5 Ekim 2008 Pazar

yusuf...

“Uzaktan bakan iki göz. Feri sönmeye yakın ama parlaklıkta inatçı. Kalabalık içinde aradığı zayıf bir insan bedeni. Bulduğunda heveslendiği fark edilmek. Fark edildiğinde düğümlenen dil. Düğümlenen dilin vücuda vurduğu zoraki veda hareketi. Cansız ürkek ve çaresiz…

İstediği şey sadece duvarların ardına ulaşmak. O kalın insan geçirmez duvarların ardındakine… Oradaki gizin ne olduğunu bilmek tek niyeti. Fakat izin vermiyor şatonun prensesi ve her cümlede biraz daha kalınlaşan, surları büyüyen bu garip kalenin içine inadım inat hapsediyor kendini. Dinlemiyor kimseyi ve kendi monotonluğuna kapatıyor kapılarını. Dil kar etmiyor, fiziksel telkinleri hesaba dahi katamıyorum.

Sonrası kısa dönem hissizlik, ayakların boşluğunda yürünen uzun mesafeli yollar. Ardından yavaşça vücudu tetikleyen kalp ağrıları. Sonra düşünme yetisinin kaybolması. Cümlelerde anlamsızlık ve zaten konuşma isteğinin bir müddet kendini aslıya alması. Bunların nedenine uydurulmaya çalışılan birkaç dünyevi sebep. “Diğer”lere soru işareti olmamaya bağlı arka planda kalma isteği. Serde erkeklik var, korku ve cesaret arasındaki ince çizgiyi çok iyi bilen erkek cinsi. İşte o cins, erkeklerin bu çeşit olanları yani, böyle salak gibi izlerler gidenleri. Gidenler yol tutar, onlara hep bu satırları düşünmek kalır.”

Yusuf adının çiftinden yarattığı garip dünyasına dair, yaklaşık beş dakikada karaladı bu satırları. O gün, o otogarda en azından sarılabilmeyi dilerdi. Beceremedi, hikmeti belirsiz. Yusuf sadece kırk yılın başında kendi için çaba sarf etti. Barutu eksik koyduğunu fark edemedi.

Hiç yorum yok: