bir türlü yukarı kalkmayan yüzü birçok olumsuz şeyin işareti gibiydi aslında. Suç işlemiş çocuklar gibi parmağıyla kumlar üzerinde anlamsız şekiller çiziyordu. “Bakmayacak mısın bana?” dedi Furkan umutsuzca. Cevap iki tarafa salladığı başıydı Büşra’nın. “Bir şey söylemeyecek misin peki?” dedi Furkan ilkinden daha umutsuz. Cevap yine aynıydı.

Ne düşündüğü, ne hissettiği belli değildi Büşra’nın. Saçları yüzünü kapattığı o mahcup anından beri hiçbir şey anlaşılmıyordu. Dalgalanan denizi izlemeye karar verdi Furkan. Uzun uzun baktı denize, yakamozu izledi. Alkolün etkisinden kafasını kaldıramadığını düşündü yakamoz sayesinde. Aklına en olumlu fikir olarak bu gelmişti o an. Hatta her an bu etki onu kusturabilirdi. Sessizlik sürdükçe içinde olumlu olan her şeyin Furkan’ı terk edişi hızlanıyordu. Kendini okkalı bir “hayır” cevabına hazırlamaya niyetlendi bu yüzden Furkan. İşin en sinir bozucu tarafı ise, o “hayır” cevabının da bir türlü gelmediği lanet sessizliğin giderek daha fazla baş ağrıtmasıydı.

Bir uğultu gibi geldi cevap. “Olmaz…”

Ne kadar hazırlasa da kendini o kısacık sürede Furkan, aldığı cevabın yüzünü düşürmemesi imkansızdı zaten. Bakmaya lüzum dahi görmeden Büşra’ya “Neden peki?” diye sordu.

“Ben seni hiç o gözle görmedim çünkü.” dedi Büşra. Kumlarla oynuyordu. “sen benim için bu kumsaldaki kumlar gibisin. Eğer seni sevgilim gibi görseydim bu kumların gün geçtikçe tükendiğine şahit olurdum. Hep öyle oldu hayatımda zaten. Ama sen öyle değilsin. Hep daha fazlasın. Eğer bozulursa bu denge hem sen hem de ben zarar görürüz. Üzülmeni istemem ama…”

Öyle bir anda göz göze geldiler ki, Büşra’nın söyleyeceği sözler boğazına düğümlendi bir anda. Gözlerinin birleştiği hizada sadece Furkan vardı cümlelere hakim. “Üzülmememi ne kadar istesen de imkansız bu. Bu konuşmadan sonra sende üzüleceksin belki de. Ama iki gün sonra ne olacak… Hayrı ise hayırdır. Söyleyecek bir şeyim yok. Artık yapacağımız son şey son bir sarılış ve sessizce uzaklaşış birbirimizden. Çünkü bundan sonrasını ben kaldırabileceğimi sanmıyorum.” dedi Furkan kendinden dahi beklemediği bir olgunlukla.

Kısa süre bakıştıktan sonra sarıldılar birbirlerine gözleri kapalı. Olmayacak şeydi bu Furkan’ın yaptığı. Saçma sapan bir acı deneyimi edinmekti aklındaki. Anladı ki, aslında Büşra’da ona karşı bir şeyler hissediyordu. Ancak neden ve nasıl çekiniyorsa uzak durmak istiyordu Furkan’dan. Heyecandan titreyen bedenini hissediyordu Büşra’nın. Yine de kurcalayıp üstüne gitmek istemiyordu. Gözlerini açıp anın ızdırabından kurtarmak için kendini tam karşısındaki Selen’e baktı. Yüzünde şaşkın bir ifade ile denizden tarafa dönmüş bir şeyler izliyor gibiydi. Anlamak için Selen baktığı yöne çevirdi gözlerini. Baktığı yerde Adil’in üzerine abanmış bir Nazan ve kaçacak yeri kalmamış, sadece çırpınan bir Adil vardı.

26 Ocak 2010 Salı

Var Olanın Adamsızlığı

Ağzı çürük elma gibi kokuyor. Durmadan, hiç durmadan bir şeyler anlatıyordu kadına, kadının gözlerinin ta içine bakarak. Kadınsa adamın ağzından çıkan her lafı diğerleriyle birleştirerek koca bir uğultu olarak işitiyor ve konuşan birinin dudaklarına bakan diğer insanlardan farklı olarak hem adamı dinlemiyor hem de dudaklarından çıkacak kelimeleri beklemiyordu.


Ağzı çürük elma gibi kokuyor ve kadın adamın gözlerine bakıyordu. Korkutucu büyüklükte gözleri vardı. Bazen, anlattığı şeylerin heyecan vericiliğinden olsa gerek daha da büyüyordu gözleri. Kadın adamın gözlerinde bir şeyler bulmaya çalışıyordu sanki. Hep böyle mi bakardı gözleri? Yoksa şimdi, şu anda hayatı boyunca hiç bakmadığı kadar güzel ya da çirkin mi bakıyordu?


