23 Haziran 2010 Çarşamba

Renkler Giyili

Önce sen beni gördün. Öyle söyledin. Bunu asla ikimiz de bilemeyeceğiz, kabul etmedin.

Sana gittik; sen, ben, bir de biz. Karanlıktı oda, odalar ve ev; Açmadık ışığı. Işığa duyarlıydık. İçimizdeki bitkinin fotosentez yapmasından korkuyorduk. Birbirimizi bu kadar arzularken, birbirimizden bağımsız olarak bir yaşam enerjisi sağlamak ikimizin de içinden gelmiyordu. Bağımlıydık ve bu yüzden bağlanmalıydık.

Önce siyahlarımızı çıkardık, ki bu zordu. Çok fazla siyahımız vardı. Oda karanlıktı, her şey siyahtı ya da biz öyle düşünüyorduk. Her şey siyaha gidiyordu, bunu samıyorduk. Bundan emindik: sen, ben, bir de biz.

Üç kişiydik. Üçümüzde siyahlarımızı çıkarıyorduk. Biz siyahlarımızı çıkardıkça oda aydınlanıyordu. Karanlık geçici bir durum gibiydi ama biliyorduk ki bağlantımız koptuktan sonra yine siyahları giyecek ve odayı yine siyaha boyayacaktık: sen, ben, bir de biz.

Sıra senin kırmızına, benim turuncuma geldi. Çıkarılmaları kolaydı. Herkes kendi rengini odanın, odaların bir kenarına çıkarıp çıkarıp koyuyordu. Benim turuncum senin kırmızından daha kolay açıktığı için kırmızından geri kalanı çıkarırken seni izliyordum, sen kırmızını çıkardıkça aydınlanan odada, odalarda.

Bir oda vardı, çok oda vardı. Duvarlar saydamdı. Varlıklarından emin değildik. Sen yıllardık kaldığın bu evin odalarının duvarları olmadığını, o yüzden yalnızca bir odanın var olduğu konusunda ısrar etmiyordun. Tek ısrarın bir sonraki rengi çıkarmamdan yanaydı. Çıkartacaktım.

Sıra beyazlarımıza gelmişti. Beyazlarımızı çıkarması keyifliydi. İkimizde de eşit miktarda beyaz olması seni üzmüştü çünkü sen de beni, ben beyazlarımı çıkarırken izlemek istiyordun. İzledin de. Benim beyazlarım bittikten sonra senin beyazlarını çıkarmanı bekledim. Sen beyazlarını çıkardıkça oda, odalar daha da aydınlık hâle geliyordu, geliyorlardı.

Aydınlık gözlerimizi alıyordu ve geri vermiyordu. Ama biz gözlerimizi geri istiyorduk çünkü birbirimizi görmeye ihtiyacımız vardı. Gözlerimiz bize lâzımdı. Ellerimiz de öyle. Bir de...

Artık çıkaracak renklerimiz kalmamıştı. Odayı, odaları rengârenk yapmıştık. Gökkuşağına dönüşmüştü ev, oda, odalar. Gözlerimizi aldığı için birbirimize bağlanamıyorduk. Bu işte bir yanlışlık vardı, ya da yanlışlık bizdeydi. Bir hesap hatası vardı, var olmalıydı.

Önce renklerimiz gitti, sonra gözlerimiz. Gözlerimiz gitmiş olmasına rağmen renklerimizi görüyorduk Nasıl oluyordu, bilmiyorduk. Saydam duvarlara çarpıyorduk. Bu çarpmalardan sonra senin de duvarların var olduğuna inanacağını düşündüm bir ân.

O ândan sonra bütün renkleri tekrar giyindik, gözlerimiz geri gelmişti, ha kezâ ellerimiz de. Uzaklaştık ve fotosentez yapmak için ışıkları açtık.

3 yorum:

lady dedi ki...

vayyy!
çok etkilendim.. eline sağlık..

Adsız dedi ki...

Pek sevindim. :) Teşekkür ederim.

abdullah karaduman dedi ki...

Ben bunu beğendim. Eline sağlık. :)