18 Nisan 2009 Cumartesi

Ne bileyim başlığı şimdiden? Bitirince de başlığı düşünemeyecek bir gerçekliği yaşıyor oluyorum. Dışavurmak için ideal bir zaman mı bilmem, sabahlanarak görülmüş bir 6, boş şarap şişesi, boş bira şişeleri, biri az dolu. Saçma bir şarkı dönüyor geceden beri.

Gülümsememden, dokunmamdan hani doğduğumdan beri, birini gözüme kestirip yakınlaşmamdan şüpheliyim. Ne kadar da yalan. Ne kadar da satın almaya endeksli, ne denli ilgiye aç, muhtaç. Ben hiç gerçekten sevdim mi? O anda aklıma hiçbir şeyin gelmediği, karşılıksız sevgi saçan bakışlarla elimi uzattım mı kimseye? Hatırlamıyorum. Peki ya ilk satın alınışım? İlk oynadığım oyun, ilk yalanım? İlk satın aldığım sevgi? Nasıl dayanabilir insan kendini kandırmaya ve nasıl tahammül edebilir kendi gerçeğine? Aynaya bakmak için fazladan güce ihtiyaç duymuyor olmam neyi gösteriyor? Kendi kıskacımda kıvranıyorum. Tüm haset kulların toplanıp acı çektiği o arafta, o sessiz, terkedilmiş, aklını başına alması beklenen günahkarlar güruhu içinde, şaşkınım. Kimsenin hiçbir şeyinde gözüm yoktu hani? İnsan ne yüce, ne kadar da pis.

Hiçbir günah bedenimi boydan boya yaralamıyor ve hiçbir lütuf beni değiştirmiyor. Taşlaşmış, hayattan nasibini almamış, alamayan bir seyirciden fazlası değilim. Hayat akıyor ve ben yetişmek üzere adrenalin salgılıyorum bu taş vücut içinde, patlayıp öleceğim. Parmağımı bile kıpırdatmaya izin yok. Şefkatli eller kafamı tutup kendi gerçeğime çevirmeye çalışıyor ama ben ani bir hareketle boynumu kırabilirim her an. İnsan ne kadar da nankör.

Herkesin işine baktığı o sıradan zamanlarda biri sessizce çevreyi izliyor ve kendinden bir şeyler katıştırdığı o kelimelerin ağzından çıktığı o korkunç sessiz yankılar içinde aramızdan ayrılıyor. Ne yapsa dahil olamıyor ne yapsa günahkar ve sürgün edilmiş. Korkudan felç olmuş ve gözbebekleri büyümüş. İnsan ne tuhaf, ne kadar da ulaşılmaz. Kendi cehennemimizde yanmamıza izin vermesi Tanrı'nın irade dediği şeye denk düşüyor. İnsan ne denli suça ve suçlamaya meyilli. Tanrıyı suçlayarak meseleyi kökünden çözüyoruz, O'na Tanrı diyerek linguistik bir mesafe elde ediyor, baş harfini büyük yazarak sözde saygımızı ifade ediyoruz. Ne yalancı insan, ne saygısız.

Parmaklarımda bir sürü çizgi var, mini kokoreçlere benziyorlar, sanırım ellerim şişmiş. Ellerime dikkat ettiğim zaman bitiyorum. İki avucumun da ortasında birkaç ay içinde iyileşecek çizikler mevcut, bol yara izli ve kokoreç gibiler. İştah açıcı ancak hasta. Dışarıda kuşlar cıvıldıyor ve bir köpek havlıyor. Kulağım gözüm, içinde bulunduğu odaya çevrilmiş ve ben artık içe dönemiyorum ki dışavurayım. Emir almaya ne denli alışık insan. Burada sadece dışavuruluyormuş gibi. Etiketime gülümsüyorum, etiketime layık olmaya çalışıyorum. Kimseyi bu saçmalıklarla oyalamaya hakkım yok. Biraları bitirip yatacağım. O kadar yazdım, mecburen yayınlayacağım.

13 Nisan 2009 Pazartesi

33 Kilometre Göçü

ufak bir kıtılma anıdır olup biten. ayna kırılır ve artık yüzeyde iki suret vardır da neden biri diğerinden farklıdır? kötü yüzümü görmek gibiydi aynada yansıyan ikinci suratım. kötü yüzümden kaçmak gibiydi tüm bu göç girişimleri.

bir ay boyumca "içimde kalp ağrısı aşkı bambaşka" diye diye vicdan kırıntılarını yollara saçtım ben. çok uzun değil, sadece bir kaç saniye içerisinde bütün fikirlerimi değiştirebileceğim aklımın ucundan bile geçmezdi. tüm bu göç hikayesini buralara not ederken asıl nedenin kaçmak isteği olduğunu inkar etmek o kadar zor ki!..

başı yerde ve dünyanın en utanası adamıydım ben bir süre. çatırtıların ve anlık bilinçsizliklerin emri altında kendimi savurdum bir diğer uca. yola çıkarken standart bir "loser" olmak istemedim netekim. kalabalığımda gelsin istedim ardım sıra. belkide kendim ettim kendim buldum. ama şimdi soruyorum kendime ve nezlime: beni bu duruma düşüren her şeyin hiç mi suçu yok?

karanlık ve bulutlu bir akşam içerisindeyim bir zaman sonra. felaket bir rüzgar da var hatta. üşüyoryum ve yürüyorum. bir adamla buluşuyorum. adam bana "al sana avuntularına ve firarlarına katkıda bulunacak bir sığınak" der gibi elinde anahtar ahşap bir kapı açıyor. kapıdan içeri girdiğimde beklemediğim bir sıcaklık vuruyor yüzüme. az ileride bir deniz manzarası. oalar ,pencereler...


diyoeum ki "burası benim hayatım olsun". daha sonra "burası benim evimmiş meğer" diyerek iyice sahiplendim. o sırada periyodik aralıklarla vicdan sızlamaları ve belli belirsiz ızdıraplar kalbimi yoklamaya devam ediyordu. insanlar da artık bir şeylerden şüpheleniyordu üstelik. tek çare en yakın zamanda göç yollarında derin derin ilerlemekti. kimse fazla didelemesin diye sessizce çantımı aldım, usulca veda ettim ve son defa yola düştüm.

köyümde son bir haftanın verdiği dayanılmaz buhranlar vardı. bitse de gitsek artık istekleri içerisinde sessizce yoplanıyor, yeni günü ve yeni hayatları hayal ediyordum. günler bu kez çok ağır geçti ve ben bunca zaman üzerine ilk ve son defa köyümde bir hafta sonu geçirdim. derken sırtı iyice yüklü bir kamyonet geldi. benim de toparladığım bir takım eşyayı aldı ve beraberce daha büyük bir yere, "burası benim evimmiş meğer" dediğim yere doğru ilerledik.

iki hafta içerisinde hayatımı en az bir yıl kökünden değiştirecek bir kararın altına ustaca imza attım ben. azaplardan kaçtım depar atarcasına. utançtan kaçtım insanlara bakmaya yüzüm olsun diye. aşktan kaçtım hala daha içimde bir umut kalsın diye.

yeni hayatımı dekore ederken herkes ne kadar da mutluydu. insanlar gülümsüyordu oradanoraya eşya taşırken. 33 klometrelik bir göç yaptım ben. aslında 148... aslında daha fazla... dönmemeyi düşündüğümü hesaba katarsak gittiğim yolun dönüşü yok kadar uzak.

şimdi turduğum bu internet kafede üstüne bastığım bu kelimelerin bendeki .ağrışımlarını kovalıyorum. aslında diyorım kendi kendime bu benimkisi bir arayış. neyi aradığını bilmeden ve bir türlü bulamadan sürekli ve bitmeyen bir arayış. zaten bulabilene de aşkolsun...

sözlerime son verirken karman çorman paragrafların ve anlamların ardından, bu cümlelerin kurucusu ve yaşatıcısı olarak tüm herkesten insanlığım adına özür diliyorum. ben sadece iyi bir insan olmak istiyordum. fakat çamur bulaştı bir kere. ve tekrar bu bulaşık çamuru vücumdumda bir tümör gibi taşıdığım için özür diliyorum hayatına bir şekilde etki ettiğim herkesten.

3 Nisan 2009 Cuma

Uzun zamandır uğramadığım bir "ev" daha. Tüm evlerimin, tüm odalarımın griye çaldığı şu günlerde kapkara üstüme yürüdü. Hayvanat hikayeleri arasına girmek istemezdim; ama senin de tamamlayacağın yok pek kıymetli ev sahibi. Kiramı ödeyemiyorum ben de ne zamandır, kabuksuz kaplumbağa çaresizliği duyuyorum. Tüm evlerimden neredeyse kovuldum. Ya da terkeden olmayı kendime yediremiyorum.
Kimliğimin emareleri fışkırıyor, zor tutuyorum. İnat değil mi! Kimse bilmeyecek. Hoş kim okuyorsa. Öyle ortaya bi sitem bu, alınmasın kimse. Hoş kim alınacak ki! Haha.
Karanlık odamda tıpır tıpır koşan renkli böcekler tuttum, peşlerine düştüm hepsinin. Terlikle tepelememi öğütlemişlerdi eski büyüklerim. Büyükler hep eskir mi? Kendi yankıma tahammülüm yok, tek başıma bir bilgisayar odasında yazı yazmak yankıyı arttırıyor. Renkli böceklerim kaçışıp gidiyorlar sesten. Ben şu hayatta bir tek böceklerden korkuyordum. Bir de sevilmemekten.
Kaçtılar. Sırf şuranın tozunu almak için yazdım. Bir de ben burdayım demek için. Ne dediğimin hiçbir önemi olmaksızın boyumu gösterebilmek için. Bunu bile bile böceklerimi boyamaya devam edemedim. Ben çok yalnız ve güzel olacağım bir gün. Neyden sebep bilmem ama huzurlu da olacağım.
Başka evlerin de tozunu almalıyım şimdi, eşyaların üstünü naftalin kokulu beyaz çarşaflarla örtüp, perdeleri güneşe teslim etmeliyim. Göstere göstere terketmeliyim gerekirse de. Ben konuşurken sırtını dönmüşlerden kalan yankıyı gidermek için sesimi yükseltmeliyim. Bu gürültüyü beynim kaldırmayabilir. Durmadan dönen aynı sıkıcı repliklerden iyidir.
Ben de hikaye yazmak istiyorum.