Adamın gözbebeklerinde kendini gördü. Çiseleyen yağmurda saçları yavaş yavaş etkilenerek baya ıslanmış olmalıydı ki, adamın gözlerinde baktığı kendini hiç beğenmedi. Hemen o anda kalkıp gitmek istedi masadan. Onun için önemliydi adamın bakan gözlerinden kendisini güzel görmesi.


Doğruca oturdukları çay bahçesinin tuvaletine gitti. İlk yaptığı iş saçına çeki düzen vermek oldu. Sonra aynada uzun uzun kendine bakmak. Bu kez adamın gözlerine bakar gibi kendi gözlerine baktı. Adam için düşündüklerini kendi için düşündü. Peki ya o, daha önce de böyle mi, bu gözlerle mi bakmıştı dünyaya. Yok olamazdı. Hiç görmediği kadar güzeldi sanki bu kez gözleri. Korkutmuştu kadını gözlerinin güzelliği. Ya adamınkiler nasıldı? Bilemezdi ki. Daha önce hiç görmemişti ki adamı, gözleri hakkında yorum yapabilsin. Acı vericiydi bu durum, biraz da gizemli. O yüzden değil miydi ki zaten, adamın ağzı çürük elma gibi kokarken onun inatla, ağzında kocaman bir tebessümle belki anlattıklarının bir yerine denk gelir diye adamın gözlerinin ta içine içine bakması.


Kadın birden ne kadardır ayna karşısında kendini ve adamı düşündüğünü düşündü. Kafasından hızlıca neler düşündüğünü geçirdi ve ortalama olarak bu düşündüklerinin kaç dakika sürebileceğini hesap etti. Korkulacak kadar çok dakika olamazdı. Sakin olmalıydı. Aynaya, yüzüne, gözlerine son bir kez bakıp sakince tuvaletten çıktı.


Adam kadın tuvaletteyken çay bahçesinin yağmur düşmeyen bir yerine geçmişti. Kadının eşyalarını da özenle yeni masanın bir sandalyesine yerleştirmişti. Kibar bir adamdı bu adam aynı zamanda. Hoşuna gitmişti. Ona mı özeldi yoksa her çay içtiği kadına da böyle kibarlıklar yapar mıydı? Yüzü ekşidi birden, güzel bakan gözleri bu kez sinir ve hüzünle bakıyordu. Sinir ve hüzün karışık bakışlar ne acayip oluyordu.


Adam on dakika öncesinin aksine şiddetle susuyordu. Bu kez o bakıyordu kadının gözlerine, yiyecek gibi bakıyordu tabiri bu romantik ortam için fazla kaba olmalıydı. Kadının onun gözlerinde aradığı şeyi adam da sanki kadınınkilerde arıyordu. Öyle bir bakıştı bu.


Adam ortalarda dolaşan garsona havada salladığı eliyle birtakım hareketler yaparak sipariş vermiş olmalıydı ki iki dakika olmadan masaya iki çay gelmişti. Garson bardakları masaya özenle yerleştirirken adam dünyayı olmasa da kendisini kurtarmış bir adam edasıyla geriniyordu. Altı üstü masasındaki bir kadına çay ısmarlamıştı hâlbuki. Kadınsa adamın gözlerindeki o şeyi aramayı bırakmış bu kez adamın beden dilini kullanışına takmıştı. Çok sertti adamın bedenini kullanışı. Sinirlenince daha da fena olur diye düşündü kadın. Tartışmaya hiç gelmez böyle adamlar. Dur bakalım, daha fol yok yumurta yok; doğmamış çocuğa don biçiyorsun dedi kadın kendine düşünürken. Bir yandan da yüzü garip şekillere bulandığından olsa gerek, adam suskunluğunu bozup kadına:

“Ne düşünüyorsun?” diye sordu.

“Şey,… Geç oldu sanki kalksak mı artık?” dedi kadın.

“?...”

“Aaa şey, kusura bakma. Tabi benim için geç oldu demek istedim. Yapacak çok işim var daha. Kalksam iyi olur. Sen oturabilirsin tabi ki, benimle kalkmak zorunda değilsin…

“Tamam, sakin ol. Haklısın çok geç oldu. Zamanın nasıl geçtiğini fark etmedim ben de. Hesabı ödeyip geliyorum hemen. " dedi adam gülümseyerek.


Kadın hesap konusunda hiç ısrarcı olmadan tebessümle karşılık verdi adamın söylediklerine. Biraz önce ne demişti o? Zamanın nasıl geçtiğini fark etmedim ben de. Benimle ilgisi var mıydı? Kesin vardı. Ya da basit bir cümleydi işte. Üzerine bu kadar düşünmeye ne gerek vardı? Kendi kendisini hasta etmekten öteye gitmiyordu böyle davrandıkça. İyice yorulmuştu artık kendisiyle sürekli bir çatışma halinde olmaktan. Yıllara meydan okuyamamıştı ne yazık ki içindeki kendileri.


