27 Ekim 2010 Çarşamba

Yağmur

Sol eliyle göğsünün altında tuttuğu kitabı ve sağ elinin işaret parmağıyla destek aldığı kaloriferin yardımıyla eylülün yağan ilk yağmurunu izliyordu. Karşı apartmanın birinci katındaki evin boş arsaya bakan penceresinin beyaz perdesi dışarı doğru havalanıyordu. Evin altındaki üçgen biçimindeki küçük mısır bahçesindeki mısırlar rüzgâra ve yağmura karşı gelircesine dimdik ayakta durmaya çalışıyor ama biraz da olsa sarsılmaktan kendilerini alamıyorlardı. Perdesi havalanan evin apartman bahçesindeki üzeri naylonla gerilmiş çardağın üzerinde biriken yağmur sularını bir adam süpürge yardımıyla naylona vurup akıtmaya çalışıyor ve yağmur suları top yekûn bahçeye dökülüyordu.


Yağmur başladığında yatağında kitap okuyordu. Psikolojik yabancılaşma, yalnızlık temalarıyla örülü kitabını yatağa bırakıp ardına kadar açık pencereye yönelmişti. Biraz nefes alıp pıt pıt seslerine kulak verince düşünceli, sağ elini dışarı uzatmıştı, eline gelen ıslaklıkla beraber odadan çıkıp mutfak balkonuna yönelmişti. Eylül’e yağmurla girileceğini söylemişti haber bültenleri, çabuk çabuk çamaşırları topladı, yatak odasına götürdü. Kendi eşyalarını katlayıp yine kendi yatak odasına döndü. Yatağa uzandı tekrar,  kitabına kaldığı yerden devam etti. O sırada yağmur da hızlanmaya başlamıştı. Birden bire öyle hızla yağmaya başlayınca yüzünde birden bir tebessüm oluşmuştu. Yağmurun önce hızla sonra da yavaş yavaş yağıp durmasını benzetecek müstehcen anıları vardı. Yatağından doğrulup tekrar pencereye koştu. Açık olduğu için içeriye birkaç damla yağmur damlası vurmuş olsa da aldırmadı. Hayatında ilk kez yağmuru keyifle dinlemiş şimdi de son demlerini izliyordu. Hava serinlemiş, biraz üşümüştü. Pencereyi tamamıyla kapatmadı. Kuru cama vuran damlalar yavaşça aşağıya iniyordu. Başı ağrıdı. Açlıktan mı yoksa yeni aldığı gözlüklerden mi bir türlü bilemiyordu. Öğlen uyandığında kahvaltı yapmaya üşendiği için dünden kalma üç dilim börek yemişti yalnızca. Annesi odaya girip oruç tutsaydın daha iyi dediğinde kendini savunacak bir şeyler gevelemişti kafasını okuduğu kitaptan kaldırmadan.


Son günlerde mahalledeki orta yaşlı kadınların akşamüzeri sohbetlerine katılıyordu. Daha önce katılmadığına pişmandı. Annesi yaşındaki kadınların cinsel konulardaki esprileri gerçekten takdire şayandı. Bir yandan çaylar içilirken bir yandan da her lafı müstehcen bir tarafa çekmeye meyilli teyzeler eşliğinde gülüşüp eğleşiyorlardı. Geçen kış hamile olduğundan şüphelenen üç çocuk annesi Sevim Teyze, Nuran Abla termosla çay getirdiğinde termosu görünce, ben size bir hikâye anlatayım da siz asıl buna gülün demişti. Mahalledeki kadınlara her şeyin en iyisine sahip olduğunu, her şeyi en iyi kendisinin bildiğini göstermek gibi bir çabası vardı; ama yine de bu öyle çok da insanı rahatsız edecek derecede olmadığı için ve herkes bu durumun farkında olduğundan mahalle sakinleri tarafından dışlanmıyordu. Vaktiyle kocası Murat Amca yine böyle bir termostan çay koymaya çalışırken termosun üzerindeki düğmeye iyi basmamış olacak ki, karısı Sevim Teyze ona bastır Murat, bastır diyerek bağırmış. İşte hikâye yalnızca bu kadar. Bütün kadınlar bunun üzerine kahkahalarla gülerken Sevim Teyze’nin bir gözü de evinin balkonundaydı. Mahalle kadınlarının bu basit anlatıya gülmelerinin sebebi, Murat Amca’nın Sevim Teyze olmadan beş dakika vakit geçirememesi idi. Bunu da haliyle diğer kadınlar başka türlü yorumluyor ve karı koca arasındaki bu münasebeti başka türlü şeylere yoruyorlardı. Bastır Murat bastır diyen Sevim Teyze’nin sesini Murat Amca duymuş olacak ki balkona çıkıp karısına bir şey olup olmadığını sormuş, beş dakika sonra da karısı evde işlerinin olduğunu bahane ederek kalkmıştı.


