5 Ocak 2010 Salı

Ağaçkadın

Kadın ağacın dibine kadar gidiyordu. O kadar ki canını yakıyordu ağacın kabukları, dalları. Kadının canını… Çıplaktı kadın. Çırılçıplak… Çıplaklıkla çırılçıplaklık arasındaki fark neydi? Hangisi daha estetikti? Yoksa ikisi de değil miydi? Bomboştu ağacın etrafı. Bir kadın ve bir ağaç vardı yalnızca. Hatta denilebilirdi ki tek bir ağaçkadın vardı orada. Görenler böyle demeliydi, ama yoktu ne gelen, ne de giden.

Kadın oraya nasıl gelmişti? Ne getirmişti kadını o koca, yaşlanmış ağacın yanına; ne ile/ kim ile gelmişti? Etrafta soracak kimse yoktu. Kadının öğeleri bulunamıyordu… Bu bir masal değildi ağaç konuşsun; pembe dizi değildi, kadın kameraya dönsün onu dinleyen yetmiş milyon izleyiciye anlatsın yaşadığı ne varsa… Neydi bu? Merakımızı kim giderecekti? Kadın susuyordu. Çıplaktı ve susuyordu. Tek bildiği susmaktı bu kadının. Yazar birinci paragrafta kadınla ilgili yazması gereken belki de en önemli şeyi unutmuştu. Kelimeler vardı kadının vücudunda. Kimisinin üzeri defalarca karalanmış, tekrar yazılmış, tekrar karalanmış… İsimler vardı: Ali, Ahmet, Ceyhun, Hüseyin, Hatice, Begüm… Kadın susuyordu ama anlamlı cümleler oluşturulabilirdi kadının vücudundaki kelimelerden. Ama kim uğraşacaktı şimdi. Karanlıktı.

Bomboştu etraf… Nasıl gelmişti kadın buraya? Geleceği son nokta mıydı burası? Yoksa gideceği başka bir yeri var mıydı? Etrafta ne bir yol, ne bir iz vardı… Belli ki kadın, kadın çok acılar çekmiş olmalıydı. Hayır çok acılar çekmiş olamazdı kadın, olsa olsa çok acı çekmiş olurdu. Ama öyle kadınlar vardı ki hep çok acılar çekmiş kadınlardı! Belki de bu kadın o çok acılar çekmiş kadınlardan kaçmıştı? Kaçışı, akla direkt gelen bir aşk acısından değildi belki de. Belki kadın aşktan vazgeçeli çok olmuştu. Belki ilk kez bir ağacın dibine o zaman varmıştı. Ağacın büyüklüğü vazgeçirmişti belki onu, ya da içindeki aşktı onu yürümeye tekrar iten.

Kimdi bu Allah’ın cezası kadın? Nereden gelmişti? Nasıl açıklanırdı bu durum? Nasıl betimlenirdi ki? Hayatta aşktan başka elzem bir konu yokmuş gibi aşka bağlanamazdı ya bu yazı da. Bir girişi vardı belki evet ama sonucu olmamalıydı. Aşk olmamalıydı bu sefer. Başka bir şey yaralamalıydı kadını! Aslında kadın belki de hiç yaralı falan değildi. Neden yalnız bir kadın yaralı olsundu ki? Kimin dillerimize, gönüllerimize pelesenk ettiği basmakalıp düşüncelerdi bunlar? Allah onların belasını versindi. Yazar mişli geçmiş zaman ekini kullanmayı sevmiyordu. Aslında yazar birçok şeyi sevmiyordu. O dili geçmiş zamanların yalancısıydı. Saklambaç oynuyorlardı belki ve o da saklanmak için bu ağacın dibini seçmişti. Kadın çıplaktı ve saklambaç oynuyordu ha? Belki de çıplak oynanan bir oyundu onlarınki. Olamaz mıydı? Olamazdı.

Kadın kendisiyle ilgili bir şeylerin olduğunu fark etti. Gittiği her yerde suskunluğundan dem vurulmuştu zira. Bu artık son olacaktı. Vücudundaki kelimeleri yokladı ve söküp aldı kelimeleri yerlerinden. Söktüğü her bir kelimeyi düzgünce yerleştirdi toprağa. Şöyle yazıyordu toprakta: bir rahat rahat işeyemeyecek miyim ben yahu?

İşeyemeyecekti. Tepesinde bir yazar olduğu sürece asla işeyemeyecekti.

3 yorum:

Adsız dedi ki...

Aferin sana :)

Adsız dedi ki...

utandım:))

transkripsion dedi ki...

alkış!...