Adam, “Hazırlanmamışsın. Daha oturmaya gönlün var herhalde?” dedi. Kadın kendisine öyle dalmıştı ki, fark etmedi bile adamı.


Kadın apar topar eşyalarını sırtına geçirirken bir yandan da adam gülümseyerek kadını izliyordu. Kadınlar bir sinirliyken bir de telaşlıyken güzeldi ona göre. Telaş kadını kadın yapan en önemli unsurdu onca. Adam da fırsattan istifade anın keyfini çıkarıyor, kadını izledikçe onu daha da heyecanlandırıyor ve bu da adamı daha da keyiflendiriyordu. Neyse ki kadın sonunda bütün eşyalarını toparlamayı başarmıştı da bu kısır döngü çabuk sona ermişti.


Çay bahçesinden çıktılar ve yolun solundan yürümeye devam ettiler. İkisi de birbirinin nereye gideceğinden habersiz tek kelime etmeden sadece yürüyorlardı.


Kadın… Kadın nereye gittiğinden habersizdi. Adamın avuçlarındaydı onun dizginleri. Bu da zaaflarından biriydi işte kadının. Ne yapacaktı kendisiyle bilmiyordu hiç? Gençliğinde başına gelenlerden sonra hala hiçbir şey sormadan, sorgulamadan nasıl da cesaret edebiliyordu tekrar canının yanmasına. Canı kendi canı değildi artık onun. Başkasının olmuştu o çok zaman önce. O yüzden duyarsızlaşmıştı bu kadar belki. Adam ara sıra kadının düşünceli yüzüne bakıyor, kadın fark etmediği halde ona sıcak bir tebessümle karşılık veriyordu. Kadınsa yıllar önce canını nerede, kime teslim ettiğini düşünüyordu. Yerin, zamanın, kişinin ne anlamı vardı ki? Bugün, şimdi, şu anda, bu adamın yanında onu derin düşüncelere gark eden adam ve onun aşkı değil miydi bu? Ne önemi vardı tanıştıkları ilk gün üzerinde ne olduğunun? Ne önemi vardı saçının, kılının, yününün renginin? O biliyordu. Kadın her şeyi biliyordu ve bile bile gidiyordu arzu ettiği şeye. Kendisini hiçbir zaman mutlu etmeyeceğini bildiği ama yine de arzuladığı yere, arzuladığı adama.


Belli ki sahile doğru gidiyorlardı. Kadın adam sormadıkça hiçbir şey söylemiyordu. Adam da çok soru soruyor sayılmazdı. Adam ağzı hala çürük elma gibi kokarken yine bir şeyler anlatmaya başladı ve kadın yine dinlemiyordu onu, gözlerine de bakmıyordu bu kez. Daha doğrusu bakamıyordu.


Kimdi bu adam? Neden onunla bu saatte birlikte yürüyorlardı , nereye gidiyorlardı ve bu adam ne anlatıyordu? Kadını bu adama teslim eden şeyin içindeki iksir neydi?


Sorduğu hiçbir sorunun cevabını öğrenmek istemiyordu kadın. Dinlemek de istemiyordu hiçbir şey. Yorulmuştu yıllarca birilerini dinliyor olmaktan hatta çokça da konuşuyor olmaktan.


Yol bitmişti. Ayın ışıltısı adamın yüzünü, sonra da gözlerini aydınlatıyordu. Bir süre öylece birbirlerine baktılar. Kadının yüzünde şefkat vardı. Sıcacık, şefkat. Ve yine adamın gözlerine hapsetmişti gözlerini.


Kendini hapsettiği gözlerden kurtardığında, adamın sıcacık ellerini avuçlarına alıp seni seviyorum, affet dedi ve arkasını dönüp gitti.


Aradığını bulmuş olmanın sevinciyle ve gururuyla bir kez olsun arkasına bakmayı düşünmedi.


Ama adam koştu kadının ardından. Kolundan tutup çevirdi kendine, baktı kadının gözlerine. Kadın dayanamazdı ki adamın ona bakan gözlerine. Ama adam nerden bilsindi. İkisinin de birbirlerine bakmaya doyamadıkları gözlerinden birer damla yaş geldi. Kadın başını adamın göğsüne gömdü, adam kadını kolarının arasına aldı. İkisinin de o an tek bildiği, hiçbir zaman mutlu olmayacaklarıydı. Adam kadının kulaklarına fısıldadı:


Kim istemez mutlu olmayı


Ama mutsuzluğa da var mısın?


...


Ağzı çürük elma gibi kokuyor. Durmadan, hiç durmadan bir şeyler anlatıyordu kadına, kadının gözlerinin ta içine bakarak. Kadınsa adamın ağzından çıkan her lafı diğerleriyle birleştirerek koca bir uğultu olarak işitiyor ve konuşan birinin dudaklarına bakan diğer insanlardan farklı olarak hem adamı dinlemiyor hem de dudaklarından çıkacak kelimeleri beklemiyordu.


Özür dilerim.


Özür diler.


Özür dil..


Özür di


Özür


Özür


Öz.