Hacer Abla, kocasından boşanalı yıllar olmuş ve yine o yılların süregelmesi içinde ağabeyinin yanında yaşamaya başlamıştı. Yengesiyle arası iyiydi. Yeğenleriyle iyiydi. Zaten hayli genç bir kadın olduğu için ve yengesinin 25 ile 15 yaşlarındaki kızlarıyla da iyi geçiniyordu görünürde. Kocasından boşandığından bu yana psikolojik destek alıyormuş. Daha önce bu konudan konuşmamaya özen göstermişti. Meğer bu konu konuşulabilen bir konuymuş. Hacer Abla dedi, çay içerlerken neden boşandın kocandan? İçki içiyormuş adam, evine sahip çıkmıyormuş, çocuklarından bihaber bir babaymış, kumar da oynuyormuş hem. Ailede kendisine destek çıkan bir görümcesi varmış, ama işler bu derece büyüyünce et tırnaktan ayrılmaz misali kendi ağabeyinin yanında olmuş kadın. Hacer Abla da kalmış bir başına. Kimse yoğurdum ekşi demezmiş. Deselerdi keşke. Severek evlendiklerini söylemişti yanılmıyorsa. Gözleri dolup dolup taşamıyor, sesi titriyordu konuşurken. Hastalığıyla dalga geçmesini biliyor ama belli ki canını yakıyordu bu. Çocuklarından ayrıydı yıllardır. Bayramda gitmişti bir. Oğlu sigara içiyormuş. İçkiye başlamasın diye sıkı sıkı tembih etmiş dönerken. Halimizi görüyorsun işte demiş oğluna, bizi bu hale içki getirdi. Söz vermiş çocuk. Okumamış liseden sonra. Bir yerde çalışmaya başlamış. Kızı ortaokula gidiyormuş. Ortaokul diye bir şey kalmadığından habersiz. Nasıl olsun ki dedi içinden. Eline cep telefonunu aldı. Sağ başparmağıyla hafifçe silip duruyordu ekranını. Saati görüyordu. Sonra birden eli tuşlara gitti. Kimi arıyorsun dedi? Kimseyi aramıyorum dedi o naif sesiyle. Güldü. Devam etti sonra Hacer Abla, oğlumun telefonunu ezbere biliyor muyum diye bakıyorum dedi. Çok düşündü bazı tuşlara basmadan önce, unutmuş! Bu onu çok üzmüştü belli ki. Evliliğinden, çocuklarından, eski kocasından bahsetmek zaten canını sıkmış ve sıkarken de yakmışken oğlunun numarasını ezbere hatırlayamaması iyice yerle bir etmişti onu. Birazdan da kalkmıştı zaten.

Kadınlar da erkekler gibi canlılardı işte bu evrende. Onların belki de, özellikle de ülkemizde, en eğitimlisinden en eğitimsizine kadar tek farkı kendini güvence altına almak derdiydi. Beni sahiplenecek, bana değer verecek bir eş arıyorum diyordu evlilik programına çıkan her yaştan, her şehirden kadın… Hiçbir kadın çıkıp demiyordu ki, birbirimizi sahiplenebileceğimiz, birbirimize değer vereceğimiz, birbirilerimizin hayatlarına saygı duyacağımız bir evlilik yapmak istiyorum. Kadınların vermeye razı oldukları tek şey ise malum. Geri kalan her şey almaya yönelik. Ondan sonra da mutsuzluklar, boşanmalar, hayal kırıklıkları.


Değişim kaçınılmaz bir gerçekti. Farkında olmadan her şey değişirken o, bazı değişimleri kendi gözleriyle görürken hem müthiş bir acı çekiyor hem de müthiş bir zevk alıyordu. Mazoşizmden farklı bir şeydi yaşadığı. Arkadaşlıklar bitebiliyor, yenileri başlayabiliyordu. Bitemez ve başlayamaz sanıyordu uzun süredir O. Bu yüzden şaşırıyordu artık hayatına bakarken. İyi olmak iyi geliyordu kötülüklerden sonra. Bu iyiliklerin de biteceğini bildiği için tadını çıkarmak gerektiğine inanıyordu.

Ne tuhaftı insan ilişkileri. Hem istiyordu O’nun sevmesini deli gibi hem de istemiyordu. Bir başkasının çektiği acıdan mutluluk duymak kötü bir şeydi evet ama onun da bir şekilde hakkı yok muydu? Kendisinden uzaklaştığını gördükçe de O’nu merak etmesi ayrı bir sorundu. Sevmiyordu O’nu. Ama o biliyordu ya artık ona aşık olduğunu, hep aşık olsun istiyordu. İnsanoğlu bencildi. O da insandı. O da bencildi. Doğanın kanunuydu bu.  Reddetmek güzel bir ego tatminiydi. Eskiden O’nu dinlemekten keyif alırdı. Artık ondan da keyif almaz olmuştu. Bir bir azalıyordu her şey bir tarafta. Ama bir tarafta da yeni bir şeyler başlıyordu bir bir. O bitenlere üzülmüyor, başlayanların güzellikler getirmesini diliyordu.


Bir bebeği özlemenin ne demek olduğunu öğrenmişti. Bunu öğrenmiş olmak duyduğu özlemle birleşince kaçınılmaz olarak canı yanmıştı. Bir bebeğin canını yakması daha da fenaydı. Fenalıklar geçirmesi an meselesiydi. Fenalıklar geçirilirdi. Hep fenalıklar olurdu bu hayatta. İnsan fenalık yapmadan edemezdi. İnsanlar fenalıklar yapar, insanlar fenalıklardan üzülürdü. Bu hayatta insanlar üzenler ve üzülenler olarak ikiye ayrılırdı. Üzenler etken, üzülenler ise edilgendi bu hayatta. Etken olmak fenaydı. Etken olduğunun farkında olmak ise daha fena.


Kitabı yatağın üzerine bıraktı. Ayağa kalktı. Takvime baktı. En son 56 gün önce karalanmıştı önünde duran on iki yapraklı Türk takvimi. Bir bir karaladı kara kalemiyle karalanmamış bütün kara günleri. Pencereye yöneldi, yağmur yağıyordu. Pencereyi açıp elini dışarı uzatmadı. Karşı apartmanda olup bitenlere bakmadı. Yağmurun yağdığını biliyordu artık. Bunu bir kez tüm duyu organlarıyla hissetmişti. Bu kez yağmura dokunmak istemiyordu. Vermedi yağmura elini. Perdeyi çekti. Kapıya yöneldi. Tak.


Hiç yorum yok: