3 Nisan 2010 Cumartesi

Sonrası

Kanatsızlık kötüdür. Hakkından gelemediğiniz her davranışın ardından kendinizi geri çektiğiniz andan itibaren çelişkileriniz başlar ya hani, işte o zaman hüküm yeteneğiniz kaybolur. Sonuçlara varamazsınız. Kestirmeden akıp gitmek gibidir içine düştüğünüz belirsizlik. Yolun sonunda intihar bile olsa kapılıp gitmek en doğrusu olabilir size göre. Ama bunu yapmayın! Ölüm asla belirsizliğin getirdiği bir çözüm yolu olmamalıdır. Bunu söyleyen ben bundan birkaç saat önce intihar etmiş bulunmaktayım.

Boş bir odada etrafıma baktım bir müddet. Duvarlar üzerinde hayali filmler oynatmak önce keyifliydi, ardından yüreğimi burktu. Saydam yüzeyi olan, altı uçurum bir cam üstünde çıplak ayaklarımla yürümek istedim. Düşünmesi bile heyecan vericiydi. Sonra düşmekten korktum. Derken ne hikmetse düşememekten… Bu bir ölme iste değildi ilk bata. Yattığım bu sedyeye düşmeme meyil ettiğim zamanın başlangıcında farklı hisler besliyordum çünkü. Aklımda ölmek yoktu. Evet, bütün hayatım ters gidiyordu. önce dış sesler gitti benden, ardından insanların önemsiz olanları, son olarak önemsediklerim ve sevdiklerim. Buna rağmen beslemediğim bir ümidimin bile olmayışı ölümü zihnime değdirmiyordu bile. Akşam güneşi doğmadı ki batsın. Bu sefer yalan söylemişti Orhan Baba…

Yüzeysel olmayı seçmedim asla. Kurallar, değerler, yargılar hep benden öteydiler. Kendime bir uç belirlemiştim buna da evet. O uçta ben vardım ancak sadece. Benim gibi olan yoktu. Zaten başlangıç noktam da bu oldu benim. Yüzümü çevirdiğim tarafta, gittiğim yolda, durduğum yerde ya da herhangi bir ortak payda içerisinde olduğumu sandığım anda insanların sayısı git gide azalıyordu. Azınlığa düştükçe farklılaşıyordum. Farklılaşan ben değildim oysaki, insanların mercek ayarlarıydı sadece. Mercekten içeri yansımayan zahir bir görüntüyü var saymalarıydı tüm fikirlerini değiştiren. Çünkü değişen dünya kendini olumlu olanın içine sürüklemiyordu ve bu sayede tüm fikirler, hissiyatlar gittikçe kutuplaşan bir fesatlık kümesi içinde hapsoluyordu. O tutsaklıkların haricinde ben sahteymişim gibi dışlanıyor, hor görülüyordum.

“Beni bu hale toplum getirdi!” demek işin başında gerçekten çok zordu. Hangi yöne ne haykıracağımı bilemedim. İnsanların haddini bildiremezlik bir müddet onarın yolunda akmamı gerektirdi. Sadece küçük bir çıkış noktası ile bastığım ilk feryadımı hala daha susturamıyorum. Tüm hayata rest çekip kendi dünyama benzerlik göstermeyen ne var yoksa yıktım, parçaladım, üstüne basıp ezdim! Nitekim sağlam bir duruşum olmuştu hayatta.

Derken kendimi tek sahibi ilan ettiğim kalemin surlarını iyice sağlamlaştırıp genişlettim. Hava limanlarında donuna kadar aranan insanlara çekilen o aşırı paranoyak muameleyi düşünün, işte herkese bunu yaptım ben! Ne zaman ki insana acıktım, zikrime yakınlık gösterenleri barındırdım yanımda. Düşünmedim onlarında diğerlerinin dünyasından olduklarını. Bu durumu hep göz ardı ettim sırf açlığımı dindirmek için. Onlarda başımı belaya sokmak ve hatta kendilerine beni küstürmek gibi mühim hususlarda çok başarılı oldular. Zamanı gelince ilişkimi kestim, görüşmedim. Yeri geldikçe insana acıkırdım, kimse olmazdı, son isyanımı da böyle bastım tüm dünyaya: “Ulan!.. Hiç mi benim gibi yok bu dünyada!”

Amerika’da evet… Viktorya şelalesinde yanlış hatırlamıyorsam… Yanlış hatırlıyor da olabilirim. O saydam yüzeyden var. Şelalenin üzerinden kalın ve camdan bir platform üzerinde yürüyorsun çıplak ayakla. Sırf bu heyecanı bu halimle hissettiğim için kendimi şanslı hissedebilirim. Zaten az önce tepemde tansiyonumu ölçen hemşire de bu heyecanımın ne kadar hoş olduğunu söyledi. O cam platformun nerede olduğunu sordum, bilemedi.

Hemşire de tıpkı diğerleri gibi. Ama ne kadar güzel gülümsüyordu. İnsanlığından mıydı peki bu davranışı? Yoksa sahtekar bir gülümseme mi? İşte aynı böyle bir ikilemde kalmıştım intihar etmeden önce. Kimsesiz, insansız hatta, bomboş dururken o odanın içeririnde kendime bir soru sordum. Onlar gibi olmalı mı, olmamalı mı? Cevabım yoktu. “Hayır, onlar gibi olamam!” diyip ölmeye niyetlendiğimi sanmayın. Bu çok kestirme olur. Beni bu karasızlık öldürdü ruhen. Ne yapmam gerektiğine karar verememek, söylemek de pek istemem ama kanaat getirememek benim katilim olmak istedi. Madem bu dünyada böyle boş bir kalıptım, toprak altına yolculuğu biraz öne almalıydım. Bir veda mektubu bile yazmadan, fazla ortalığı karıştırmadan geberip gitmeliydim. Ben nasıl diğerlerinin yaşamını umursamıyorsam onlar da benimkini umursamazlardı nasılsa. Öyle ya, ayrılık bir bıçak gibi keskin ve terk edilmiş bir şehir gibi ıssız olmalıydı. Bir tek buna kara verdim ve ölmeye yattım…

Etrafımda kimse yok. Bana sürekli bir refakatçi soruyorlar. Beni buraya getirenin kim olduğunu, neden beni bırakıp gittiğini… Cevap veremiyorum. Beni kim getirdi bilmiyorum. Fakat, sanıyorum ki beni getiren “o”. “O”nu çok kırdım. Bu hayatta en çok “o”nun ızdırabı oldum. Bir tek bunun için üzülüyorum şimdi. Ve geri döndüm şimdi. Ve yine hayatımda ilk defa bir insan için suçluluk duygusu hissediyorum. Sanırım sırf bunun için yaşadığıma seviniyorum. Nihayet bir yönüm var insana dair ve kazanmam gereken biri. Bunca cümledir sürekleşmiş ”ben”cilliğimin aksi istikametinde bir yöne sapıp birazda bir başkası için yaşamanın zamanı sanırım. Ya da ben öyle sanıyorum… Yine paranoyaklığımdan mıdır nedir, bilmiyoru…



“Ezgi’ye…”

2 yorum:

Adsız dedi ki...

Bazen böyle olur; sadece ölürsün. Bazense hiç de böyle olmaz; sadece yaşarsın.

transkripsion dedi ki...

işin özünü çözen adama saygılar...