29 Ekim 2009 Perşembe

mal'zeme

şimdi bir bakalım:

elimizde çok güzel bir malzeme var. bu malzemeyi kullanarak harika yemekler, kaliteli teknolojik ürünler, her türlü inşaat malzemesi, gerektiğinde can kurtaran, gerektiğinde ise yastık üretebiliyoruz. o kadar da çok yönlülüğü var yani.

sonra bu ürün sayesinde birçok bilgiye sahip olabilir, bunların doğruluğu üzerine tartışabilir, bunun yanında her türlü yeni fikirlere açık olabilir ve bütün bunları hiçbir kısıtlamaya gitmeden elde edebiliriz.

kullanıcı açısından bakıldığında çok verimli bir ürün değil mi? bence öyle. şimdi olaya bir de ürün tarafından bakalım:

bu ürünün fikirleri var: değişmeye açık fikirler. kendini iyi ifade edemiyor. kendisi gibi bir tane daha olmaması ise onda can sıkıntısı yaratıyor. bundan kurtulmak içinse kendini daha iyi bir ürün hâline getireceğine inandığı şeyleri yapıyor: kullanım kılavuzu okuyor, diğer ürünlerin arasına karışıyor, diğer ürünlerin fikirleri üzerine fikir üretiyor, vb.

derken bir işletmeci bu ürünü ele alıp çok fonksiyonel olduğu için nerede kullanılacağı asla kesin olarak belli olamayacağını öne sürüp ürünü yok etmeye karar veriyor. onun dışındaki her ürün tek bir işe yaradığı ve bu yaradığı işte çok iyi olduğu için kaybedilmesi problem anlamına gelecekken, birden çok işe yarayan diğer ürün yok edilmek için bir parçalama fabrikasına gönderiliyor.

ürün bunları anlayamıyor; bu kadar işe yararken neden kendisinden vazgeçildiğini anlayamıyor. düşünmekten fırsat bulup da kendisini yok etmeye karar veren işletmeciyi bulmaya karar verince hızla o fabrikadan uzaklaşıyor.

kendisinden bir daha da haber alınamıyor.

27 Ekim 2009 Salı

Yüzüncü Yazı

Burada cümlelere olduklarından daha fazla değer vermeye çalışıyorum. Başarıyor muyum?.. Bilmem... Doksan Dokuzdur ne yaptığını bilir bir Halde olduğumu zannediyorum. Öyle miyim?.. Sanırım evet.

Yüz yazıdır kendimi ifade etmeye çalışmadıım hiç. Dışa vurumlar ben buyum demek için değil sadece o an ağlamak istediklerimin ürünleriydi. Hikayeler yaşanmışlara çok yakındı. Yüz yazıdır hiç yalan söylemedim mesela. En azından bunun garantisini verebilirim.

Yğz yazı içerisinde benim yazmadıklarım da var elbet. Emeği göz ardı edilemz amatör yazarcıklarım. hepsine teşekküler. Girişteki büyük yazı ve yazdıkları için Burcu'ya teşekkürler. En son yazdığı acayip ve çok güzel hikayesi için ve hatta bloğa kattığı her şey ile bloğum edebi amaçlar için kurulduğuınu bana unutturmayan İruneach'e teşekkürler. Bloğu takip edip yorumlarını esirgemeyen herkese ayrıca teşekkürler. Bu sıralar sizler ile tanışıp sohbetler içine girme hevesi içindeyim müsadeleriniz olursa. belki sayenizde yeni hikayelerim olur ne dersiniz?..

kısa bir zaman diliminde bloğun temasını değiştirip daha iç açıcı renklere bürünmek biyetindeyim. Tek sorunum tasarım işlerinden zerre çakmayışım. bunu başaracak birini bulunca her şey çok güzel olacak.

benim anlatmak istediklerim tükenmedi henüz. İstenilen Düzey adı gibi bir noktaya gelmek üzere. Ardından yeni kurgulanan üç hikaye daha var. İhtiyaç olan biraz zaman ve sabır. Bunun dışında bu sıralar ufak da olsa şiir yazmaya meğil ettim. Gelecekte her an bunun örneklerini görebilirsiniz.

ilk günde olduğu gibi kapımız hala daha amatör yazarlara açık. herkes tabiki yazdığını kendi bloğunda yayınlamak ister. Ama neden bunu beraberce yapmayalım? Burada yazmak isteyen herkese kapımız sonuna dek açık. bir tıklamanız yeter...

Son olarak paylaşmak istediğim bir şey var beğeneceğinize inandığım.

"Bu maskenin altında bir yüz var
Ancak benim değil...
Ne altındaki kaslardan daha "ben"dir o yüz,
Ne de altındaki kemiklerden.
Bu maskenin altında
Etten daha fazlası var.
Bu maskenin altında
Bir fikir var!
Ve fikirler kurşun geçirmez!..
Hatırla, 5 kasım'ı hatırla
Barut ihanetini ve komplosunu.
Zaten aklım almaz
Barut ihanetinin neden unutulacağını.
Ama ya adam?
Biliyorum, adı guy fawkes idi...
Bu ülkeye neyin unutulduğunu anımsatmak için.
400 yıldan fazla bir süre önce bu vatansever,
Kasımın 5'ini
Ebediyen hafızamıza kazımayı diledi.
Hayali, eşitlik, adalet ve özgürlüğün kelimelerden öte olduğunu
Dünyaya anımsatmaktı.
Kelimeler görece kavramlardır,
Eğer bir şey görmüyorsanız.
Ve biliyorum; 1605'de parlamento binası'nı patlatmaya çalıştı.
Ama kimdi gerçekte?
Neye benziyordu?
Bize fikirleri hatırlayın dendi, adamı değil.
Çünkü bir adam başarısız olabilir,
Yakalanabilir, öldürülebilir ve unutulabilir.
Ama 400 yıl sonra
Bir fikir hâlâ dünyayı değiştirebilir.
Fikirlerin gücüne bizzat şahit oldum.
Fikirler adına öldürülen ve
Fikirleri savunurken ölen insanları gördüm.
Yalnız,
Bir fikri öpemez,
Ona dokunamaz,
Veya onu tutamazsınız.
Fikirler kan ağlamaz,
Acıyı hissetmezler,
Sevmezler.
Diyorum ki, bu gece o rıhtımlara gidip
Abd'ne ait her şeyi yerle bir edelim!
Kim benimle birlikte?
Söyleyin, hanginiz benimle?
Her şeyi ama her şeyi olan bir ülkeydi orası.
Ama şimdi, 20 yıl sonrası, ne olacak?
Dünyanın en büyük cüzamlı topluluğu!
Başlattıkları savaş değildi,
Saldıkları veba değildi,
Hüküm'dü.
Kimse geçmişinden kaçamaz,
Kimse hüküm'den kaçamaz.
Toplumlar kendi devletlerinden korkmamalı.
Devletler kendi toplumlarından korkmalı.
Bina nasıl bir sembolse, onu yıkma eylemi de bir semboldür.
Sembollere anlam kazandıran insanlardır.
Tek başlarına semboller anlamsızdır ama yeteri kadar insanla
Bir binayı havaya uçurmak dünyayı değiştirebilir.
Şiddet iyi amaçlar için kullanılabilir...
Bu maskenin altında bir yüz var
Ancak benim değil...
Ne altındaki kaslardan daha "ben"dir o yüz,
Ne de altındaki kemiklerden.
Bu maskenin altında
Etten daha fazlası var.
Bu maskenin altında
Bir fikir var!
Ve fikirler kurşun geçirmez!..
Bu gece size en ciddi yeminimi ediyorum!
Adalet hızlı olacak,
Dürüst olacak
Ve merhametsiz olacak!.."

V For Vendetta filmininden bir replik bu. Daha önce yazmıştım byralara bir yerlere. Geçmişim beni sloganları ile geri çağırıyor. Sanırım bu güzel şiirde bana yoldaş bu sıralar...

Anlayışınızdan ve sebrınızdan dolayı çok teşekkürler...

Transkripsion (Ferit)

Not: yazının başlığını "Yüzüncü Tazı" olarak attığım için utanç duyuyorum..

25 Ekim 2009 Pazar

Yansımalar

Uzun cümleler boyu dize gelirken hayatımın bir kısmının küçük parçaları, kendimi sıkıştırdığım tüm huzur kaçamakları içinde aslında mutlu, sakin ve hep istediğim gibiyim. Aynaya baktıkça gördüğüm tek şey geçmişte yaşadığım tüm somut olayların tekerrür için uygun an beklediğinin yüz kabuğu üstünde bıraktığı işaretler. Ben özünü kısmi zamanlar içinde kaybetmiş, kendini insanlara muhtaç etmiş ve bir o kadar kimsesizliğinden sıkılmış, hatalar yapmaya gayet elverişli ancak aşırı kontrollü, kimi zaman gereksiz yere sanık sandalyesine oturtulan, mevkisinin verdiği şişik popo etkisiyle şımarmış herhangi biriyim.

Üstüne garip koku sinmiş sanki. Neyin veya kimin etkisi bu kokan bilmiyorum. Sonra daha da konsantre olup yeniden kokluyorum. Geçmiş gibi sanki üstüme sinmiş ve gittikçe ağırlaşan bu koku. Sokakların tozunu yutmayı bıraktığım günlere ait sanki. İnsanların gözünün önünde bağırmayı bıraktığım günlerdeki gibi. Bir rakı sofrasında elimi eteğimi çektiğim tüm dünya işleri yine bir rakı sofrasında beni geri çağırıyor. Bu koku da o masadaki yaş üzüm rakısına veya palamuda ait sanki. Bir kaç gecedir elimde dövizler ile karanlık yollarda yürüyorum rüyalarımda. Sloganlar beni istiyorlar bağırılmak için. Ne yalan söyleyeyim, bende onları çok özledim.

Sonra yine küp oluyorum. Aynı anda bir şeyi birçok kişiden biliyorum. Yine “Merkez kaç! Sana anlatacaklarım var!” kıvamına geliyorum. Geçen sefer kendi sonumu yazdım ellerimle merkezde iken. Bu sefer ise önüme geleni n ismini çizip atmak geliyor tek bir kalem hareketi ile. Çünkü sıkıldım başkasına ait hayatları yaşamaktan. Kendi dünyamı ikinci plana atmak artık ağır geliyor. Avazım çıktığı kadar bağırmak istemiyorum, bağırmış kadar olacak icraatlar içinde olmak niyetindeyim bu sefer. Başımı çevirip camdan dışarı bakıyorum. Kaşlarım mı çatık ne?..

“Ama yalanlar görürüm hala, buradan bakınca şu sonsuz dünyaya…”

Hareket alanım kısıtlanıyor gibi bazen. Bu gibi durumlarda hep bir çıkış planım olurdu. Bu sefer değil bir plan, çıkış levham bile yok elimde. Çok değil bundan tam bir yıl kadar önce başladı büyük maceram. Cümlelerin içine gömüldüğüm o günler hala kalbimde yara. Bu zamanlar içine sığanların gittiği yol yine aynı düzlemde. Dedim ya bir küp oluyorum. İşte o olduğum küp talihimin aynı ızdıraplara gark edeceğinin bir simgesi oluyor. Bir de şu yalanlar olmasa…

“Sanki yıllardır uzaktayım ben, özlemlerim hep sessiz, derinden…”

Gün geçtikçe herkes daha uzak, mesafeli ve anlamsız geliyor bana. Herkesi her zaman göremiyorum. Özlüyorum mütemadiyen. Görmeye yeltendiğimde ise herkes hayatlarına gömülmüş, beni sallamaz bir bürünüyor bir anda. Çok değişmiş her şey. Ben neden ayak uyduramıyorum artık peki?

“Olsun demek de zor artık, çocuk düşlerimiz yok artık…”

Bu hiçbir şey anlatmayı beceremeyen yazıya fon müziği olan Pilli Bebek’in “Olsun” isimli şarkısının akustik versiyonuna yazanlardan daha anlamlı olduğu için teşekkür ediyorum…

Benim kendimle olan maceram devam ediyor…

23 Ekim 2009 Cuma

İskele Alabanda

daha hiç puslanmadı deniz,
yüzünde kattığı hüzün kadar belirsiz.
daha hiç katlanmadı takalar böyle bir zulme
öfkendeki dalgalar kadar.
ve daha hiç bir balık böylesine isyan etmedi karaya vurmak için
sendeki bu sükuneti yırtmak adına.
ben seni bir sabah iskelede çay içerken buldum
kuşluk vaktinde dönerken ızdırabımın seferinden.
ağlara takılmış hayalin çözüp almak gelmez içimden...

20 Ekim 2009 Salı

İstenilen Düzey

Bölüm 7: Herkesin Merkezi

En çok sevilen insan türü dinlemesini bilendir. Bunun dışında huyu suyu ne kadar bozuk olursa olsun kulağı hep başkalarının direk anlatımlarında olan hep bir adım önde olur. Herkesi dinleyen bilendir nitekim, dinlemenin sebebi ne olursa olsun. Karşısındaki anlatır hiç durmadan. Kişinin yapması gereken sadece kulaklarını kabartmaktır. O sırada kişi bir çeşit dert mekanizması, sorunların mutlak paylaşım noktası veya sohbetlerin arananı kıvamına gelir. Yaptığı tek şey susmaktır üstelik. Bilincinde olduğu tek şey ise nerede susacağını bilmektir. Bu özelliği ile kişi arkadaşlık makamının gözdesi olur kısa zamanda.

Pek samimi yeni dostları ile mutlu bir hayat formunun içinde olduğuna gün be gün daha fala inandırıyordu kendini Furkan. Mesai bitişlerinin iple çekildiği, hafta sonları gecelerin anlatılamazlarla geçirildiği zamanlardı. Huzur doluydu yaşlandığı her saniye ve belirli belirsiz her az yüzünden tebessümü eksik olmuyordu. Artık arkadaşlarının hepsinin ismini ezbere biliyordu üstelik. Hiçbir hafıza kaybına, unutkanlığa ve üşengeçliğe toslamadan sürdürüyordu hayatını. Yaşadığını böylesine hissetmek Furkan için tabii olguların dışında, heyecan verici bir durumdu.

Her gün bir diğerinden farklı değildi aslında. Gezmeler tozmalar ve buna benzer tüm aktivitelerle geçip gidiyordu zaman. Farklı olan eylemler dışında kalan, insanların özeline dahil tüm olup bitenlerdi. Birkaç kadehin ardından karşılarındaki yabancı Furkan en büyük sırdaşı oluyordu neredeyse herkesin. Çünkü arkadaş grubu çerçevesinde pencere dışından kafasını içeri sarkıtan Furkan, sorunların saptırılarak anlatılabileceği tek kişiydi. Çünkü insan kimi zaman hayatını bire bin katarak da anlatmayı severdi. Geçmişte olanları bilmeyen tek kişi ise Furkan’dı. Dolayısıyla gerçekten ne kadar saparsa sapsın anlatılanlar Furkan için merak uyandırıcı ve dikkat çekici, anlatan için ise rahatlama aracı nitelikli hikayelerdi. Yarı gerçek, yarı sahte tüm hikayeler Furkan’ı dinleyici kontenjanından grup içerisine daha kolay sızdırmaktaydı.

Birkaç gün içerisinde herkesin hikayesine vakıftı neredeyse Furkan. Anlatılacakların tükenmeye yaklaştığı zamanlarda ise Furkan müthiş dinleyici yeteneğini ve adaptasyon gücünü kullanarak kişilerin şimdiki zaman özellerine de kulak kabartmaya başlamıştı. Bunu yapmalıydı ki, insanları elinden kaçırmak veya uzaklaşmamalarını sağlamak mümkün olsundu. İç işlerine susarak dahil olmayı başardığı birkaç yeni arkadaşı ile vazgeçilmezleri oynamaya pek de meraklı görünüyordu.

Bütün çabası yalnızlığına geri dönmemek içimdi aslında Furkan’ın. Birkaç ay önce kenarında oturduğu iskelede daha fazla yalnız kalmak istemiyordu. Bunun için sadece insanları değil, hayat tarzlarını bile yavaş yavaş benimsemeye başlamıştı. İlk olarak dinlenen müzikler vardı hedefte. Kulağını hiç kabartmadığı, sert, aksak, aşırı gürültülü şarkılar eşliğinde eğleniliyor, onlar hakkında yorumlar yapılıyordu her buluşma zamanında. Bu da bu çeşit insanların monoton yaşantısıydı demek ki. Kendini iyice benimsettiği andan itibaren tamamen rahat ve hayatının artık yeni ve yüzeysel bir hal alacağına inanıyordu. Yaşananlar yine standartlaşacaktı fakat, artık yaşanacak bir şeyler olacaktı nihayet.

Akşamlar belirsiz zaman dilimlerinde tükeniyordu. Etrafındaki tamamı öğrenci zümresi grup, kimi zaman ailevi, kimi zaman ise sınavsal nedenlerden ortamın gereğinden daha erken dağılmasına sebep oluyordu Furkan’a göre. Aslında herkes parasızlıktan kaçıyordu dört bir yana ve bunu anladığından kredi kartını devreye sokuyordu Furkan. Daha ilk kredi hamlesinde Furkan madden gönüllere taht kurmuştu.

“Bak sana ne anlatacağım.” dedi Esra isimli bir kız Furkan’a en samimi anların birinde.

Onca kalabalığın içinde üçe beşe bölünmüş sohbetler içinden biriydi Esra’nın gayretleri sayesinde Furkan ile başlattığı sohbet. “Anlat bakalım.” dedi Furkan sarhoşa yakın bir gülümseme ile yanı başından kafasını masaya sokuşturacak kadar küçümen Esra’ya.

“Selen ve Adil sevgililer ya hani…”

Bugüne kadar bunu kimse dillendirmemişti Furkan’a. Ancak anlaşılmayacak gibi değildi Selen ile Adil’in arasındaki samimiyet. “Ne olmuş?” diye sordu Furkan. Selen’den etkilendiğini ne kadar göz ardı etse de duyduğu biraz yaktı canını.

“Nazan’da var hani…”

“Ne geveledin be! Söyle hadi.”

“Bu Nazan ile Adil eski sevgililer. Şimdide Nazan Selen’in en yakın arkadaşı.”

Alışmadığı, ilişki anlayışına ters ilk durum ile karşı karşıyaydı Furkan. Şaşırdığını belli etmedi. Göz ucu ile Selen ve Adil’in sarmaş dolaş halini ve bir köşeden suratına üzerindeki ilgi dağılınca yansıyan şeytanı ile Nazan’ı izledi. Esra konuşmaya, olayların geçmişini anlatmaya devam ediyor, Furkan ise anlattığı hiçbir şeyi duymuyordu. Karşısındaki bu kendine çok acayip gelen manzarayı seyredip kendince ahlak yakıştırmaları yapmakla meşguldü. Üstelik arkadaş grubu içinde bunu herkes biliyor ve kimse yadırgamıyordu. Tüm bunlar Furkan için çok ters hadiselerdi.

Gecenin bitiminde dağılırken herkes farklı bir yöne, ilk defa ikilemde kaldığını hissetti Furkan. Belki de bu kalabalık ona göre değildi. Beyninde tabu olmuş ilişki yumaklarının sadece biriydi belki de Selen, Adil ve Nazan üçlüsü arasında olan. Buna benzer bir başka durumu kaldırabilir miydi bilemiyordu. Bir diğer taraftan da bu uzun zamandır sevişemeyişine son da verebilirdi. Böylesine geniş bir arkadaşlık ortamı içinde Furkan’a da birileri düşerdi elbet. Gülümsedi sinsi fikrinin aynasına. Eski günlerinden kalma ne götürürsek kardır siluetine büründü yüzü. Bir yol ayrımında durdu evine giderken. İkiye ayrılan yolda evine gitmek için en uzun olan yolu seçti ve yürümeye devam etti…

8 Ekim 2009 Perşembe

Defterler

F. işaretlere inanırdı.

Ulaşım aracından inip evine gitmesi en fazla 20 dakikasını alacaktı fakat kendinde bir farklılık hissettiği için eve değil de sürekli takıldığı R. adlı kafeye gidip, biraz kitap okumaya karar verdi. Uzun süredir yakınlarda bir yerde varlığına inandığı kadının, bu sefer daha da yakınında bir yerde olduğunu hissediyor gibiydi.

Çantasında bulundurduğu ders kitaplarının arasına yeni bir kitap ekleme düşüncesi ise kafasında, kafeye doğru giderken önünden geçtiği kitapçının kapısında belirdi. Fazla düşünmeden içeri girdi. Diplere doğru ilerledi. Hep almayı düşündüğü fakat bu kitapçıya her girdiğinde rafta göremediği kitabı rafta yine göremedi. Aynı yazarın diğer kitaplarına ve oradan da diğer yazarların diğer kitaplarına bakmaya başladı. Sevdiği başka bir yazar olan A.'nın N. adlı kitabına rastladı. Kapak tasarımı hoşuna gitmişti. Sanki şimdi almazsa bu kitabı bu rafta bir daha hiç göremeyecekmiş hissi içini doldurdu. Buna rağmen cebindeki paranın bu kitabı alırsa kendisi ne kadar daha tok tutar sorusuna verebileceği cevap, kendisini tatmin edecek uzunlukta değildi.

Kapağını çok sevdiği kitabı rafına geri bıraktı ve şiir kitaplarının bulunduğu raflara yöneldi. Öyle bir göz gezdirdi. Sonra hızlı adımlara dünya klasiklerinin bulunduğu rafa yöneldi, kapağını sevdiği kitabı aldı ve ödemeyi yapmak için kasaya doğru yöneldi. O sırada kitabı tuttuğu elini bir başka kitap rafının köşesine çizdirdi. Bunu kitabı almaması için kendisine gönderilmiş bir işaret olarak kabul etti ama umursamadı.

Z. işaretlere inanırdı.

Henüz kasiyerin önüne gelmemişti ki sırtına kadar uzanan kızıl saçlarıyla bir kadının kendisine dikkatlice baktığını gördü. Gözleri kadının gözlerine takıldı. Sanki bir yerden tanıyor gibiydi. Sanki çok daha önceleri konuşmuşlar gibi hissediyordu. K.'nın kendisine baktığını gören kız utanıp başını önüne eğdi ve yanındaki arkadaşıyla beraber arka tarafa doğru yürümeye başladı.

A., kasiyerin önüne gelmiş ve sıraya girmişti. Ödeyeceği parayı hazırlamıştı fakat aklı kızıl saçlı kadındaydı. Bir yandan ona bakıyor, bir yandan da sıra kendisine geldi mi diye kontrol ediyordu.

Sıra kendisine geldi.
Kitabın parasını ödedi.
Dışarı çıktı.

Dışarıdayken de bir süre kitapçının büyük camlarından içeriye bakıp saçları uzun, boyu kendisininkinden kısa olan kadına bakmaya çalıştı. Bir küçük silüet gördü gibiydi ama ona ait olup olmadığından emin değildi.

F. işaretlere inanırdı ama bu sefer onların peşinden koşmaya çekiniyordu; son sefer başına gelenlerin kendisinden ziyade başkalarına da zarar verdiğini görmüş ve önlem olarak hemen herkesten uzaklaşmıştı.

Yeni satın aldığı kitabı çantasına atıp kafeye doğru hızlı adımlarla ilerledi. Kafenin dışında bulunan masalardan birine oturdu. Bir kahve söyledi. Bir dal sigara yaktı. Kitabını okumaya başlayamadı. Kalbinin hızı arttı bir anda ve kızıl saçlı kadını düşünmeye başladı.

K. işaretlere inanırdı. O kadın gerçekten "O" kadınsa, varlığını gerçek anlamda çok yakından hissettiği "O" kadınsa, mutlaka yine karşısına çıkacaktı. Mutlaka çıkacaktı. Hatta buna o kadar inanıyordu ki, bu ara sokakta, önünde oturduğu kafede kitabını okurken, "O"nun yanından geçeceğinden dahi emindi.

Kızıl saçlı kadın, yanındaki arkadaşıyla beraber, o kitabına tam da ara verdiği anda bu ara sokaktan, hemen önünden geçti gitti. İşaretlere inanmak kişiye cesaret vermiyordu belli ki.

A. kitabını kapattı, tuvalete gitti ve işaretlere inanmaya devam etti.

5 Ekim 2009 Pazartesi

İstenilen Düzey

Bölüm 6: Son Popülasyona Mecburen Adaptasyon

Yalnız kalan insan ne yapar? Birçok şey değil mi? Hani en kötüsü bile olsa yapar. Gideceği yolun sonunu kestirmek işine dahi gelmez çünkü tek başına değildir artık. Son tutunduğu dal, denize düştüğünde sarıldığı yılan olabilir en nihayetinde. Ve yine aynı nihayetin kökündeki neticededir o dala uzanış, o yılana sarılış. Kimlik sormaz olur kişi. Bir hayvan ile yalnızlık paylaşmak çok ucuz bir yoldur. O yüzden karşısına çıkan ilk insan en iyi dost, ardından gelenler arkadaş, en geridekiler günlük selam kontenjanı… Yalnızlık bilinmeyen karanlık bir yola elinde bir ışık kümesi olmadan dalmak gibi değişik sonuçlar doğurabilir. O girilen karanlığın içinden bir daha çıkamayabilir insan. Ya da korkup geri de kaçabilir. Sonuç olarak, o karanlığa bir kez girmek adettendir onun için. Sırf beynine hükmeden merakı dindirmek için birkaç adım atar yalnız kişi. Eksilen bir yeri yoktur. Derken derin bir nefes alır karanlığın içine dalıverir. Kendine özel karanlığını bir başkasının karanlığıyla dindirmek ne kadar da enteresan.

İliklerinden öte, soğuk her yanını sarmış ve çoktan vücudunu uyuşturmuştu Furkan’ın. Bir haftayı aşkındır tek hayal kaynağı hastane günü tanıştığı Selen’di. Yolda, izde, mesai saatinde hep sorgusuz ve keyifli o günü hayal ediyordu. Cümlelerin ardını düşünmeden, ağzından çıkanları umursamadan ve gülmek için kendini tutmadan bir insan ile karşı karşıya oturmak ne kadar da müthişti. Bu gibi zamanların kıymeti bilinmeliydi. Şimdilik bir başkasını bulana kadar veya Selen ile tekrar karşılaşıncaya kadar yaşadıklarını sömürürcesine değil, inceden inceye keyif verircesine hikayeleştirmeliydi zihninde. Soğuk ve gri bir sabahta gamsız bir adam hastaneye düşmüş. Hayatından o kadar çok bezmiş ki hastalık bile bu bezginliğin gölgesinde kalmış. Bir kız görmüş bunca zaman gördüğü tüm kırmızılardan başka bir ton içinde. Kırmızının ardında kalmış soluk yüzü. Hani biri baksa bayrak der gülerdi bu güzelliğe… Böylemesine lafa giren bir sürü kurgu ve cümle içerisinde hep aynı diyaloglar olsa da, girişteki her farklılık başka bir güzellik katıyordu Furkan’ın yaşadıklarına.

Böylece ne üşüyordu ayazda, ne de hüzünlerine eskisi kadar batıyordu. Sürekli kederlere gark olduğu bu iskele köşesi bile eskisi kadar etkilemiyordu artık ruhunu. Böylesine güzel hayallemeler ne kadar sürerdi bilinmez ancak şimdiki zaman kalıplarında insanı dinginleştiren bir yapıya sahipti zihinde parladığı her an.

Aklında büyüttüğü tüm parlak cümleler bir adım ileriye gitmek istercesine sustular Furkan’ın soğuktan uyuşmuş omzunda sıcak bir karıncalanma hissettiği andan itibaren. Oturduğu yerden büzülmüş suratına gizlenen gözlerle baktı ardına düşen ışık yüzünden karanlıkta kalan yüze. Ancak kızıl saçlarından anlayabildi omzundaki elin sahibinin Selen olduğunu. İsmini sayıklayıp gülümsedi Furkan. Heyecanla ayağa kalktı ve artık daha da net olan o karanlık çehreye gülücükler saçabiliyordu.

“Yağlarını erittin sanırım!” dedi Selen, bir gözü Furkan’ın elinde sallanan şişede.

“O zaman sende feci osurdun ki sokaklardasın!” diye yanıtladı Furkan, gözleri yarı baygın bakan Selen’in gözlerinde.

Çakır keyif olduğu her halinden beliydi Selen’in. “Tabi oğlum! Dağları deldim ben bir osurukla!” dedi Selen ve kahkahalarla gülmeye başladılar karşılıklı.

Birbirlerinde bıraktıkları pozitif intibaının etkisi ile sarıldılar birbirlerine. Birisine sarılmak ne kadar da güzeldi. Furkan çok mutluydu uzun zamandan sonra ilk kez o gün. Bir başkasına sarılmanın, temas etmenin verdiği mutluluk vardı içinde. Şimdi daha rahat ve huzurlu hissediyordu. “Hadi ama gelin!” diye seslenen birkaç kişi böldü sarılma anını. O kadarcık bir an bile yüzdeki tebessüm oranını arttırmaya yetmişti. Seslerin geldiği yerde neredeyse her iskeleye gelişinde gördüğü o kalabalık ve gürültülü insan topluluğunun taa kendisiydi. Meğer hayat her akşam büyük bir gürültü eşliğinde yanı başından geçiyormuş da haberi yokmuş. Tesadüfün böylesine sadece gülünür ve anı stokuna eklenir diye düşündü Furkan ve kendini Selen’in ellerinde yeni kalabalığının içine bıraktı.

Gece boyu şaşıracaktı belli ki. Bu şehirde hep önünden geçtiği ve sadece gözünün bir ucuyla baktığı duvarların, kapıların ardında bir yeni bir sürü dünya varmış meğer. Bir tanesinde karar kılıp serildiler bir masanın etrafına birkaç bir sürü insan. Tanışma faslına geçildi hemen. Adil, Nurdan, Esra, Sinan… Gerisini aklında tutamadı Furkan. İleriki bir zamanda sorarak hatırlamayı tercih edip sohbetin kimlik bilgisi kısmına geçtiler. Bu yaşına neredeyse denk insan zümresi içinde ön lisan ve maaşlı bir hayatı olan tek kişiydi Furkan. Geri kalan herkes lisans eğitimi dahilinde aile maddiyatından geçinen öğrenci birliğiydi. İlk anda bir adım önde mi yoksa geride mi olduğunu düşündü. Sohbet ilerledikçe müzik zevklerinden, sosyal yaşam mantalitesine kadar bir çok farklılık içine düştüler. Bunca ayrım bir adım geriyi işaret etti Furkan için. Üzerindeki şeytan tüyüydü onu bu fikrinden kurtaran. Ve yine aynı tüy etrafında başka kimse olmadığından bu kalabalığa ayak uydurmasını kaşıyordu kulağına Furkan’ın. Çok rahat soyutlanabileceği bu ortamda sıcaklığı ile kalmayı başarıyordu. Elinde başka bir seçeneği olsa dakika durmaz çeker giderdi. İnsansız bir durumdaydı ki, yapması gerek kalmak ve uyum sağlamaktı. Cümlelerin kendisini kabullendirmeye yetmediği yerde ikinci büyük silahını devreye soktu. İlk içkileri kendi cebinden karşıladı ve herkesin göz bebeğinde sağlanma yakın bir yeri oldu. Bu hamlesi ile kendi devriminin de fitilini yakmış oldu…

1 Ekim 2009 Perşembe

RÜYA GÖREN KAPLUMBAĞA


Kabuğuna uygun bir kaplumbağa değildi.
Hiçbir terzi dikemedi şöyle afili bir takım ona
Evlenirken bile giydi paçaları kırılmış bir pijama
2 katlı bir eve çıktı böylece nikahtan sonra
Yükseklik korkusu olmasa
Bulabilirdi belki de tek pileli bir pantolon sonunda.