14 Aralık 2011 Çarşamba

Kantin

Saçlarımızı ve tüm bedenimizi savuran rüzgarı üzerinde “Kantin” yazan o yer kesiyordu ancak. Bir hışımla sarıldığımız Kantin kapısından içeriye girerken kimi yatağında bekleyen sevgilisini, kimi kafasını karıştıran birden fazla adamı ya da kadını, kimi bu ayı nasıl denkleştireceğini, kimi bu ay ailesine ne kadar para göndereceğini, kimi birinci dereceden herhangi bir akrabasının düğününü, kimi kardeşine söz verdiği bilgisayarı almayı, kimi ise yanındaki kaşık kadar yüzlü kadını düşünüyordu. Adımımızı attığımız anda biraz önceki rüzgardan eser kalmıyor, kantin kapısının sol üst köşesine monte edilmiş elektrikli sobanın sıcağıyla bir anda olsa herkes, kapıdan girerken kafasını kurcalayan tüm güzel şeylerden ve tüm dertlerden soyunuyordu. Karşıda kantinin küçüklüğüne yaraşır küçük bir çay tezgahı bulunuyor. Tezgahın müşterilerin gördüğü tarafı; bordo, kareli, eski bir o kadar da kirli bir bez parçasıyla kamufle edilmiş şekilde bizleri karşılıyor. Tezgahın arkasındaki insanlar… Çocuk! İki haftadır kafası sarılı çocuk iki haftadır her tenefüs arasında öğretmenlere pet bardaklarda çay taşıyor. Çay alacağım her tenefüs çayın kaç lira olduğunu bilmeme rağmen çocuğa çay ne kadardı diye soruyorum. Her defasında elli kuruş hocam diyor. Cüzdanımı karıştırıyorum. Bir ellilik bulup tepsisine bırakıyorum. Sigaramı sol elime geçirip sağ elimle çayı alıyorum. Çocuk gidiyor. Kaşık kadar yüzlü kadınla şarkı söylemeye devam ediyoruz. Çocuk, tezgahın arkasında sarılı kafasıyla kendinden birkaç yaş daha büyük ağabeyleri gibi bizi dinlemiyormuş gibi dururken konuşulanları anlamaya çalışıyor. 57 plakalı Murat Hoca elinde beyaz filtreli sigarasıyla beş adımlık kantini 128 adımla bitirmeye and içmişcesine bir sağa bir sola gidiyor. Üzerinde hala etiketi bulunan kendimizden oldukça küçük taburelerden kıçımıza ve ruhumuza en yakışanını seçip oturuyoruz. Tabureler insana ilham kaynağı verecek kadar ucuz ve küçük. Bazımız yanında oturduğu gövdenin hem gözlerinin içine bakmak istiyor hem de ona dokunmak. İkisi bir arada çok da mümkün olmuyor. Birbirine değen kolların yanı sıra ara sıra kaçamak bakışlar atılıyor. Ismarlanan çaylar: üzerinde şeffaf, cam görünümlü şekerlik olan tabureler kadar küçük sehpanın üzerine konuluyor. Bir yerlerde artık klikler oluşmaya başlamış, bir oraya bir buraya laflar atılıyor. Gülüşmelerse hiç susmuyor. Kimi çayı beş, kimi iki, kimi üç, kimi hiç şekerli içiyor. Birer yudum alıyoruz. Buğulanan gözlük camları şallarla siliniyor. Ruj izi bırakan pet bardak espri konusu oluyor. Sol tarafımda oturan kaşık kadar yüzlü kadın bir şeyler söylüyor. Ona da O’nun solunda oturan adam bir şeyler söylüyor. Karşıda kendi küçük, aklı büyük başkan, sağ yanındakiyle konuşuyor. O’nun yanındaki önü açık ceketinin altındaki lacivert tişörtüyle ve yırtık kot pantolonu ile sağ ayağını germiş, ellerini havada birleştirerek geriniyor. O’nun karşısındaki sırtını dayadığı duvarda orada, öylece, bir ay önce bıraktığı sigarasını içip çayını yudumluyor. Ne düşündüğünü O’ndan başka kimse bilmiyor.

Hiç yorum yok: