8 Mart 2009 Pazar

Bir Hayvanat Hikayesi

Bölüm 2: Gotik Kaplumbağa Tahsin

Rüyalar en güzel mutluluk kaynağıydı Tahsin’in. Uyuyuşundan uyanışına idi tek mutlu ve huzurlu anı. Hayvan olmak farklılık gerektirirdi inancı. İnsan denilen tür her zaman çok başka şeyler yaşamak ve o başkalıklar için hayatını nankörce değiştirmekteydi. Belgesellerde bile insan türü hep değişken ve bu değişkenliği yüzünden özünden sapmış bir ırk olarak anlatılmaktaydı.

Hâlbuki Tahsin öyle değildi hayvandı neticesinde ve güdüleri gayet kuvvetliydi. Kimi zaman gökyüzüne bakıp yıldızlardan hayat dilediği anlar hariç. Ya da elde avuçta olmayan, en azından karnını doyuracak kadar Orman Dinarı için sinyal çektiği anların dışında. Tahsin’in her şeyden önce inancı vardı. Saçma da olsa mutluluğa inanıyordu pesimist ruhuna inat. Ve bir gün Bar Lalesi Karetta Hande’yi koluna takacağı güne… İnsanlar gibi değişken değildi üstelik. Hande’yle karşılaştığı ilk günden beri her gece rüyasında onu görüyordu mesela. Bu zamana kadar sırf soyun devamı ayağına bile çiftleşme isteğiyle yanıp tutuşan diğer kaşar kaplumbağaları bile reddetmişti. Çünkü Tahsin’in güdüleri vardı ve hepsi bir tek karşı cinsi hedef gösteriyordu. Hande’yi…

Yine böyle bir gün “Hande ile sahil kenarındayım ve aradan 200 yıl geçmiş…” rüyalarından birinin en güzel yerinde kabuğuna bir yandan vuran ve bir yandan da feryat figan bağıran ev sahibesi Kaplumbağa Saliha Teyze’nin sesi ile uyandı. “Lan yine ne var yaa!..” dedi kendi kendine. Dışarıdan gelen “Tahsin Dışarı çık! Konuşacağız!” nidalarına aldırış etmedi bile. Önce yüzünü yıkadı, sonra “Yarın yağmur geliyor!” diyen televizyonunu. Ağır adımlarla kabuğunu vücuduna bürüdü. Sakindi. “Evet, Saliha Teyze?” dedi.

“Kirayı en son ödediğinde insanlar birinci dünya savaşını başlatmışlardı hatırlatmak istedim!” dedi öfkeyle Saliha.

“Tamam, Saliha Teyze söz Üçüncüsü çıksın öderim.” dedi Tahsin aynı dalga geçen ton ile.

“Dalga mı geçiyorsun sen benle terbiyesiz! Aah ah! Ey gidi Mümtaz Bey burada olacaktın şimdi!”

“Ahanda yine Mümtaz Bey geyiği. Lan zaten bir sabahım da mutlu başlasın!” diye geveledi Tahsin.

“Ne diyorsun sen bakayım öyle kısık kısık?”

“Kaderime küfrediyorum Saliha Teyzeciğim sen rahat ol!”

“Kime edersen et be! Terbiyesiz! Kiramı istiyorum ben!”

“Yaa vereceğim ben kiranı!”

“Son yüz yıldır hep aynı bahane Tahsin. Bak artık bıçak kemiğe dayandı. Afrika’daki oğlum evlendi Amazon’a gelecek. Ya çık evimden ya da kiramı ver!”

“Hay senin yalanını…” diye mırıldandı önce Tahsin. Sonra “Saliha Teyze. Hani başvurdum ya şu Sincap Biraderler’in Fındık Fabrikası’na… Yanıt bekliyorum işte. İşe başlayayım pat avans, çat kira!” diye ekledi.

“Ben anlamam! Bana şimdi kiramı vereceksin!”

“Ama bakın Saliha Teyze. Etraftaki herkes size bakıyor. Hiç yakışıyor mu böyle gayet naif bir Amazon hanımefendisine ulu orta bağırmak? Bakın sıçanlar bile size bakıyorlar.” dedi en yumuşak ses tonu ile Tahsin ve etrafı gösterdi.

Saliha usulca etrafına barkı ve ağırbaşlılığından çık uzak bir yerde rezil rüsva olduğunu fark etti. “Bak sana bir hafta mühlet. Ya paramı getir ya da söyle Marangoz Ağaçkakanlara sana bir kabuk yapsınlar suntadan!” dedi usulca ve çevredeki herkese gülücükler saçarak uzaklaştı.

Güne standart başlangıçlarından birini yapmıştı aslında yine Tahsin. Tek fark, bu sefer alacaklı ev sahibesiydi. Bu durumun farkında olan sıçanlar bile Tahsin’le dalga geçmeden duramadılar. “Lan Gotik! Oğlum haberlerde seyrettim Deney Fareleri greve gitmişler. Bence bundan faydalanmalısın. Sana kulak filan yaparız mesela. Ağza iki diş..” dedi içlerinden biri ve kahkaha koptu o anda.

“Siktirin lan! Ben kobay olacak kadar fare değilim!” diye karşılık verse de Tahsin, söyledikleri sadece kahkahaların büyümesine sebep oldu.

Dün sabah başladığı yere geri dönmüştü yine Tahsin. Cebinde son beş orman Dinarı ile en ucuz mekân “Bülbül Yuvası”ında kahvaltı yaptı. Gazetelere baktı. İş ilanlarından sıkılınca haberlere geçti. “Bugün Baykuş Merlin’in idamının 6. Yılı ve yılanlar halen daha bugünü kara gün olarak ilan etmekte ve Merlin’i idam edildiği bok çukuru önünde saygı ile anmaktalar…”

İşte yine olan oluyordu. Ağaç köklerini titretircesine geçiyordu yoldan Hande. Herkes ardından sadece bakmakla yetiniyordu. Uzanıp ta erişememenin Karetta Karetta kabuğu içine gizlenmiş haliydi o. Sadece Hande idi istediği ile birlikte olan ve canı sıkıldığında bırakan. Erkeklerin itiraz mekanizmaları Hande karşısında adeta yok oluyordu. Evet, belki bir Karetta Karetta’da anlatılacak ahım şahım bir güzellik olamaz ancak, Hande’de erkekleri çeken başka bir şey vardı sanki.

Tahsin oturduğu kovuk üzerinde kısa süre öylece bakakaldı Hande’ye. Mütevazi bir hayranlığın yüzünde yarattığı anlaşılmaz salaklık açıkça belirginleşti her geçen an. Bir şeyler söylemeli, bir şekilde kendini belli etmeliydi. Ayaklandı oturduğu yerden ve “Hande merhaba!” diyebildiği detone ve titreyen bir ses ile. Sonradan boğazını temizlese de faydası yoktu artık.

Konuşanı kim olduğunu görmek için endamını da omuzlarına alıp ardına döndü Hande. Karşısındaki salak bir yüz ifadesi ile kendisine bakan titrek bir Kaplumbağa’dan başka biri değildi. “Akşam barda görüşelim Tahsin.” dedi sadece ve tekrar yoluna dönüp ilerlemeye devam etti.

İçinden hiç dur demek gelmedi Tahsin’in Hande’ye. Nasıl olsa akşam görüşeceklerdi. Zaten böylesine bir güzelliğe hayır demek imkânsızdı. Hande bedenini alıp gitmişti belki ama suretinin hayali kazındı bir kere Tahsin’in. Kendini az biraz topladığı anda Fındık Fabrikası’na giderken bile aklında sabitlenen tek şey Hande idi. Ne zamanki fabrikanın sincaplar için düzenlenmiş girişinde sıkışıp kaldı Tahsin, o zaman gerçek dünyaya kesin dönüş yaptı.

Daracık kapılar ile küçücük odalardan bezeli fabrika da Hayvan Kaynakları Sorumlusu’nun odasına erişmek hayli güç oldu. Ufak bir ikram ve birkaç hoşbeş cümlesinin ardından sorumlu sazı eline aldı. “Sayın Tahsin. İş başvurunuzu değerlendirdik ve sizin bu fabrika içinde çalışmaya uygun olmadığınıza karar verdik.”

İçinden ettiği binlerce küfrün arasından seçebildiği tek kelimeyi direk soru kalıbı olarak sorumlunun önüne attı Tahsin. “Anlamadım?”

“Anlaşılmayacak bir şey yok Sayın Tahsin. Siz bir kaplumbağasınız ve sizi burada çalıştırmamız imkansız.”

“O nedenmiş?”

“Çünkü biz hem iç hem de dış posta hizmetlerinde çalıştırabilecek bir eleman arıyoruz.”

“Peki neden ben bunu yapamıyorum?

“Siz bir kaplumbağasınız Sayın Tahsin. Ne hızlısınız ne de ufak… Atalarınız bile Tavşan’ı yenerken süratli olduğundan değil Tavşan’ın salaklığından başarıya ulaşmışlardı.”

Bir kaplumbağanın hayattaki nadir övün. Kaynaklarından birisi de az önce kibar bir üslup ile ayaklar altına alınmıştı. Gururunun ardına düşen Tahsin umutlarının kayboluşunun sebeplerini arıyordu. “Ancak ilanda tüm hayvan dostlarımıza duyurulur yazmışsınız.”

“Sizce bir su aygırı çam kozalağından yapılma bu yerde çalışabilir mi?”

“daha fazla söze tahammül edemedi Tahsin. Usulca edilmiş bir teşekkür peşinden yine zorlanarak geçip gitti kapılardan, koridorlardan. Koridorun birinde sırtına zarflar ve paketler yüklenmiş bir süt yılanı gördü. “Ulan şu göt kadar süt yılanı bile…” dedi sadece. Sözler o anda anlamını yitirmişti.

Artık iş yok, bir hafta sonra ev yok ve en önemlisi hayatının Hande faktörü hayatının sadece bir cümlelik hayvanlar bölümü içinde… Şimdi Tahsin içmesinde kim içsin? ”Söğüt Gölgesi Kafe & Bar” içine düştüğü bu promillere dökebileceği en uygun yerdi. Bir duble, iki duble… Kapıdan giren Bar lalesi Karetta Hande ve yanındaki ızbandut kılıklıyı görünce bir duble daha. Bilincini yitirmeye çok az kalmıştı ki Hande yanaştı yanına Tahsin’in ve “İyi misin?” dedi. O cümleyi duyan Tahsin mutluluktan mı yoksa kederden mi bilinmez önündeki bardağa son kez kafasına dikip filmi kopardı…

Rüyasında Hande’yi gördü Tahsin. Sahil kenarında ve aradan 200 yıl geçmiş…

Kendine geldiğinde sargılar içindeki vücudu ile sert bir yerde yüz üstü yattığını fark etti. Yerinden kalkamıyordu. Çünkü kabuğu yoktu sırtında. Kaplumbağalar kabuksuz denge kuramazlardı. Öyle yüzükoyun yatıyordu bilmediği bu yerde. Üstelik daha fazla kabuksuz kalması onu öldürecekti. Sadece başını oynatabiliyordu. Etrafında oyulmuş ve cilalanmış tahtalar vardı. “Neredeyim ben?” dedi gayet yorgun ve koca bir baş ağrısı ile.

“Ağaçkakan Sinan’ın Marangozhanesi canım.” Dedi nereden geldiği belli olmayan bir ses.

Tahsin iyiden iyiye korkmaya başladı. Marangozhaneden olduğuna göre evinin başına bir hal gelmiş olmalıydı. Saliha’ya ne diyecekti şimdi? Daha da önemlisi gece ne olmuştu? “Nasıl geldim ben buraya?” diye soru kıçından gelen üç buçuk sesleri ile.

“Çok eğlenmişsiniz dün gece. Şu Bar Lalesi Hande’ye asılmışsın sen. Sonra yanındaki adama kafa tutmuşsun. Derken adamı Kabuk Çarpışmasına davet etmişsin…”

“ne diyorsun sen ye!..” dedi Tahsin. Kabuk Çarpışması bir kaplumbağa düellosu idi.

“Adama bir dünya sövmüşsün sen. Ne olacaktı? Önce söv, sonra düelloya çağır. Hem de bu cüsseyle. Böyle dizlerler işte adamı! Adam sana bir koymuş evin mevin kalmamış! Sen yine Hande’ye dua et. O getirtmiş seni buraya.”

Ortada bir rezalet ihalesi vardı ve o ihale Tahsin’e kalmıştı. Kocaman bir utanç kucağına almış Tahsin’i öpüp kokluyordu. Dün gecenin şahitlerinin gözünde artık rezil rüsva bir adamdan başka bir şey değildi. Bu saatten sonra Hande’ye de selam bile veremezdi. İçinde biriken her şey yanlış bir zamanda boşalmıştı ve zaten kendini kaybetmeye meyilli bünyesi Tahsin’i bu düştüğü duruma sürükleyen tek sebep olmuştu.

“Kollarını kaldır.” dedi gizemli ses. Tahsin’in hafifçe doğrulttu ve suntadan yapma bir kabuk giydirdi vücuduna. Şimdi yüzü görünüyordu. Bu tabi ki Ağaçkakan Marangoz Nusret’ten başkası olamazdı. “bu seni birkaç hafta idare eder ama en yakın zamanda kendine bir kiralık kabul bulmalısın.” dedi Nusret.

Para pul almadan yol etti Tahsin’i Nusret. Kendi utancıyla, kırılmış dirayetiyle baş başaydı artık Tahsin. Yoldan geçen insanlar bu zavallılaşmış kaplumbağaya acıyan gözlerle bakıyorlardı. Hani Tahsin dilense herkes üç beş bir şeyler atacak gibiydi sanki. Bunu da fark etmekte gecikmeyen Tahsin artık bütün morali ve ruh hali diplerde bir köşeye çekilip sessizce ağlamaya başladı. Hayattan istediği sadece birkaç mutlu an ve birkaç iyi insandı sadece. Hayat ise Tahsin’e sürekli sorun ve sıkıntıdan başka bir şey vermiyordu. Yolun karşısında bildiri dağıtan yeşil parkalı Deney Faresi bile en azından çabalıyor ve başarıyordu. Fakat Tahsin neye el atsa kuruyordu sürekli. Ayağa kalkıp biraz daha yürüdü yürüdü…
Ağrıyan ayakları değil bu bitip tükenmişliği yoruyordu Tahsin’i. Bahtsızlığı küfre5tmek ve dünyaya isyan etmek istiyordu. Üstelik bunu yapabilmek için bile destek alacağı kimsesi yoktu etrafında. “hiç mi doğru gitmeyecek benim hayatım! Neden ben!” diye isyan etti bir anda gök yüzüne bakarak. Cevap önce derin bir gök gürlemesi ve ardından ne zaman biteceği belirsin bir Muson yağmuru olarak geldi ilahi kudretten. Yağmurun altında kalan Tahsin tam anlamıyla tükenmişlik noktasındaydı artık.

İhtiyacı olan tek şey bir mucize idi şimdi. Ancak onu bil istemeye mecali yoktu. Başını yere eğmiş öylece gidiyordu. Yolda yürürken koşar adım ardından gelen biri Tahsin’e çarpıp yere düşürdü ve arkasına bakmadan hemen hemen yolun sonundaki kapıdan içeri girdi. Tahsin kalkmak istemedi yerden. Sonra yavaşça doğruldu. Suntadan kabuğu suyu emmeye başlamış ve iyi ağırlaşmıştı. Birkaç adım sonra gücü iyice tükenen Tahsin yeniden yere düştü. Zar zor kaldırdı kafasını göğe doğru. Önüne düştüğü bu kapının hemen üstünde “Sansar necip’in Mucizeler Dükkanı” yazıyordu. Bu bir işaret olabilir miydi? Bunu düşünmek yersizdi aslında ancak yine de kapıyı açıp içeri girme hissiyatı güttü Tahsin. İçeride bir sürü şişe ve süslü eşyalar vardı ve kimsecikler yoktu. Ağzından ne çıkacağını hesap etmeden seslendi Tahsin:

“Merhaba! Kimse yok mu?.. Benim talihimi tersine çevirecek bir mucizeye ihtiyacım var…”

Hiç yorum yok: